İki ülke, çokça hayat: Gençliğimin Kayıp Yılları

Gündüz Vassaf', 'Aşk ve İdeoloji - Gençliğimin Kayıp Yılları' kitabında 68 Kuşağı’nın öncesini, bu döneme denk gelen gençliğini, Amerika’da ve Rusya’da geçirdiği günler üzerinden anlatıyor...

Google Haberlere Abone ol

Yağmur Yıldırımay Bayrakçı

Gündüz Vassaf’ın çocukluk ve gençlik yıllarını kırk yıl sonrasıyla karşılaştırarak anlattığı, ilk baskısı 2006’da ‘40 Yıl Önce 40 Yıl Sonra Amerika-Rusya’ adıyla yapılan kitap geçtiğimiz günlerde yeni baskısıyla okurla buluştu. Bu sefer adına 'Aşk ve İdeoloji Gençliğimin Kayıp Yılları' denilen kitabın alt başlığı yine "40 Yıl Önce 40 Yıl Sonra Amerika-Rusya." Vassaf, 68 Kuşağı’nın öncesine ve bu döneme denk gelen gençliğini, Amerika’da ve Rusya’da geçirdiği günler üzerinden değerlendiriyor. “Anlamını yitiren bir yüzyılın kapanış döneminin anıları,” dediği 2006’da ise geçmişe, günü inkâr etmeden yaklaşıyor. Bencillikleri, yanlışları, doğruları, umutları, kaygıları, inancı, umudu ve insana dair birçok şeyi samimi bir dille anlatıyor.

'GÜCÜMÜZÜ HİÇBİR ŞEY İSTEMEMİŞ OLMAMIZDAN ALDIK'

Gündüz Vassaf, bir döneme, kendi dünyasını da katarak tanıklık etmeye çalıştığı kitabına 11

Gençliğimin Kayıp Yılları, Gündüz Vassaf, İletişim Yayınları

yaşında Amerika’da yaşayışını anlatarak başlıyor. Oturdukları evden, muhitten bahsederken buraların eskiden Kızılderililere ait olduğuna dikkat çekerek “tarihsizleştirerek tarihi unutturanların” altını çiziyor. Eğitim sistemi, arkadaşlık ilişkileri, giyim… bir sürü şey, Türkiye’dekinden farklı. Bu farklı ortamda, “… hem buralı olduk, hem de buralı olmadığımızı, üstelik takdir ve kabul edercesine belirttik,” diyor Vassaf. Mutlu olduğu bu yılların devamı pek parlak olmasa da anılarının üstüne daha nice anılar binse de bu çocukluk yıllarının yerinin ayrı olduğunu söylüyor. Geçmişin Amerika’daki ilk anları onun için aynı demde kalıyor. Tabii bu durum, gençliğinde ateşli bir devrim savunucusu olmasının yolunu tıkamıyor. Vassaf için -ve elbette dünya için- zorlu yılların başlaması 1960’lı yıllara denk gelir. Kendisi yatılı okulda öğrenci. Türkiye’de politikacıların ve yüksek bürokratların, Amerika’da ise zenginlerin sözünün geçtiği bir dönem; doğruların otorite tarafından kabul edilmediği, dışlandığı, ezberleterek “doğrunun” öğretildiği bir dönem. O günlerde aitliklerini kendisine bir zırh gibi kuşanmaya çalışan Vassaf, Amerika’nın siyasi konumunun kendisini şekillendirdiğini söylüyor. Çünkü bir kâbus hâlini alan Amerika-Rusya gerginliği ve her iki tarafın da süper güç olma yarışı, onu rahatsız ediyor. Mesela Amerika’nın “halkına sattığı” Vietnam Savaşı, Vassaf’ın kuşağının bilincine yerleşiyor, gelecek korkusu, zaman geçtikçe adım atmanın gerekliliğini vurguluyor. Gençler, “kimliklerini” de yanlarına alarak adalet arayışına giriyor. İleride bir gün “68 Kuşağı” diye anılacakları günlerin temelini şu sözlerle anlatıyor yazar:
“Gücümüzü hiçbir şey istememiş olmamızdan aldık. Üniversite bitince ne yapacağız, ileride ne olacağız diye kaygımız yoktu. Egemen düzen, düşmanlarının, bölücü güçlerin komplolarını arayadursun, ne olduysa kendiliğinden oldu. Dünya pis kokuyordu, kokuya dayanamadık. Yalan söylüyorlardı, yalanlara inanmadık. Kendi düzenlerinin geleceği diye bize bakıyorlardı, onları geleceği olmak istemedik.” (s. 54)

