İki bin yüz doksan günlük adalet çığlığı!
Bir anne iki bin yüz doksan gündür vicdan ve ahlak sahibi insanların yüreğinde bir sembole dönüştü. Bir anne iki bin yüz doksan gündür sesini dünya âleme duyurdu.
Bir anne iki bin yüz doksan gündür adaletin peşinde. Sözüm ona adaletin tahsis edildiği, adına saray dedikleri bir binanın önünde adaletin yerini bulmasını bekliyor. Bir anne iki bin yüz doksan gündür haksızlığa ve o haksızlığın öznesi olanlara karşı tek bir adım geri atmadı. Bir anne adaletin yerine gelmesi umuduyla direniyor. Bir anne direniyor, sözünü sakınmıyor, bir kale gibi duruyor. Haklı oluşun verdiği dirençle, yüreği yanan bir annenin iki bin yüz doksan gündür ellerini gökyüzüne kaldırıp yapılanların hesabının sorulması istiyor. Bir annenin iki bin yüz doksan gündür yüreği yanıyor. Bir anne tüm saldırılara karşın çelik gibi duruşuyla mücadelenin inceliklerini ve gücünün nelere kadir olacağını gösterdi, gösteriyor. Bir anne iki bin yüz doksan gündür tüm heybetiyle, cesaretiyle, direnmenin verdiği umudu işliyor, hakkın ve hukukun gücünü hatırlatıyor. Bir anne iki bin yüz doksan gündür ne yağmur ne fırtına ne de Urfa sıcaklarını tanıdı… Bir anne iki bin yüz doksan gündür vicdan ve ahlak sahibi insanların yüreğinde bir sembole dönüştü. Bir anne iki bin yüz doksan gündür sesini dünya âleme duyurdu, lakin önünde durduğu Adalet Bakanlığı duymadı, duymak istemedi. İktidarın zalim aparatlarına dönüşen mahkeme salonları göklere yükselen annenin sesine karşı sağır ve kör rolüne büründü. Bir anne iki bin yüz doksan gündür sesiyle, ağıtlarıyla gökleri salladı, sokaklarda, meydanlarda acılı ve yaralı sesi yankılandı. Bir anne çıplak elleriyle molozlar arasında adalet aradı.
O anne çıplak elleriyle herkesin gözleri önünde molozların altında adaleti arayışı bize Diyojen’i hatırlattı, yirmi birinci yüzyılın adalet arayan Diyojeni oldu. Bir anne zalimlere ve baskıcı iktidara dert oldu. Bir annenin eylemleriyle vicdanın ve adaletin sembolüne dönüşünü izledik, anneyi sembolleştiren zalimler, Picasso'nun “Guernica”sını hatırlatıyor. İspanyol generali Franco, Nazi Almanya’sı ve İtalyan hava kuvvetlerinin yeni uçaklarını denemeleri için İspanya'nın Guernica kasabasının bombalanmasından sonra insanlığın hafızasında diri tutmayı başardı. Emine Şenyaşar’da sesiyle, cesaretiyle, ağıtlarıyla zalimlere ve despotlara karşı bir tablo bıraktı ülkenin ve dünyanın hafızasına. Bir anne mücadelesiyle, direnişiyle şevk, güç ve cesaret verdi sesi çıkmayan, sinen ve korkanlara. Nasıl ki tarih yapılan barbar saldırıyı not düştüyse, Emine annenin direnişi de altın harflerle nakşedildi.
14 Haziran 2018 yılında Suruç’ta bir katliam yaşandı. Emekçi, esnaf bir aile her günkü gibi şehrin merkezinde olan dükkânını açtı. Öğleden sonra kalabalık bir grup ilçenin çarşısına girdi. Bu kalabalık grup yaklaşan seçimler için sahadaydı. Şenyaşarların bulunduğu dükkâna giren kalabalık grubu sıcak ve hoş karşılamadı. Grubun başında AKP milletvekili İbrahim Halil Yıldız vardı. Kabalığın çoğu da zaten akrabalarından oluşuyordu. Soğuk ve hoş karşılanmayan grup ve Şenyaşarlar arasında tartışma meydana geldi. Bu tartışma daha sonra yerini kanlı ve acımazsız bir saldırıyla son bulacak ve anne Emine Şenyaşar ve oğlu Ferit Şenyaşar Urfa adliyesi önünde tarihi bir direnişi başlatacaktı. Dalga dalga yayılacak ve ülkenin direniş tarihinde hatırlanacak, örnek gösterilecekti. Eylem hala devam ediyor, Ankara’da Adalet Bakanlığı’nın önünde.
