İki babanın gölgesinde
Çoğumuzun devletle olan ilişkisi de biraz benim babamla olan ilişkime benzer. Anlayışsız, uzak, soğuk, ilgisiz, yabancı bir iletişim davranışının biçimlendirdiği bir ilişki...
Babam ilkokulu bitirememiş, okuma ve yazmayı askerde öğrenmiş bir adamdı. Şiir yazmamdan, ders kitabı dışında kitaplar okumamdan hoşlanmazdı. Bazen tepkisi şiddetli olurdu. Aslında benim yanlış şeyler yapmamdan korktuğu için böyle davrandığını çok sonra anlayacaktım. Sevgisini açıkça göstermezdi. Bir kez olsun beni okşadığını hatırlamam. Zaten kendisi de sanki bir çocuktu. Çok naif bir insandı. Demiryolu işçisiydi. Yirmi yıllık eğitim hayatımda bir kez olsun okula gelmedi. Benim fikirlerimi hiçbir zaman önemsemedi. Neler yaptığımı asla anlamadı. Bana karşı son derece anlayışsız davrandı. Ama hiçbir zaman dinsel telkinde bulunmadığı gibi namussuzluğu, onursuzluğu ve hırsızlığı dolaylı da olsa telkin eden bir söz söylemedi. Babamla asla açık bir iletişim kuramadık. Ona hiç bir zaman ulaşamadım. Kendimi ona anlatamadım. Buna karşın, on kişilik bir aile olarak yoksulduk ama güzeldik.
İlkokulu bitirdikten sonra, beni halk arasında “çırak okulu” olarak bilinen, devlet demiryollarına bağlı meslek okuluna göndermek istiyordu. Ona göre, dört yıl olan bu okulu bitirirsem, lokomotif teknisyeni olarak erken yaşta hem iyi bir mesleğim hem de iyi bir maaşım olacaktı. Oysa benim hayallerim vardı ve arkadaşlarımla birlikte normal ortaokula gitmek istiyordum. Çırak okuluna gitmektense ölürdüm daha iyi. Zaten babam her akşam eve kara tren kokusu ve yağ lekeleriyle geliyordu. Bir de ben ona benzemek istemiyordum. Hem nasılsa buralardan gidecektim. Bir sabah babam kocaman eliyle bileğimi kelepçe gibi kavrayarak, çırak okuluna kayıt yaptırmak üzere evden çıkardı. Çok korkuyordum. O şekilde mahalleden geçerken, artık kendimi buralardan koparılmış biri olarak görüyordum. Babam, kaçabileceğimi düşünerek bileğimi hiç bırakmıyordu. Rayların arasından yürürken, ilerdeki üst geçidin ötelerindeki çırak okulunun kirli gri binası görünmeye başlamıştı. Önünde ve yanında lokomotifler, vagonlar duruyordu. Şimdi düşünüyorum da Nazilerin Yahudi toplama kampına benziyordu. Bir ara, yanımızdan geçen bir trenin gürültüsüyle, babamın bileğimi kavramış olan elinin gevşediğini hissettim. Kolumu hızla çekip elinden kurtuldum ve rayların arasından kaçıp gittim. O gece eve dönmedim çünkü iyi bir dayakla karşılaşacağımı biliyordum. O geceyi nerede geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabah, babam işe gittikten sonra eve girdim. Annem, babama söylene söylene bana kahvaltı hazırladı. Kahvaltı yaptıktan sonra, eve en yakın olan ortaokula gittim. Bir öğretmene, kayıt yaptırmak istediğimi söyledim. O da kayıt yaptırabilmek için velimin gelmesini söyledi. Velimin gelmesinin mümkün olmadığını, kaydımı kendim yaptırmak zorunda olduğumu anlattım. O halde babamın ve benim nüfus cüzdanlarımızı getirmeliydim. Getirdim. Henüz on iki yaşındaydım. Yıl 1962’ydi. Aradan geçen otuz yıl sonra, 1992’de babamın Toros dağlarında bir yayla evinde öldüğü haberini alınca, gittim. Babamın evinden ayrılalı yıllar olmuştu. Şimdi o bir sedirin üstünde, beyaz bir çarşafın altında hareketsiz yatıyordu. Çarşafı kaldırdım. Gündelik kıyafetiyle küskün bir nehir gibi uzanmıştı. Gömleğinin cebinde yalnızca benim adım ve adresim olan bir kart vardı.
