YAZARLAR

İki enteresan Artin

Ermenileri ırk ve dil yoluyla Türk ilan etme ve etmeme konusundaki çabalar bugünden bakılınca ortaçağlarda madenleri büyülü formüllerle birbirine dönüştürmeye çabalayan simyacıları hatırlatıyor. Olgunlaşma düzeyindeki eksiklikler o dönemde insanları bu türden alternatifler aramaya itmiş olabilir. Gerçi bu meselelerde pek de ileri adımlar atmış sayılmayız. Politik simyacılık halen kuvvetli bir akım.

Osmanlı/Türk kültürüne Anadolu Ermenilerinin katkıları hakkında okurlar bilgi sahibidirler. O nedenle bu bahsi açma gereği duymuyorum. Bu hafta iki farklı dönemden iki farklı Artin’in iki enteresan kitabını tanıtmayı planladım. Her ikisi de kendi dönemlerini yansıtmaları açısından oldukça ilginç örnekler.

TAMBURİ ARUTİN’İN İLGİNÇ YOLCULUĞU

İlk tanıtacağımız kitap, Tamburi Arutin’in Tahmas Kulu Han’ın Tevarihi adlı kitabı. Tahmas Kulu, daha doğru yazılışıyla Tahmasb Kulu (gerçi Azerbaycan Türkçesinde Tehmasib diye okuyorlar) derken kastedilen kişi Nadir Şah (1736-1747). Nadir Şah gençliğinde Safevi ailesinin hizmetinde olduğu için bu isimle anılıyordu. Sonradan olağanüstü askeri başarılarına dayanarak “Ben neden Şah olmayayım ki” diye düşündü ve son Safevilerin hepsini ailece katlederek 1736’da İran tahtına oturdu. Daha doğrusu Mugan Ovasında yapılan bir kurultayda Şah seçildi. Bu elbette gerçek bir seçim değildi. O zamanki adıyla Nadir Han, Kurultaya katılan 20.000 kişinin 19.999’unun desteğiyle, tüm Türkmen reislerinin ve mollaların ‘oy birliğiyle’ Şah seçilmişti. Bu pek ‘demokratik’ seçimde Nadir Şah’a itiraz eden tek muhalifin de hemen oracıkta boynu vurulmuştu.

Nadir Şah çoğu tarihçinin gözünde Asya’nın son büyük fatihidir. Horasan Türkmenlerinin Avşar boyundan olan bu zat (bazı kaynaklarda Kürt olduğu da söylenir) savaş alanında hemen hiç yenilgi tatmamış, Osmanlıları, Babürleri, Afganları yenilgiye uğratan büyük bir askeri dehaydı. Askeri başarılarının yanı sıra Sünnilik ile Şiilik arasındaki ayrımları kaldırmak gibi derin planları da vardı. Ama bu yönde çabaları hem Şii hem de Sünni ulemanın büyük tepkisine yol açmıştı; ama elbette İran’daki tepki Osmanlıdaki gibi açıktan değildi; yoksa Mugan Ovası’nda erken öten horoz misali kelleler havada uçuşurdu.

İşte bu günlerde (1736) Osmanlı-İran barışını güvence altına almak için bir elçilik heyeti İran’a gitmişti. Heyet Tebriz’den Afganistan'a kadar yolculuk edip yerinde pek durmaz bir hükümdar olan Nadir Şah’ın ordusuna Kandahar’da katılmıştı. Oradan da Hindistan seferine duhul etmişlerdi. Elçilik heyetinde yer alan Tamburi Artin bize anılarını bıraktı. Ermeni harfli Türkçe olarak yazılan bu anılar ilk kez 1800 yılında Venedik'te basılmış, 1942’de dönemin Amasya mebusu Esat Uras tarafından tercüme edilip yayınlanmıştır.[1] Bu kitap hakkında fazla bir araştırma yok.[2] Olanlar da içeriği hakkında fazla bilgi vermiyorlar. Halbuki metin çok ilginç anekdotlarla dolu; Kandahar’da kendini tanrı ilan eden Zümrüt Şah’ın hikayesi (Tamburi Arutin bu meseleyi anarken tövbe estağfurullah diye söz ediyor), Nadir Şah’ın zalimliği anlatılırken insanları öldürmesinden ziyade kedi köpeklere bile acımamasına dikkat çekilmesi, Nadir Şah'ın ordusunda aralarında ‘fahişe, metres, cariyelerin de  yer aldığı elli bin avrat olması’, onlara da bazen börk giydirilip ordu kalabalıkmış gibi gösterilmesi gibi hadiselere akademik yazında pek değinilmemiş.

