İhsan Oktay Anar'ın beklenen romanı: Tiamat
Yazar İhsan Oktay Anar'ın yeni kitabı 'Tiamat', Everest Yayınları tarafından yayımlandı.
İhsan Oktay Anar, Everest Yayınları tarafından yayımlanan yeni kitabı “Tiamat” ile sekiz sene sonra okurla yeniden buluştu. Varoluş mücadelesinin bu sefer denizin altında gerçekleştiği roman, katmanlı bir düşünsel yapı içerisinde din-bilim, özgürlük-varlık, düşünme-düşünme biçimleri gibi birçok çatışmaya temas ediyor.
İhsan Oktay Anar eserlerini konu edinen çalışmalara bakıldığında ilkin haklı bir şekilde postmodernizm kavramı öne çıkar. Öncülü modernizm gibi postmodernizm de tarihyazımı ile kol kola başlayan bir süreçtir. Yetmişli yıllarda tarihin ne olduğu veya hangi disipline/disiplinlere yakın olduğu sorgulanmaya başlamış, ne derece bilimsel olduğu dahi irdelenmiştir. Lawrence Stone’un 1979 tarihli 'The Revival of Narrative: Reflections on a New Old History' (‘Anlatının Dirilişi: Yeni Bir Eski Tarih Üzerine Düşünceler’) makalesi, Clifford Geertz’in antropoloji vurgusu ve “yoğun betimleme” tekniğiyle birlikte sıradan insanların tarihine açılan yol seksenlerde “Yeni Tarihselcilik” anlayışının doğuşuna zemin hazırlamıştır. Böylece tarih, anlatı ve kurgu ekseninde değerlendirilmeye başlanır. Kısaca, tarihselciliğin aksine mutlak reddedilir, her tarih bir yeniden yazma süreci olarak görülerek çoğulcu, çok sesli bir bakış açısı kazanılır. Başka bir deyişle olgu ve kurgu arasındaki sınır muğlaklaşarak kaybolur. İşte bu damardan beslenen postmodernizm de modernizm karşıtı bir bakış açısıyla karşımıza çıkar: Düzenin yerine kaosu; ilerleme yerine geri dönüşü; teknoloji yerine nostaljiyi; gerçek yerine taklidi, yalanı, kurguyu; makro yerine mikroyu; büyük yerine küçüğü; yüksek yerine yüksek olmayanı; tek yerine çoğu koyar. Böylelikle dine, mitolojiye, sözlü edebi ürünlere, halk müktesebatına kucak açarak üst kurmaca, pastiş, parodi, kolaj, palempsest, anıştırma gibi tekniklere yönelir. Yani, postmodernist yazar eserini bir karnaval, bir yapboz gibi kurgulayarak geleneksel anlatı türlerinin biçim özelliklerinden, metinlerarasılıktan faydalanır. Nitekim Anar’ın eserinin adı dahi okura bu bakış açısını göstermektedir zira Tiamat, Antik Babil mitolojisindeki okyanus tanrıçası olup ilk kaosun sorumlusudur. Aynı zamanda ona sahip olanı dünyaya egemen kılacak Kader Tableti’nin sahibidir. Kitabın kurgusu da Tanrıça Tiamat’la birlikte akla gelen su ve kaos göndermelerine paralel olarak gelişir. “1915 yılı Zemheri bitiminde Port Said’in 40 mil poyraz tarafında” Abdülhamit sınıfı bir tahtelbahir gemisinde, yani bir denizaltıda geçer olaylar. Abdülhamit, Osmanlı’da 1886 yılında ilk defa denize indirilen, 1888 yılında ise ilk torpido talimini gerçekleştiren denizaltıdır. Romanın tek mekânı sayılabilecek tahtelbahir gemisinin de görevi düşman gemilerini yok etmektir. Böylece bir destroyer yok ettikten sonra metruk bir şilebe rastlar. Şilebe, erzak, alkol ve ganimet bulma umuduyla bazı mürettebat üyeleri gider ve kafatasları delinmiş birçok cesedin arasında bir sandık bulunur. Ardından bu sandığı tahtelbahir gemisine getirirler. Ancak şilepte gördükleri tuhaf, hatta dehşetengiz manzaranın ardından tabiatüstü olaylar peşlerini bırakmayacaktır. İlkin sandığı açamazlar, öyle ki birkaç kişi levye yardımıyla kapağını biraz aralar. Kapak, o aralıktan içeri elini sokan gedikli çavuşun kolunun üstüne kapanır, kolu kopar. Ardından hareket halinde olan kol sandığın dışında ortaya çıkar ve Karagümrük’ün bileğini kavrar fakat yaralı çavuş bulunamaz. Öte yandan kapağı yaldızlı, üstünde iki melek temsili bulunan bu sandık Tevrat’ın bir bölümü olan “Çıkış Kitabı”nda geçen ahit sandığını akla getirir. Zira İsrailoğulları Mısır’dan -roman da Mısır’daki Port