YAZARLAR

İki iktidar tasavvuru: Egemenlik ve tahakküm

Foucault’nun iktidar analizini salt hukuken egemen organa odaklamaması, toplumsal hayattaki tahakküm çeşitliliğini hesaba katması ve somut mekanizmaları incelemeyi önermesi kuşkusuz önemlidir. Ancak Nietzsche’den ilhamla meseleyi sürekli “iktidar, hak ve hakikat” üçlemesi ekseninde tartışan düşünür bu doğrultuda ne kadar yol alabilmiştir?

Michel Foucault siyasetin bir savaş olarak kavramsallaştırmasına başlarken ordu kurumunun analizine girişeceğini ilan eder:

 “Şimdiye kadar, kabaca son beş yıl süresinde, [araştırma konularım] disiplinlerdi, önümüzdeki beş yıl süresince savaş, mücadele ve ordu olacak.” (1)

Ancak seminerlerinde bu vaadini yerine getirdiğini söylemek mümkün değildir. Bu ihmal dikkat çekicidir. Orduyu bir kurum olarak incelemek yerine düşünce tarihinde pek bahsedilmeyen bir tarihyazımına odaklanır. Böylece düşünür doğa hukuku yerine kılıç hakkını vurgulayan alternatif bir siyaset kuramının varlığını ortaya çıkarır. Ancak bu siyasette “boyun eğdirilmiş bilgileri” keşfetmek için yeterli olabilir mi? Hastanın, suçlunun, sapkının bilgisi gibi bu bilgiler için de boyun eğdirilmişlerin hafızasına başvurmak gerekmez mi? Foucault ise isyan tarihine değinmezken, siyaset kuramında fetih tarihinden bahseden yazarları ele alır.

KRALIN KELLESİNİ VURMAK

Foucault siyaset kuramına ilişkin ünlü yorumunda kralın kellesini vurma gerekliliğinden bahseder. Batı siyasal düşüncesi Ortaçağ’dan bu yana kraliyet iktidarına odaklanmıştır. Kralın merkezde olduğu bu yaklaşımda temel sorular kralın yetkileri ve bunun sınırları -yani meşru egemenlik- ve itaat zorunluluğudur. Önceki çalışmalarının ışığında Foucault bu iktidar anlayışının, belirli bir hukuk ve hakikat anlayışıyla bağlantılı olduğunu öne sürer. Meşru egemenlik (sovereignty) kavramı, boyun eğdiren tahakküm (domination) ilişkilerini gizlemektedir. Düşünür egemenlik ve itaat yerine tahakküm ve boyun eğdirmeye odaklanmak gerektiğini öne sürer. Nitekim kralda vücut bulan egemenliğin tersine, toplumsal bedende çok sayıda tahakküm ilişkisi vardır. Peki, meşru egemenlik kavramının görmezden geldiği ailede, okulda, hastanede, cezaevinde, işyerinde işleyen bu tahakküm ilişkilerini açığa çıkarmak için iktidar kavramında nasıl bir değişikliğe ihtiyaç vardır?

EGEMENLİĞE KARŞI TAHAKKÜM KAVRAMI

Foucault iktidar kavramını yeniden ele alırken dört metodolojik kriter belirler:

1- Hedef, tek-merkezli ve meşru biçimiyle iktidara değil, iktidarın hukukî çerçeveyi aştığı çeperine, kılcal damarlarına yoğunlaşmaktır. Nitekim bu alanlarda iktidar giderek hukuktan uzaklaşır.

2- Hedef, iktidarı niyet veya kasıt açısından incelemek değil, iktidarın uygulama sahasını, uygulandığı nesneyi ve sonuçlarını araştırmaktır. Böylece Foucault Hobbes’un Leviathan’da izlediği yöntemin tam tersini takip etmektedir: Hukuku temel alan siyaset kuramlarının temel derdi bir insan kümesinin nasıl yekpare bir iradeye (egemenlik, milli irade vs.) dönüştüğünü açıklamaktır. Foucault ise egemenliğin temsil ettiği “merkezî ruh” yerine “çeper bedenlere” ve bu bedenlerin iktidarın etkisiyle nasıl (hem özne hem de tebaa anlamında) süje haline geldiğini incelemeyi amaçlar.