Nadir Şah ile Babür Sultanı Muhammed Şah’ın sofra eğlenceleri de genellikle es geçiliyor. Arutin’in sahneyi anlatması çok renkli: “Muhammed Şahla ikisi (Nadir) meclis ettiler. Sarayın meydan yerinde aşikare görsünler diye halılar serdiler. Ne kadar hanende (şarkıcı), hukkubaz, taklabaz, maymunbaz, tasbaz (tabak-çanakla gösteri yapan kişi), mukallit, zurnazen, davulcu hepsini bir yere cem ettirip ol meclisin karşısında oynattı ki ekser Acem şahları bayramlarda, Nevruzlarda böyle yaparlarımış.”

Başka ayrıntılar da akademik çalışmalarda yok. Mesela Ceyhun nehri sınırında adamlarına ve ‘avratlarına’ güvenmeyen Nadir Şah, ganimetten pay saklayanları yakalatmak için herkesi donuna kadar soydurmuş. Para hırsıyla Meşhed’teki imam Rıza Türbesi’nin (ki burası muhtemelen İran’daki en saygın dini mekandı) altın kubbesini söktürüp erittirmiş.

Gene de Arutin Sezarın hakkını Sezar’a teslim ediyor. Tüm halkı imparatorluk kültü etrafında birleştirmek isteyen Nadir Şah o güne kadar sadece Şiilik propagandası yapılan camilerde her inançtan İranlıya eşit mesafede olduğuna dair hutbeler okutmuş. Şah olunca ilk gün ben Çaryarî’yim demiş. Bu sözcüğü ilk okuduğumda ne yalan söyleyeyim ne kastedildiğini anlayamadım. Sonra Afganistan’da komünist hükümete karşı İslamcıların attığı Ya Çaryar sloganı aklıma geldi. Çaryar dört sevgili demek. İlk dört halifeyi övmek için kullanılan bir sözcük. Nadir Şah böylece ben "dört halifeyi sevenim" yani Sünniyim demiş oluyordu. Safeviler zamanında bilindiği üzere ilk üç halife hakkında menfi sözler söyleme adeti vardı. Nadir Şah bu hutbeyi verdirdiğinde Sünniler sevinmiş Şiiler üzülmüştü. Ama ikinci gün Şah “Ben Kızılbaşım” demiş. Bu sefer de Şiiler sevinmiş Sünniler üzülmüş. Üçüncü gün “Ben Ermeniyim” demiş. Dördüncü gün de bu sefer “Ben Yahudiyim” deyivermişti. Aklı karışan halka, Nadir Şah bundan gayri devlet sınırları içinde herkesin eşit olduğunu ilan etmekteydi. Tabii kendi ‘demokratik üslubuyla. Nadir Şah şu cümleyi de hutbeye ekliyordu: “Varınız kardeş gibi geçinin, yoksa başınızı et gibi keser önünüze atarım”. Dediğini yapan bir adam olduğundan herkesin birbirine kardeşçe sarılmak için kuyruğa girdiğinden eminim.

Tamburi Arutin bir İstanbulluydu ve bir İstanbullu olarak, İran’ı da İran’daki Ermenileri de pek beğenmemişti. Anlattığına göre Nadir Şah bir gün Horasan civarında bir Ermeni şehri kurayım demiş. Kendinden evvel Büyük Safevi Şah’ı I. Abbas da (1587-1629) binlerce Ermeni aileyi kendi rızaları dışında zorla İsfahan’a tehcir edip burada Yeni Culfa adlı mahalleyi kurmuştu. Burasını 2018 yılında ziyaret etmiştik. Harika tarihi mekanlar bulunuyor. Dışarıdan İslamî /İrani bir yapı gibi duran ama içi Avrupa’da (genelde Hollanda’da) eğitim görmüş Ermeni ressamlarca süslenen Vank katedrali mutlaka gezilip görülecek yerlerden.

Yeni Culfa (isfahan) Vank Katedrali, foto: Töre Sivrioğlu.

 

Vank katedrali’nde Kıyamet Günü Yargısı Freski (17. yüzyıl) foto: Teoman Güneş.
Vank katedrali’nde Kıyamet Gününde cehenneme giden inançsızlardan bazıları (17. yüzyıl) foto: Töre Sivrioğlu.