Emine anne cezaevinde tutulan oğlunun bırakılması şartıyla eylemini sonlandıracağını ve evine döneceğini beyan ediyor. İki bin yüz doksan gündür adaletin ve onun temsilcilerinin kendisine cevap olmasını bekliyor. Yıldız ve akrabaları barbarca bir saldırı ile Şenyaşar ailesinin üç ferdini katlettiler. Katliamın detaylarını hepimiz biliyoruz, hastanede oksijen tüpüyle sedye üstünde yaralı bir şekilde öldürüldüler. Düşman hukukunun bile ayaklar altına aldığını saldırının sonucunda Hacı Esvet Şenyaşar (66), oğulları Adil (25) ve Celal Şenyaşar (45) öldürüldü. Ölüm her türlü zordur ve kabullenmesi kolay değildir. Şenyaşar’ların ölümü sıradan bir ölüm değildi ve bize ülkenin nerede olduğunu, tek adam rejiminin sonuçlarını da veriyor. İktidara sırtını yaslamış Kürdistan’da istediği gibi at koşturmalarına müsaade edilmiş sistemin sonuçlarıydı. Mesele ezen ve ezilendi. İktidar olanla ve ona direnenlerin arasında gerçekleşen bir yaklaşımla okumak gerek. Birileri sırtını güce dayayıp tüm evrensel hukuk normlarını hiç sayan ve iktidar eliyle oluşturulmuş bir sistem diğer tarafta kimliğiyle, emeğiyle var olan Kürt bir aile. Ülkenin kısacık tarihi bize her şeyi tane tane anlatıyor.
İktidar ve onu buralara kadar getiren sistem adım adım ezilen halkın arasına kaosu, düşmanlığı, fitne ve fesatlığı derinleştirmek ve düşmanlığın filizlenmesi adına baya bir yaratıcı olduğu kesin. Kendi bekası için isteyerek, arzu ederek, umut ederek, canla başla çalışarak bunu sürekli güncel tutmayı başarıyor. Tabi haliyle bu tuzağa düşen, tuzağın yaratımında emeği geçenlerle birlikte sürekli tekrarlanıyor. Kürdistan’ın her hangi bir köyüne gittiğinizde, mahallesine vardığınızda, meydanında dolaştığınızda saklı ve yaratılmış düşmanlığı görmememiniz içten bile değil. Birliğini sağlamış bir toplum ve topluluk, bir halk, bir köy veyahut bir mahallenin özgürlüğün anahtarının ellerinde olduğunu görecekler. Sömürge hukukunun nasıl işlediğini görmek ve hissetmek için herhangi bir adliye binasının içine girip çok basit sıradan bir davayı izlemeniz işletilen hukuku görmenize çok yardımcı olacaktır. Şenyaşar ailesinin mahkemelerde yaşadığı budur.