Said Limanı’nın yakınlarında geçer- göç ettikten birkaç sene sonra yapılan bu sandığın kapağı saf altından imal edilmiş olup, üstünde yine saf altından yapılan iki Keruv bulunmaktadır. Hz. Musa On Emir’in yer aldığı tabletleri burada muhafaza eder. İki Keruv arasında Tanrı’nın bulunduğu ve Hz. Musa’nın burada Tanrı ile konuştuğu rivayet edilir. Ahit sandığı Kur’an-ı Kerim’de de Bakara Suresi’nin 248. ayetinde “tâbût” kelimesiyle zikredilir. İlaveten, “Bağışlanma Kapağı” olarak adlandırılan sandık kapağının da Mesih’i sembolize ettiği düşünülür. Öte yandan “Çıkış Kitabı”nın ana konusu, İsrailoğulları’nın sayıca üstün gelmeleriyle birlikte Firavun’un onları köleleştirmesi ve onlara zulmetmesidir. Tanrı, bu yüzden Firavun’u On Bela ile cezalandırır. İlk belanın denizle ilgili olması yine metin açısından dikkat çekicidir:
“17- ‘Benim RAB olduğumu şundan anla, diyor RAB. İşte, elimdeki değneği ırmağın sularına vuracağım, sular kana dönecek. 18-Irmaktaki balıklar ölecek, ırmak leş gibi kokacak, Mısırlılar artık ırmağın suyunu içemeyecekler.’” (Mısır’dan Çıkış, 7:18-19)
Nitekim “Tiamat”ın ileriki sayfalarda tekrarlanacak ilk sayfasının ilk bölümüne bakıldığında Kutsal Rüzgâr’ın üstünde estiği deniz mavilikle, güzellikle değil, karanlıkla, ölümle, cesetle, ruhla, dışkıyla, kısaca kötücül ifadelerle tasvir edilmektedir:
“Soğuk ve karanlık dipler boş ve anlamsızdı. Kadim batıklarda ölü denizcilerin kıpır kıpır yakamozlu ruhları, yakarırcasına kolları yukarıda, yosunlar gibi akıntıda kıvrılıp kıvranarak salınıyor, zeminde çürümüş leş katmanından ölümün nabzı gibi tek tük atan kabarcıklar tıp tıp koparak yükseliyordu. (s.9)”
Üstelik yine aynı sayfada “başlangıçta her şeyin boş ve anlamsız olduğu” iki defa zikredilerek ilkel bir kaosa, bir tür yaratılış mitine, bir dinin doğuşuna vurgu yapılıyor gibidir. Öte yandan bu sandıkla birlikte gelen uğursuzluklar mürettebatın yakasını bırakmayacak, sandık bir anda kapkara kesilecek, üstündeki melekler ifrite dönecek ve içinden bir canavar çıkacaktır. Bu canavar karnına kömür atıp onları tutuşturarak güç kazanır. Şüphesiz canavarın ateşle olan bu ilişkisi bize Şeytan’ı çağrıştırır. Ancak yine sandığın alındığı metruk şilepten yedi tane de çivi alınmış olup bu çiviler insanların kafasını hedef almaktadır. Ayrıca, kafasına çivi düşen herkes de canavar yahut sandığın içindeki kötücül varlık tarafından manyetik bir güçle kontrol edilir. Böylece kontrol ettiği insan sayısı kadar zekâya sahip olan kötücül varlığın zaafının da bilgiye duyduğu şehevi istek olduğunu anlar ve bir çıkış yolu teklif eder Mülazım:
“(…) Aptal olarak bilgi karşısında tokgözlüyüz. O bizden zeki olduğu için açgözlü. Bilgi konusunda seçici olmadığı, iştahlı ve şehvetli olduğu için kendi kuyruğunu ona yutturacağız. Zekâsıyla birlikte güveni de arttı. Onu kibriyle de vuracağız. Onun planı bizim hiçbir şey yapamayacağımız üzerine kurulu. Ama yapacağız. Ondaki zekâ sarhoşluğunu kullanacağız. (…)” (s.135-136)
Kötücül varlığın bilgisinin ve zekâsının yanında bu niteliklerini zaafa çevirecek bir kibrinin olması da Şeytan’ı çağrıştırmaktadır. Anlatı dinden dine değişse de bilindiği üzere şeytan kendini Hz. Âdem’den üstün görerek Tanrı’ya isyan etmiş, başmelek olarak üstün özelliklerine rağmen kibri yüzünden cezalandırılmıştır. Tüm bu noktalar romanın dini, mitolojik kaynaklarını gösterirken anlatının 1915 yılında bir Osmanlı denizaltısında geçmesi ve yazarın üslubunun da gerek sentaks gerekse biçimsel özellikler bakımlarından dönemin dil ve üslup özelliklerini taşıması metnin tarihsel boyutunu oluşturur. Ayrıca, varoluş, özgürlük, aptallık ve zekâ, düşünme ve düşünme biçimleri gibi felsefi konular satır aralarında irdelenerek roman katmanlı bir yapı içerisine sokulur.