Bu dönem, üniversitede reformların istendiği, “zenci hakları”, Vietnam Savaşı, protesto yürüyüşleri vb. olayların yaşandığı bir dönem. Vassaf o yıllarda Uluslararası Öğrenci Derneği’nde kendi tarihiyle, dünyayla ilgili bilinçlendiğini yazıyor. Kültürel aidiyetin inşa sürecinde bunun bir yerde tüm insanlığın haklarını korumaya evrildiği öğrencilerin savaş karşıtı tavırlarında açıkla görülüyor. Kızılderililerin, latinoların, eşcinsellerin, kadınların “aitliklerini” sergiledikleri “kaos” ortamı, Amerika’nın dikişlerinden söküldüğü bir ortamı resmediyor. “Şiddetin, tabiatın bir parçası” olduğunu söyleyenlere karşı direnen gençler, karşı kültürle kendilerini; siyahları, kadınları, farklı etnik ve dinî kimlikteki insanları kabul ettirmeye çalışıyor. “Martin Luther King önderliğinde, zencilerin güneyde pasif direnişle haklarını elde etme hareketi, Stokely Carmichael ‘Black Panthers’ (Kara Panterler) hareketi ve Malcolm X’in Müslüman zencileri beyazlardan ayrı bir toplum kurmaya çağıran vaazları” her ne kadar şiddete dönüşüp kayıplar verdirdiyse de özgürlük mücadelesinin önemli simgeleri oluyorlar. Burada önemli bir özeleştirisi de yazarın: Monoton düzene karşı gelirken bu sefer de “farklılıkların tektipleştiğini” söylüyor:
“Kuşkuyla baktığımız bilim ve bilgiyi askerî sanayinin menfaatine hizmet eden alan olarak gördük. Aydınlanma sonrası dinî inanca dönüşen pozitivizme karşı çokkültürlülüğü baş tavı yaptık. […] Çevreyi koruma, barajlara karşı çıkma, kadın sünnetine hayır, Nestle boykotu, sokak çocukları derken bölünmüşlüğümüzün cılızlığı ve umutsuzluğunda, her zamankinden çok bize egemen, monopolleşerek küreselleşen düzenin iktidar kavgalarına, sırtımızı döndük. […] iktidarları her zamankinden daha çok başıboş bıraktık.” (s. 106)

Vassaf, kırk yıl sonra Amerika’ya, bir Şükran Günü yemeği için gittiği günlerde bakıyor. Adaletsizliğin, “çeşitli soytarılıklardan ibaret” seçim sürecinin, dünyayı kendisinin yönettiğine dair kibirli duruşun pek de değişmediğine şahit oluyor. Eskiden işkence mekânı olarak da kullanılan hapishanelerini geziyor, kot pantolonun ortaya çıkış hikâyesini anlatıyor, reddedilen Kızılderililerin yemek kültürlerinin Şükran Günü’nü nasıl doldurduğuna değiniyor, Çin mahallelerine giderek “zenciler dışında ABD’deki ırkçılığın en büyük hedefi” olan Çinlilerin dünyasına bakıyor. Suretler değişse de altta yatanın baki olması meselesi bir kere daha canımızı sıkıyor.


SOVYETLERDE DURUM FARKLI MI? 

