İklim değişikliği: En ağır bedeli savunmasız kent sakinleri ödeyecek
Kentsel bölgelerin iklim değişikliği karşında uyum sağlayamaması halinde, milyonlarca insan risk altına girecek.
John Rennie Short
İklim değişikliği, seller, orman yangınları, tropik fırtınalar ve kuraklık gibi tehditleri büyütüyor. ABD, 2020 yılında her biri en az 1 milyar ABD doları zarara yol açan rekor düzeydeki 22 hava ve iklim felaketine maruz kaldı. 2021’deyse şu ana dek bu sayı 18’e ulaştı.
Kentsel sorunlar alanında çalışıyorum ve uzun yıllardır şehirlerin doğayla olan ilişkilerini inceliyorum. Gördüğüm kadarıyla, şehirler, aşırı hava olaylarına ve iklimsel bölgelerdeki daimi değişimlere karşı büyük bir süratle daha savunmasız hale geliyorlar.
İklim değişikliği hızının, kentsel alanların buna uyumlu hale gelmek için attığı adımlardan çok daha süratli biçimde artmasından kaygılanıyorum. 1950’de, dünya nüfusunun yalnızca yüzde 30’luk kesimi kentleşmiş bölgelerde hayatını sürdürüyordu; günümüzdeyse bu oran yüzde 56 ve 2050 yılına dek yüzde 68’e çıkması bekleniyor. Kentsel bölgelerin iklim değişikliği karşısında uyum sağlayamaması halinde, milyonlarca insan risk altına girecek.
AŞIRI HAVA KOŞULLARI VE UZUN VADELİ İKLİMSEL BÖLGE DEĞİŞİMLERİ
2021 yılının ağustos ayında yayınlanan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin son raporunda ifade edildiği üzere, küresel iklim değişikliği yaygın, süratli ve gittikçe hızlanan bir olgu. Bu durum, ılıman enlemlerde bulunan şehirler için daha fazla ısı dalgası ve daha kısa soğuk mevsimler anlamına geliyor. Subtropikal ve tropikal enlemlerdeyse daha çok yağışlı mevsim ile daha sıcak ve kurak mevsimler görüleceği anlamına geliyor. Deniz seviyelerinin yükselmesi sebebiyle kıyı kentlerinin büyük kısmı tehdit altında olacak.
Dünyanın dört bir yanındaki kentler, çok daha yüksek bir aşırı hava olayı ihtimaliyle karşı karşıya kalacaklar. Konumlarına bağlı olarak, bu kentler daha ağır kar yağışları, daha şiddetli kuraklıklar, su kıtlığı, kavurucu ısı dalgaları, daha fazla sel, daha fazla orman yangını, daha büyük fırtınalar ve daha uzun fırtına mevsimlerine tanık olacaklar. En ağır bedeli en savunmasız kent sakinleri ödeyecek: yaşlılar, yoksullar ve kendilerini koruyacak bir servetten ve siyasi ilişkilerden yoksun olan diğerleri…
Aşırı hava koşulları tek endişe kaynağı değil. 2019 yılında dünya genelindeki 520 kentte yapılan bir araştırma, ülkelerin [küresel] ısınmayı sanayi öncesi koşulların 2 santigrat derece üzerinde tutmayı başarsa dahi, 2050 yılına kadar iklimsel bölgelerin dünya çapında yüzlerce mil kuzeye kayacağını öngörüyor. Bu durum, araştırmada yer verilen şehirlerin yüzde 77’sinin yıl boyunca görülen iklim rejimlerinde büyük bir değişim yaşamasına yol açacak.
Araştırmanın yazarları, örnek olarak, yüzyılın ortalarına geldiğimizde Londra’daki ikliminin günümüz Barselona’sınınkini andıracağını ve Seattle’ın San Francisco’da yaşanan iklim koşullarına sahip olacağını öngörüyorlar. Sözün kısası, 30 yıldan daha az bir zaman zarfında, dünyada bulunan her dört büyük şehirden üçü, kentsel formunun ve altyapısının tasarlandığı iklimden tamamen farklı bir iklime sahip olacak.
İklim değişikliğinin 570’i aşkın Avrupa kenti üzerindeki etkilerini ele alan benzer bir çalışma, bu kentlerin 30 yıl içinde daha fazla ısı dalgası, kuraklık ve artan sel riskiyle tanımlanan, baştan sona yeni bir iklim rejimiyle karşı karşıya kalacaklarını öngörüyor.
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNİ YATIŞTIRMAK
Kentlerin iklim değişikliğine verdikleri yanıtlar iki geniş kategoriye ayrılıyor: İklim değişikliğine yol açan emisyonları [salımları] yatıştırmak (azaltmak) ve engellenemeyen etkilere uyum sağlamak.
Kentler, en başta binaların ısıtılması ve soğutulması, otomobil, kamyon ve diğer araçlara yakıt sağlanması olmak üzere, küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 70’inden fazlasını üretiyor. Kentleşme, aynı zamanda insanları iklim değişikliğinin etkilerine karşı daha da savunmasız hale getiriyor.
Mesela, kentler genişledikçe insanlar bitki örtüsünü yok eder ve bu da sel ve deniz seviyesinin yükselme riskini artırabilir. Yan ısıra, yollar ve binalar gibi suyu emmeyen, geçirimsiz yüzeyler yaratırlar.