Yıllarca, durmadan soluklanmadan bizi kendimize düşman etmek için her yolu deneyen iktidarların ve kurucu öğelerin yapmadığı kalmadı. Saldırı ve imha varsa direniş kaçılmaz olduğunu iyi bilen düşmanlık üzerine inşa edilmiş sistem: tüm araçları ve aparatları ile hiçleştirmek için durmadan saldırdı. Çeşit çeşitti bu saldırılar. Öldürmek, yok etmek, sürgün etmek, toprağından koparmak, okullarda ruh ve aklı etmek. Yetmedi görsel ve yazılı araçlarla da bizi kendimize düşman etmek için çok çabaladılar; dizeler, filmler çektiler. Yetmedi roman ve öykü kurgularına malzeme edildik. Kürt halkının dizilerde, filmlerde, romanlarda nasıl gösterildiği/temsil edildiği hepimizi çok iyi biliyoruz. Bizi kendimize düşman etmek için, derken bundandı kastımız. Yıllarca süren bu girişimlere karşı kalabalığın için bir ses yükseldi, ret etti! Kürt anaları ses yükseltti. Sesini yükselten ve bu kirli sisteme hayır, diyen o anaların evlatları üzerimize dökülen ölü toprağı silkeledi. Yükselen ses şöyleydi; “hûnê me qirbikin xwelî serê we be”. Bu motto kendine olan güveni özetliyordu. Köklerinden aldığı ferasetle güçle bunu haykırıyordu. Şu kısacık cümlenin ağırlığı esasında annelerin verdiği mücadeleyi özetliyordu. Şu cümlenin yanına başka bir cümle ekmek gerek; “siwar hatin peya çûn”. Tıpkı Emine annenin başlattığı direniş mücadelesinin verdiği cevap gibi vardık, var olacağız ve tüm heybetiyle var olamaya devam edeceğiz.
Azucena Villaflor, Josefa, Raquel, Beatriz, Delicia, Raquel, Haydee, Mirta, Berta, María Adela, Cándida Felicia, María Mercedes ve Julia. Arjantinli bu on dört kadın, 13 Nisan 1977’de evlerinden çıktılar. Başkanlık sarayı Casa Rosada’nın (Pembe Ev) karşısındaki meydana, Plaza de Mayo’ya (Mayıs Meydanı) vardılar. Bugün olduğu gibi o gün de Arjantin siyasetinin en önemli mekânıydı o meydan. Meydanda beklemeye başladılar on dört kadın. Beklediler ki 100 metre ilerideki Casa Rosada’nın kapıları açılsın, açılsın da dünyanın en zor sorusuna cevap verecek biri çıksın karşılarına. 1995’de Galatasaray Meydanı’nın önünde anneler ve onların dostları cumartesi günü kaybettikleri ve akıbetlerinin ne olduğunu bilmek ve hesap sormak için oturma eylemi başlattılar. İki hafta önce 1000 haftayı geride bıraktılar. Cumartesi Anneleri tek bir adım geri atmadan, tüm ahlaksız saldırılara inat çocuklarını ve kaybedilen yakınlarını her hafta sordular. Emine anne de bir sabah tek başına Urfa Adliyesi önünde tarihi bir eylem başlattı. Öldüren ve tutsak edilen eşi ve çocukları için haykırdı. Tek başına başlattığı eylem bugün milyonların desteğiyle ve her geçen gün büyüyerek kitlelerin vicdanında yer buldu. Emine anne barbarlara karşı adaletin arayışının sembolü oldu.
Emine annenin başlattığı tek kişilik eylem bana siyahi Rosa Parks direnişini hatırlattı. 1955 yılında bindiği otobüsün koltuğundan kalkmayan Parks. Oturduğu yerden kalkmayan Rosa Parks beyaz diktatörler tarafından tutuklandı. Emine Şenyaşar da Urfa Adliyesi’nin önünde oturmakta ve adalet talep etmek gram ödün vermedi. Davalarla, türlü türlü ayak oyunlarıyla mücadelesinden vazgeçirmeye çalıştılar. Oturduğu yerden kaldırmak için beton bariyerler konuldu, haberini yapan gazeteciyi gözaltına aldılar, kitlelerin desteğini kesmek için ellerinden geleni yaptılar. Emine anne yılmadı, direndi ve şimdilerde haklı davasını ülkenin başkentinde Adalet Bakanlığı’nın önünde sürdürüyor. Her zaman ve her koşulda Emine annenin yanında olduğumuzu bir kez daha tüm haklı gücümüzle kör ve topal adaletin yerini bulmasını umut ediyoruz. Yazı Arjantinli Mayıs Annelerinin söyledikleriyle bitirelim; “Bir tek mücadele kaybedilir; o da terk edilen mücadeledir.”