3- İktidar kitlesel ve homojen bir tahakküm olarak değerlendirilmemelidir. İktidar basitçe muktedirler ve onlara tâbi olanlar arasında bölüşülmüş değildir. İktidar (Foucault bu benzetmeyi zikretmese de elektrik gibi) bir zincir, bir devre içinde sürekli dönen bir şey olarak tanımlanmalıdır. İktidara servet veya meta gibi el konulamaz. İktidar şebekeler vasıtasıyla işler, bireylere uygulanmaz, onların içinden geçer. Bireyler iktidarın röleleridir, sadece rıza gösteren edilgen hedefleri değildir: Hem iktidara boyun eğerler, hem de onu kullanırlar. Hatta, Foucault’ya göre birey iktidarın bir etkisidir, onun bir ürünüdür.

4- Bireyin iktidarın bir “rölesi” olması, iktidarın demokratik ve anarşik bir şekilde dağıldığı anlamına gelmez. Foucault’nun bu kavramsallaştırmadaki hedefi iktidarı yukarıdan aşağıya türeten bir yöntem yerine onu aşağıdan yukarıya kuran bir yöntem önermektir. Delilerin, suçluların, çocukların, sapkınların üzerinde kurulan tahakkümü salt burjuvazinin iktidarından türetemeyiz. Burjuvazi delilerle, suçlularla, çocuklarla, sapkınlarla ilgilenmez, onlar üzerinde kurulan tahakküm araçlarıyla ilgilenir. Bu araçların ve araçları kullanan öznelerin analizi sermayenin birikim sürecinden, burjuvazinin ekonomik çıkarından türetilemez.

5- İdeoloji önemlidir ancak iktidarın temelde nasıl işlediğini anlamak için fiilî araçlarına odaklanmak gerekir. Bu araçların gözlem, kayıt, inceleme ve değerlendirme işlemleriyle ürettiği bilgi büyük bir ideolojik yapıya indirgenemez.

LEVIATHAN MEKANİĞİNİ AŞMAK

Foucault’nun iktidar analizini salt hukuken egemen organa odaklamaması, toplumsal hayattaki tahakküm çeşitliliğini hesaba katması ve somut mekanizmaları incelemeyi önermesi kuşkusuz önemlidir. Ancak Nietzsche’den ilhamla meseleyi sürekli “iktidar, hak ve hakikat” üçlemesi ekseninde tartışan düşünür bu doğrultuda ne kadar yol alabilmiştir?

Liberal iktidar kavramını eleştirerek açtığı alanda Foucault’nun iki önemli fırsatı kaçırdığını düşünüyorum:

Birincisi güç tanımına ilişkin: Foucault’nun elektrik metaforunu Hobbes’un Newtoncu mekanikten aşırdığı güç kavramıyla karşılaştırmaması büyük bir talihsizlik. Devre, röle gibi doğrudan elektromanyetizma kuramından ödünç aldığı kavramları kullanırken bu kuramla ciddi bir şekilde uğraşmaması, benzetmelerinin kuramsal sonuçlarını sonuna kadar takip etmemesi düşünürün kavramlarını güdük bırakıyor. Ait oldukları kuramlar çerçevesinde değerlendirilmeyen kavramlar alegoriden ibaret kalıyor. Üstelik elektromanyetizmanın güç kavramı da Newton mekaniğine ancak 19. yüzyılda bir üstünlük kazandırabilirdi. Bugün ise Hobbes’un iktidar kavramını layığıyla eleştirmek için mutlaka 20 ve 21. yüzyılın atom ve parçacık fiziğine yönelmek gerekir. Sonuçta, iktidar kavramının tanımını yapmaktan ısrarla kaçınan ve ama iktidarın etkilerine odaklanan Foucault nihayetinde döngüsel bir mantığın içinde hareket ediyor.

İkinci fırsat toplumsal ontolojiye ilişkin: Foucault iktidarı sadece Leviathan üzerinden tarif eden liberal kuramı eleştirirken odağı bu sefer bireyin üzerine çevirmekle aslında Hobbes’un kurduğu tuzaktan çıkamıyor. Bireyi iktidarın bir etkisi veya bir rölesi olarak tanımlayarak bireye dayanan toplumsal sözleşme kuramlarını aşmaya çalışmak sonuçta kraldan bireye dönen bir analiz üretiyor. Halbuki tekil egemenlik yerine çoğul tahakküm biçimleri vurgulanmak isteniyorsa, tahta oturmuş Leviathan’ın da başında taç olmayan başka Leviathanlar’la beraber var olduğunu düşünmek mümkün. Başka bir ifadeyle egemen devletin egemen olmayan kolektif öznelerle (şirketler, partiler, toplumsal hareketler vs.) aynı ontolojik düzlemde hareket ettiğini düşünebiliriz. Böylece Leviathan istisnaî bir özne olmaktan çıkar ve diğer toplumsal öznelerle aynı ontolojik değere sahip bir örgüt olarak incelenebilir. Bu yolu takip eden Michel Callon ve Bruno Latour’un yaklaşımı Foucault’ya nazaran çok daha detaylı biçimde örgütleri, bilgi ağlarını ve somut mekanizmaları araştırır. (2)