“Uzak ve Eski” adlı kitabımda yer alan bu şiiri belki de bu tür yaşantıların tortulaşması sonucu yazmışımdır:
GÜLÜN İLKESİ
dağa çizilmiş resimdir
bir çocuğun babası olmak
yakından bakınca anlaşılmaz
uzaktan belli eder kendini.
taşrada yalnız yaşamaktır
bir çocuğun babası olmak
atlarla çarşıya girince köylüler
upuzun bir turna katarı
sonbaharın altını çizer.
radyoda uygun bir istasyon aramak
aynanın önünde yılları tortusunu taramak
hep aynı dalda açmaktan yorulmak
başka nedir, bir çocuğun babası olmak?
gülün ilkesidir vaktinde solmak.
Çoğumuzun devletle olan ilişkisi de biraz benim babamla olan ilişkime benzer. Anlayışsız, uzak, soğuk, ilgisiz, yabancı bir iletişim davranışının biçimlendirdiği bir ilişki. Güvensizliğe dayanan bir devlet-yurttaş ilişkisi. Yurttaşına en ideal olanı vaat edip, en kötü olana razı olmasını isteyen bir ilişki. Elbette babamla benim ilişkimizi, devletle yurttaş ilişkisinden ayıran çok önemli bir fark var: Babam öldüğünde, cebinden benim adımın yazılı olduğu bir kartın çıkması, gerçekte bana açıklayamadığı bir sevgisi olduğunu gösterir. Oysa devletin cebinde yurttaşların adlarının yazılı olduğu kartın çıkması, hiç de tekin olmayan bir işlemin habercisidir. Bir borcun tahsili, bir duruşmanın tebligat evrakı, sonuçlanmış bir icra davasının metni gibi. Şu da önemli bir fark: Kendi bildiğini okumak isteyen babamın elinden kaçıp kurtulma şansım varken, “istesek de istemesek de” kendi bildiğini okuyan “devlet baba” nın elinden kurtulma şansımız pek fazla yoktur. İşte devlet baba bunu bildiği için gırtlağımızı sıktıkça sıkar. Oysa ta iki bin beş yüz yıl önce, devleti baba olarak gören Platon bile bazı konularda daha geniş ufukluydu. Örneğin, çocukların eğitiminde müzik ve edebiyatı ilk sıraya koyuyordu. Ama buna karşın, doğuştan savaşçı olarak kabul ettiği insanların evlilik tercihlerini devletin yetkisine bırakıyordu.
Şunu da belirtmeliyim ki, babamın uyguladığı şiddet ile devlet baba’nın uyguladığı şiddet arasında da “şiddetli” bir mesafe var. Bir kez devletin şiddet ile ilişkisi, yurttaşları kendi standartlarına uyumlu yapmak için uyguladığı sistemli mekanizmalar bütünüdür. Oysa babam hiçbir zaman ailesini kendine tabi olarak görmemiş, kendini ailesine tabi olarak görmüştür. Bu nedenle babamın bize sırf şiddet uygulama amacıyla oluşturduğu herhangi bir sistemli mekanizması yoktu. Denebilirse, ancak gerektiğinde tokadını ya da tekmesini kullanırdı. Olmadı, küfrederdi. Bunun için de bir bütçe ayırması, silahlar biriktirmesi, binlerce insan görevlendirmesi gerekmezdi.
Babamı bir konuda ikna etmem için önce annemi ikna etmem gerekirdi. Gerisi kolaydı. Sevgisini, sıcaklığını, yufka yürekliliğini hiç çekinmeden, cömertçe gösteren annemi ikna etmem, babamı en karşı çıktığı konularda bile ikna etmem için yeter de artardı bile. Oysa devlet babayı ikna etmek için böyle bir güç yoktu. Yoksa var mıydı? “Devlet ana” dediğinizi duyar gibiyim. Tamam, benim anam ile “devlet ana” yı karşılaştırma konusunu başka bir yazıya bırakalım.