Bu durum, sel risklerinde artışa yol açar ve ısının dış alanlardan daha yüksek sıcaklıkta olduğu bölgeler, yani ‘kentsel ısı adaları’ meydana getirir. Yakın zamanda gerçekleştirilen bir araştırma, Endonezya’nın Cakarta kentinde ortaya çıkan ısı adasının, son yıllarda konut, iş yeri, sanayi kompleksi ve depolar inşa etmek amacıyla daha fazla arazi açıldıkça genişlediğini gözler önüne seriyor.
Öte yandan, kentler aynı zamanda mühim ilerleme kaynaklarıdır. Mesela, peyzaj mimarlığı alanındaki ilk Oberlander Ödülü, 14 Ekim 2021’de kirli ve gözden çıkarılmış kentsel alanları yeniden tasarlaması nedeniyle ABD’li peyzaj mimarı Julie Bargemen’e verildi. Prestijli Pritzker Mimarlık Ödülü ise, bu yıl yeni inşaatlara yer açmak için onları yıkmaktansa mevcut yapıları dönüştürerek esnek binalar yaratmalarından ötürü Fransız mimar Anne Lacaton ve Jean-Phillipe Vassal’a verildi.
Dünya kentlerinden sadece 25’i, toplam kentsel sera gazı emisyonlarının yüzde 52’sini yaratıyor. Bu bulgu, bu kentler üzerinde yoğunlaşmanın, uzun vadeli ısınma eğrisinde büyük bir fark yaratılabileceği anlamına geliyor.
Dünya genelindeki kentler, toplu taşımayı elektrikli hale getirmek, binaları çevreci çözümlerle ısıtıp soğutmak ve düşük karbonlu bina yönetmelikleri uygulamak gibi çok çeşitli yatıştırma tedbirlerini hayata geçiriyor. Atılan bu tür adımları orta ve uzun vadede bir umut kaynağı olarak görüyorum.
ÇOK YAVAŞ UYUM SAĞLAMAK
Buna karşın, kısa vadede uyum süreci çok daha ağır ilerliyor. Bu hiçbir şey yapılmadığı anlamına gelmiyor. Örnek olarak, Chicago kenti, daha sıcak ve daha nemli bir iklime geçişi öngören politikalar geliştiriyor. Bu politikalar arasında, sokakları, suyun zeminin altındaki toprağa süzülmesine izin veren geçirgen malzemelerle yeniden inşa etmek, havayı kirleten maddeleri ve yağmur suyu akıntılarını emmesi için yeni ağaçlar dikmek ve ofis binalarını soğutması amacıyla yeşil çatılar kurulması için vergi teşvikleri sağlamak bulunuyor. Bunun gibi planlar dünyanın dört bir köşesinde bulunan diğer şehirlerde de hayata geçiriliyor.
Ne var ki, kentleri gereken zaman zarfında yeniden biçimlendirmek aşırı derece pahalı olabilir. ABD hükümeti, 2005 yılında Katrina Kasırgası’nın yaşandığı sırada New Orleans’ı sular altında bırakan su seti arızalarına yanıt olarak, şehir için 2018’de tamamlanan geliştirilmiş bir taşkın kontrol sistemi inşa etmek için 14 milyar dolardan fazla para harcadı. Bununla birlikte, dünya genelindeki diğer pek çok kent de benzer tehditlerle yüz yüze ve bunlardan yalnızca birkaçı -özellikle de gelişmekte olan ülkelerde bulunanlar- bu kadar iddialı bir programı karşılayabilecek durumda.
İklim değişikliğinin hızı artarken zaman da kritik bir kaynak haline geliyor. Avrupa Birliği sınırlarında bulunan binaların yaklaşık yüzde 75’i enerji bağlamında verimli değil. Avrupa Komisyonu’nun 2020 yılında yayınladığı bir raporda, bu binaların değişen iklim koşulları karşısında daha sürdürülebilir ve dayanıklı duruma getirilmesinin 50 yıl alacağı öngörülüyordu.
Daha önce var olan iklim rejimleri ve daha az sayıdaki aşırı hava olaylarına uygun biçimde inşa edilen kentsel altyapılar, en iyi ihtimalle yılda ancak yaklaşık yüzde 3 oranında yenilenebilir. Dünyanın en zengin kentlerinin bile ayak uydurması zor olan bu hızla, kentleri daha yaşanabilir ve dayanıklı bir hale getirmek onlarca yıl alacaktır. Ve en savunmasız kentlerinin sakinleri, ihtiyaç duyulan pahalı değişiklikleri yapmak söz konusu olduğunda, Bangladeş’teki Dakka, Nijerya’daki Lagos ve Filipinler’deki Manila gibi yerel yönetimlerin nadiren yeterli kaynağa sahip olduğu, gelişmekte olan dünyanın süratle büyüyen kentlerinde yaşıyorlar.
Dünyanın dört bir yanında bulunan kentlerin daha aşırı hava olaylarıyla ve yeni iklim rejimleriyle başa çıkabilecek kadar süratli bir biçimde yeniden inşa edilmesi, yeni fikirlere, uygulamalara ve becerilere büyük yatırımlar yapılmasını gerekli kılıyor. Bu güçlüğü ekolojik bir kriz olarak görüyorum; fakat aynı zamanda ekonomik bir fırsat ve kentleri 21. yüzyıl ve sonrası için daha adil bir hale getirme şansı olarak da görüyorum.
Yazının orijinali The Conversation sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)