Neyse buna sonra yine değiniriz. Nadir Şah da I. Abbas’a özendiğinden ‘ben de bir Ermeni kenti kurayım’ demiş. Ermenilere haber salıp ‘Ben Horasan’da bir kent inşa edeceğim bana her aileden birini gönderin’ diye emir vermiş. Bu olaydan hiç hoşlanmayan ve Horasan’a gitmek istemeyen ama Nadir Şah'a karşı gelemeyen Ermeniler de nerede “huvarda, bekri, iş kaçağı, yaramaz, yankaz (yalancı) adam” varsa Şah’a göndermişler. Şah da bunları Horasan’a yerleştirmiş.  İşte o gün bu gündür bu adamlar mest-ü müdam (daima sarhoş) gezip dururlar ve halkı da döverlermiş. Halk da Şah’ın adamları olduğundan bunlara ses çıkaramazmış. Bu adamlar kendilerine verilen bağ bahçeyi ekmedikleri gibi Kilise kurmaları için verilen bin tümeni de çarçur etmişler. Arutin "ben bu kiliseyi de gördüm, dört divardan başka bir şey yoktu, üstü açıktı” diyor.  “Ne yazık ki her milletten işte böyle çelebiler (şımarık, züppe anlamında) çıkar, böyleleri bizden uzak olsun” diye yazan Arutin İran Kürtlerini de epeyi kötülemiş.  Gerçi tüm İran halkını kötülediği için bunun da bir ehemmiyeti var mı bilemiyorum.

Arutin seyahatnamesinin ilginç olan bir yönü de metnin orijinalliği konusunda bir şüphe duyulmaması. Çeşitli platformlarda metnin Esat Uras tarafından Ermeni harfli Türkçe aslına tamamıyla sadık kalınarak yayınlandığı söylenmekte; hatta bu metin çağın günlük dilinin sadeliğine de kanıt olarak sunulmakta.  Gerçekten de eğer metin o günün dilini yansıtıyorsa inanılmaz bir güncellikte olduğu söylenebilir. Ama ben bu konuda biraz şüpheliyim. Örneğin daha ilk cümlede Arutin, “İran’a yaptığı yolculuktan” söz ediyor. İran o dönemde pek yaygın bir kullanım değildi. Acem diyarı, Acemistan, Fars kullanımı yaygındı. Bu sözcük orijinal metinde nasıl geçiyor bilemiyoruz. Esat Uras “metne fazla müdahil olmadım” demiş. Orijinal tıpkı basımı göremediğimizden mukayese yapmamız mümkün değil. Ama belki bu metnin orijinaline ulaşma şansı olanlar bu konuyu aydınlatabilirler.

ARTİN CEBELİ: 'BİZ TÜRKÜZ!'

Çağlar sonra bir diğer Artin’le devam ediyoruz. Biz Türküz kitabının yazarı olan ve hakkında hiçbir biyografik bilgi bulamadığım Artin Cebeli ile ilgili akademik dünyada da hiçbir yazı olmadığıyla söze başlayayım. Kendisinin yazılarını yaklaşık on –on beş yıldır sağda solda arar bulurum. Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanmış kimi makaleleri ile Türk Dil Kurultaylarındaki tebliğlerine ulaştım. Ayrıca bildiğim tek basılı kitabı olan Biz Türküz[3] adlı kitabını da buldum. Ama Artin Cebeli kimdir, nerede, ne zaman doğup ölmüştür, bilemiyorum. Belki bu yazı vasıtasıyla bu konu hakkında bilgi sahibi olan okurlar bana ulaşıp yazarın biyografisi hakkında bilgi verirler.

Erken Cumhuriyet yıllarında Ermeni dilbilimcilerin Türkçe araştırmalara katkısı bilinir. Bunların başında Agop Martayan (Dilaçar) (1895-1972) bulunmaktaydı. Gerçi Ermeniler Türkçe araştırmaları konusunda Osmanlı döneminden beri öncüydüler. Mesela ilk Türkçe etimolojik sözlüğü Bedros Keresteciyan (1840-1909) kaleme almıştı. Daha az tanınan Ermeni Türkçe uzmanları da vardı. Bunlardan biri de Artin Cebeli... Cebeli Türk Dil Kurultaylarında Ermenice ve Türkçenin aynı kökenden geldiğini savunan tebliğler sunmuştu. Kurultay’da savunduğu görüşlerini Cumhuriyet gazetesinde “Ermenilerin Türklüğü” başlıklı yazısında özetleyen Cebeli “Sümer-Akat Türklerinin MÖ 10000'de Mezopotamya’ya yerleştiklerini" iddia etmekteydi. Ermenilerin kendilerine verdikleri isim olan “Hayk”, “Hat” hecesinden gelmişti ve Hititlerle ilişkili olabilirdi. “Hayk” lafzı Hyksus (Mısır’ı MÖ 15. yüzyılda istila eden bir kavim), Oksus (yukarıda andığımız Ceyhun Nehrinin diğer adı), Oğuz’un kökenleri ile aynıydı vb.[4] Cebeli, Türklerle Ermenilerin aynı ırktan geldiklerini de savunuyordu. Bu nedenle Ermeniler sadece vatandaşlık sebebiyle Türk değillerdi. Onlar aslında ırk olarak da Türklüğün parçasıydılar. Antropoloji de bunu kanıtlamaktaydı.[5]