“‘Evet,’ dedi Züp, ‘İlim adamlarının işi beyaz kuğular. Biz ise siyah kuğuyu ararız. Almanların harpte çuvallamaları da kitabî olmalarından. Akılcı hasımları yine akılcı olan onları öngörebiliyor. Akıldan akıla yol var çünkü. Onlar beyaz kuğu. Ama bizim erlerimiz öyle değil, bazen akıl dışı davrandıkları için tahmin edilemezler, ancak deli bir kumandana yenilirler. Her biri siyah kuğu.’” (s.41)
“Beyaz kuğu” söz konusu olunca filozof Karl Popper’ın tümevarım veya yanlışlanabilirlik sorunsalını irdelemesi akla gelir. Popper’ın amacı David Hume’un 18. yüzyılda dile getirmeye çalıştığı bir sorunsalı çözüme kavuşturmayı denemektir. Bu sorunsal içerisinde “Bütün kuğular beyazdır” önermesi ön plana çıkar çünkü tümevarımcı düşünme gözleme dayalıdır. Gözlemlenen yüzlerce, binlerce, hatta milyonlarca kuğunun beyaz renkli olması bütün kuğuların beyaz olduğuna dair haklı bir çıkarım mıdır? Hayır, çünkü bizim tarafımızdan gözlemlenmeyen bir kuğu başka renkte olabilir ki bu da üstteki önermeyi yanlışlar. Başka bir ifadeyle, Popper’a göre tümevarım yöntemi bu özelliğinden dolayı tümdengelimin aksine mantıksal bir çıkarım olarak değerlendirilemez. Şüphesiz Popper’a Thomas Kuhn başta olmak üzere diğer düşünürlerden yanıt gelmiştir fakat metne döndüğümüzde ne doğrulanabilen ne de yanlışlanabilen bir önerme karşısında ne yapmak gerektiği sorunsalına varılabilir. Yani akıl ve insan özgürlüğü varoluş içerisinde nasıl konumlanmaktadır?
“Ancak, hür olduklarını düşünmelerine rağmen aslında öyle olmayan bu kişilere Sancı ve diğer zabitler de dahildi. Bu bakımdan onlar, hesaplama ve ispatta, matematiğin ve mantığın esaslarına kuzu kuzu ve hürmetle boyun eğen, itaatkâr ve yumuşak başlı matematikçiler gibiydiler. Çünkü esareti altında yaşadıkları aklın hükümlerini bir ferman gibi kabul etmediklerinde hayatta olamayacaklardı. Var kalmayı hür kalmaya tercih ettiklerinden ruhları, içinde dişlilerin tıkırdadığı bir hesap makinesinden farksız zihinlerinde hapisti.” (s. 87-88)
Elbette, “Tiamat” ile ilgili bütün hususlara değinmek bu yazının boyutunu aşsa da romanın en azından yetkin okur için sekiz sene beklemeye değer olduğunu söyleyebilirim. Pek tabii Anar’ın dilini ağır bulan okurlar da vardır. Bilhassa denizcilikle ilgili terimlerin eski isimleri metinle güreşmeyi sevmeyen okurlar için bu noktada zorluk çıkarabilir. Kanaatim, Anar’ın her cümleyi demlendire demlendire rafine bir metin ortaya koyduğu. Bu minvalde bütün göstergelerin metne hizmet ettiği pürüzsüz bir anlatı. Şüphesiz, postmodernist teknikle yoğrulmuş bir roman fakat felsefi katmanları itibarıyla “Tiamat”ı farklı bir yere koymak daha doğru olacaktır.