“Belki de en çok 20. yüzyılda, insan, düşüncelerinin kurbanı oldu,” diyor Vassaf. İdeolojik savaşların ortasında kalan dayısı Zekeriya Sertel’i 1960’larda ziyaretine giderken ABD’nin “komünizm düşmanlığının paranoyak boyutları”na, işkenceye dönen vize alma işlemine değiniyor ve iki ülke arasındaki totaliter benzerlikleri ortaya koyuyor. Mesela insanlar açlıktan ölürken olmayan gıda ürünlerinin reklamının yapılması mantıklı gelmiyor yazara. Ya da dayısı Sertel’in sosyalizmin başarılarını anlatırken bir yandan da sistemi eleştirmesi bir yerde iktidar meselesinin hep aynı kaldığını ortaya koyuyor. Türk komünisti Baytar Salih’in Sibirya sürgününde yaşadıkları, TKP’nin başındaki Laz İsmail’in “yerimi alırlar” endişesiyle Türk komünistleri KGB’ye sınıf düşmanı, emperyalist ajanı diye ihbar etmesi… Tüm bunlar Vassaf’a göre Sovyetlerde hâkim olan savaş korkusundan ve yeniden inşa etmeye başladıkları şehirlerinin yıkılabileceği kâbusundan kaynaklanıyor. Bu durum aynı zamanda ülke içindeki aksaklıkların gizlenmesine de neden oluyor, çünkü ezeli düşmanı ABD’nin gözünde yerle bir olmak istemiyorlar. Şöyle diyor Vassaf:
“Sovyet insanının ‘yarın daha iyi olabilir’ düşü, bugünle didişme gücünü veriyor. Sosyalist cennetin bir türlü gerçekleşemiyor olmasıysa, acı acı güldükleri fıkralarına yansıyor.” (s. 139)
Tüm olanların sorumlusunun Stalin gösterilmesinin de karşısında Vassaf. Kruşçev’in sistemin çıkmazlarını Stalin’e yüklemesi, Türk solunun bunu benimsemesi, konuyu gün ışığına çıkarmak isteyen Mehmet Ali Aybar’ın aforoz edilmesi eleştirdiği kısımlardan. Hatta bu durumun Türkiye’deki çok partili süreçte sol düşüncenin halk nezdinde inandırıcı olmamasına sebep olduğunu da dile getirir.

2005’te gittiği Rusya’nın proletarya diktatörlüğünden sömürü cennetine evrildiğini söylüyor Vassaf. Türklerin ucuz işçilik gücünden yararlanan bir Rusya görüyor. Yine Moskova’nın “binbir Batı mamulünün reklamlarının neon ışıklarıyla aydınlatılması, eskiden ‘kızıl burjuvazinin’ Amerikan taklidi Zil marka limuzinleri hemen göze batarken şimdi, bırakın mafyanın son model Land Rover’larını, Ortodoks Patriği’nin bile Rolls Royce kullanıyor” olması onu şaşırtmıyor. Demokrat ve özgür olduklarını sergilemeleri için yaptıkları Bienal samimi gelmiyor. Zaten yönetimde olan da gizli servis elemanı Putin; yeni bir totaliter rejim insanı. Yolsuzluk, itaat, bürokratik zorluklar, gönüllü totaliterler, zenginleri mutlu etmeye çalışanlar… Tabii sosyalist sistemden kalma eşitlik ve sınıfsızlık anlayışı her ne kadar kamusal alanda kaynaşma yaratsa da olan bitenin karşısında epey eksik kalıyor.
'Gençliğimin Kayıp Yılları', kırk yıl arayla iki ülkenin geçirdiği değişiklikleri (fikrî anlamda bir değişiklikten bahsetmek çok zor) yazarının anılarına, dönemin siyasi hareketlerine, problemlerine değinerek anlatan bir kitap. İçinde şarkı sözlerinden kitaplara, belgesellerden afişlere, şiirlere kadar çeşit çeşit destekleyici argümanlar da var. Bir yandan anı kitabı okurken diğer yandan dönemin sosyolojisine de ışık tutan bu “aykırı” kitap, 68 kuşağından bir ferdin yaşadıklarını dünyanın siyasi tarihi üzerinden okumak için kıymetli.