O dönemlerde Türk antropolojisi yuvarlak geniş kafatasına (brakisefal) sahip herkesi Türk kabul etmekteydi. Ermenilerin de Türkler gibi yuvarlak kafalara sahip olması sebebiyle iki milletin aslında aynı ırktan geldikleri genel kabul gören bir görüştü.[6] Bu kanıtlama yöntemiyle Anadolu’da yaratılmak istenen ulus birliğine antropolojik bir dayanak sağlanmak istenmekteydi. Artin Cebeli gibi araştırmacılar da bu teorileri Türk-Ermeni gerilimlerini sona erdirecek bir çözüm yolu olarak görmekteydiler. Ermenilerin de aslında Türk oldukları iddiasının iki halkın tarihinde yeni bir sayfa açacağını düşünen Yunus Nadi’nin Ermenilerin Türklüğünü kanıtlama tarzı ise çok daha ilginçti. Yunus Nadi’ye göre Ermeniler elbette Türktü. Türk olmasalar Bimen Şen Türk halkını böylesine cezbeden şarkıları besteleyebilir miydi?[7] (Artaki Candan ve Kemani Serkisi de unutmayalım). Bazı antropologlar ise bu ırk birliği fikrinden hoşlanmamışlardı. Örneğin Muzaffer Şenyürek Ermenilerin kafatasının da Türkler gibi brakisefal olduğunu kabul ediyor ama Ermenilerin hiper-brakisefal (aşırı yuvarlak!) kafatasına sahip olduklarını da ekliyordu. Üstelik onların kafasının arkası yassıydı.[8] Oysa Türklerinki çıkıktı! Bu nedenle “Türk-Ermeni kafatası birliği teorisi” çürütülüyordu.

Ermenileri ırk ve dil yoluyla Türk ilan etme ve etmeme konusundaki çabalar bugünden bakılınca ortaçağlarda madenleri büyülü formüllerle birbirine dönüştürmeye çabalayan simyacıları hatırlatıyor. Olgunlaşma düzeyindeki eksiklikler o dönemde insanları bu türden alternatifler aramaya itmiş olabilir. Gerçi bu meselelerde pek de ileri adımlar atmış sayılmayız. Politik simyacılık halen kuvvetli bir akım.

NOTLAR:

[1] Tamburi Arutin,  Tahmas Kulu Han’ın Tevarihi, çev. Esat Uras, TTK Yayınları, Ankara, 1942.

[2] Şu makaleye bakılabilir: Hilal Çiftçi, “Osmanlı Sefaret Heyetinde Bir Ermeni: Arutin Efendi ve Ermeni Harflerle Türkçe Yazdığı Seyahatnâmesi” Selçuk Ün. Sos. Bil. Ens. Der. 2021; (46): 130-141.

[3] Artin Cebeli, Biz Türküz, Artun Basımevi, Galata, 1936.

[4] Cumhuriyet, 24 Kanunevvel (Aralık) 1932.s.4.

[5] Biz Türküz, s.1-26.

[6] Reşit Gâlip, “Türk Irk ve Medeniyet Tarihi’ne Umumî bir Bakış” I. Türk Tarih Kongresi, 1932, s. 102–103.

[7] Yunus Nadi, “Tarih Önünde Türkler ve Ermeniler” Cumhuriyet 2 Haziran 1938.

[8] Muzaffer Şenyürek, “Anadolu Bakır Çağı ve Eti Sekenesinin Kraniyolojik Tetkiki” Belleten Cilt V Sayı 19 Temmuz 1941, s.220–221.


U. Töre Sivrioğlu Kimdir?

1980 yılında Gönen'de doğdu. Ege Üniversitesi'nde arkeoloji bölümünden mezun oldu. Arkeoloji alanında yüksek lisans ve tarih alanında doktora eğitimi aldı. Türkiye'nin çeşitli illerinde ve İran, Özbekistan, Afganistan gibi ülkelerde kazı ve araştırma projelerine katıldı. İran, Bizans, Osmanlı/İslam sanatı ve arkeolojisi üzerine çeşitli araştırmaları yayınlanmıştır. Arkeoloji ve tarih temalı atölyeler yapmaya devam etmektedir.