ALTHUSSER VE FOUCAULT: 'RUH BEDENİN ZİNDANIDIR'

Foucault’nun eleştirisinde açıkça tartışmadığı bir başka konu daha var: Düşünürün hocası Louis Althusser’le ilişkisi. İdeolojiden ziyade bilgi işleyen iktidar araçlarını vurgulayan Foucault, dikkatli bir okurun gözünden kaçmayacak bir şekilde Althusser’in devletin ideolojik aygıtları tezine bir alternatif geliştiriyor. Ancak, Althusser ve Foucault’nun 1968 gençliğinin eğitim sistemine karşı isyanından sonra ortaya attığı tezler belki de iki düşünürün de itiraf etmek istemeyeceğinden daha fazla ortak noktaya sahip. Her iki düşünür de dönemin varoluşçuluğuna karşı anti-hümanist bir noktadan yola çıkıyor ve tahakkümü açıklarken düşüncelerden ziyade pratikler ve maddî mekanizmalara vurgu yapıyor. Her ikisinde de “bedenin ruhun zindanı” olduğu söylemi tersyüz edilirken, Spinoza’nın Hobbes eleştirisinin temelini oluşturan bir özne kavramı öne çıkıyor. Althusser ideolojiyi manevî/fikrî unsurlarla tanımlayan bir yaklaşımı eleştirip maddî bir ideoloji tanımı geliştirmeye çalışırken, Foucault ideoloji kavramını tamamen reddediyor. Bu anlamda Foucault’nun kuramı da Althusser’in kuramına benzer sorunlarla boğuşuyor. (3)

SINIF ANALİZİ VE TARİH

Kuşkusuz her türlü tahakkümü burjuvazinin ekonomik çıkarından türetmek kaba materyalizme denk düşen bir tavır. Ancak bu somut durumu çeşitli belirlenimleri içinde çözümleyen diyalektik yöntemden ziyade onu ilk prensiplerden tümden gelimle türeten mekanik bir yönteme denk düşüyor. Kısacası, kaba ve mekanik bir sınıf iktidarı kavramını eleştirirken Foucault (ve Althusser) tam da sınıf analizinin yardımcı olacağı ilişkisel, diyalektik bir yöntemi dışlıyor. Bu tavır o dönem Fransız Komünist Partisi’nin teorik eleştirisine yönelik bir çaba olarak anlaşılabilir. Ancak ileride iddia edeceğim gibi düşünürün tarihyazımını ciddi bir akamete uğratıyor.

Son olarak, bugünün Türkiye'sinde tekil egemenlik ve çoğul tahakkümler kavramları üzerinde düşünmek için çok verimli bir saha var. Mevcut rejimin liberal ve Marxist eleştirileri arasındaki en önemli ayırım bu sahada ortaya çıkıyor. Liberal yaklaşım başkanlık rejiminin sermaye birikim süreciyle bağlantısını yok sayarak, onun neoliberal sıfatıyla tanımlanmasına itiraz ediyor. Bu yaklaşıma göre Türkiye’deki istibdadın neoliberal yönetim teknikleriyle, hayatın her alanına yayılmış tahakküm mekanizmalarıyla bir alakası yok. Egemenliğin hukuken el değiştirmesiyle yeni bir Leviathan Ali Babacan’ın deyişiyle “parmak şıklatarak” özgürlüğü getirebilir. Marksistler ise sermayedarların parmak şıklatıp, göbek atarak bugünlere geldiğini unutacak gibi değiller. Hayatın her yönünü kuşatmış tahakkümler devam ederken Leviathan’ın ruhsal gelişimine bel bağlamıyorlar.

(1) Michel Foucault, “Societ Must Be Defended”, Lectures at the Collège de France, 1975-1976 içinde, David Macey (Çev), New York, Picador, 2003, s.23.

(2) Michel Callon ve Bruno Latour, “Unscrewing the big Leviathan: how actors macro-structure reality and how sociologists help them to do so”, Advances in social theory and methodology: Towards an integration of micro- and macro-sociologies, K. Knorr-Cetina ve A.V. Cicourel (Der), Boston, Routledge & Kegan Paul, 1981, ss.277-303.

(3) Warren Montag, “The Soul is the Prison of the Body: Althusser and Foucault, 1970-1975”, Yale French Studies, No. 88, 1995, ss.53-77.