İklim krizi, biyoçeşitlilik ve hukuk
Doğada her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu fark etmemiz ve buna uygun bir yaşam ve hukuk tesis etmemiz gerek. Çünkü doğada olan bir şey, diğerini mutlak surette etkiler.
Özlem Altıparmak*
Yaşadığımız iklim değişikliği, gün geçtikçe hayatımızın her alanını etkilemesine rağmen, teknik terim ve bilgiler nedeniyle okuyup anlaması oldukça güç bir konu. Mühendislikten, biyolojiye ve hatta hukuka pek çok farklı bilim dalını ilgilendiriyor ve işin içine bilimsel veriler, İngilizce terimler ve projeksiyonlar girdikçe hem bu krizi hem de bu krizdeki payımızı anlamakta zorlanıyoruz.
İnsan eliyle gerçekleşen bu iklim değişikliğinin çözümü konusundaki tartışmalar, ne yazık ki sadece fosil yakıtların kullanımının sonlandırılması üzerinden gidiyor ve aslında bu çözüm tek başına yeterli değil. İnsan faaliyetinin doğaya verdiği zararı tek bir sorun ve çözüm ekseninde tartıştığınızda, diğer sorunların gölgelenmesi ve esas sorumlunun görünmez hale gelme tehlikesi var. Çünkü sadece iklim krizi yaşamıyoruz biz. İklim krizine, biyolojik çeşitlilik ve atık krizi de eşlik ediyor ve kökeninde insan faaliyeti, yani bizzat bizim faaliyetlerimiz var. Bir yandan sera gazını atmosfere salarak küresel ısınmaya neden olurken, diğer yandan plastik atıklarla kirlilik yaratıyoruz. Bunlar yetmezmiş gibi, habitatları işgal ediyor, çoğaldıkça çoğalıyor ve türleri birer birer yok ediyoruz. Bunların neticesinde bizi bekleyen şey ise, “Altıncı Yok Oluş”.
İnsan, doğadaki canlı türlerinden sadece biridir ve aslında doğa, var olmak ve de varlığını sürdürmek için insan aklına ve emeğine hiçbir şekilde ihtiyaç duymaz. İnsanın var olmasıyla başlayan şey, doğa koruma olgusudur. Doğayı biz kendimizden korur ve sakınırız. Yoksa doğanın kendi başına korunmaya muhtaç bir durumu yoktur. Kendi uyum ve dengesi içinde milyarlarca yıldır yaşama ev sahipliği yapar. Yaşamın kendisidir doğa.
Biyolojik çeşitlilik ise, en anlaşılır ifadeyle yaşamın çeşitliliğidir. İçinde sadece tür çeşitliliğini değil, genetik ve ekosistem çeşitliliğini de barındırır. Bir türün direncini o türe ait genetik çeşitlilik belirler ve aynı türden farklı bireylerin varlığı o türü güçlendirir, krizlere karşı dirençli kılar. Bu nedenle bir türden birkaç bireyi “Nuh’un Gemisi”ne bindirip kurtarmakla, biyolojik çeşitliliği gerçek anlamda korumak mümkün değildir.
Ekosistem çeşitliliği dediğimizde, aynı alanda farklı ekosistemlerin bir araya gelmesini ve iç içe geçmesini anlarız. Sulak alanlar, meralar, ormanlar, vadiler, nehirler çoğaldıkça ve iç içe geçtikçe hem ekosistem hem de biyoçeşitlilik zenginleşir. Ekosistem çeşitlendikçe türlerin geçişkenliği artar ve türler çeşitlenir. Bu nedenle bir sulak alan, sadece sudan oluşan bir alan değildir. Ekosistem tahribatı, beraberinde afet riskini getirir ve yaşamı zincirleme şekilde tehdit eder.
Peki, biyoçeşitlilik neden ve nasıl yok olur? Bu konuda yapılmış araştırmalara baktığımızda habitatlardaki değişim, iklim değişikliği, istilacı türler, aşırı kullanım, avlanma ve kirlilik gibi faktörleri görürüz. İklim krizi bu sebeplerden sadece biridir ve aslında çok da üst sıralarda değildir. İnşa ettiğimiz yaşam alanlarıyla habitatı bozmamıza, avlanmaya, kaynakların kontrolsüz kullanımına ve yarattığımız kirliliğe biraz yakından baktığımızda, yok oluştaki payımızın rahatlıkla farkına varabiliriz. İstilacı tür dediğimizde, aklımıza sadece Akdeniz’deki balon balığı değil, dur durak bilmeden dünyaya yayılışımız ve kendi dışımızdaki yaşam alanlarını bizzat yok edişimiz gelir.
Doğada değişikliklere uyum, evrimle veya yer değiştirmeyle mümkün olur. Yer değiştiremeyen ağaç, artan sıcaklığa uyum sağlayabildiği ölçüde ve bir kuş kendine uygun yeni yaşam alanına doğru kanat çırpabildiği sürece hayatta kalır. Evrim ve uyum zaman alır. Ancak bu yaşadığımız süreç öyle hızlı bir değişime ve yok oluşa sahne oluyor ki, canlılar olarak aynı hızla uyum sağlamamız mümkün değil. İşte bu nedenle iklim krizine fosil yakıttan çıkarak bir çözüm bulsak, bile bizi bekleyen biyolojik çeşitlilik krizinden ve kitlesel yok oluştan kaçamayacağız. İnsan merkezli bakışımızı değiştirmediğimiz ve kendi dışımızdaki her şeyi kendimize mülk edinip tüketmekten vazgeçmediğimiz sürece bu sorunun gerçek anlamda bir çözümü ne yazık ki yok. Aksi halde, kısmen ötelediğimiz bir felaket senaryosunun başrolünü oynamaya devam ediyoruz demektir.
Bütün dünya Glasgow’da düzenlenen BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Taraflar Konferansında iklim krizini konuşurken, bir hukukçu olarak biyoçeşitliliğe kafa yorup bu yazıyı yazmama sebep olan şey, üveyik ve elmabaş patka kuşunun gözünden dünyaya bakabilmem oldu benim. Merkez Av Komisyonu (MAK) kararında nesli tükenen kuş türlerinin avlanma listesine dahil edildiğini öğrendiğimizde, bu kararın iptali için giriştiğimiz araştırma süreci, bizi hukukun ötesinde bir yolculuğa çıkardı. İklim krizi, biyoçeşitlilik, avcılık ve tür olarak konumlanışımız üzerine tekrar tekrar düşündük. Kara Avcılığı Kanunu’nda avlanmanın tıpkı eğitim hakkı gibi, yaşam hakkı gibi bir hak olarak düzenlendiğini, insana bu hakkın yasayla bahşedildiğini fark ettik ve inanamadık. Sadece MAK kararının iptalini talep etmekle kalmadık ve “İnsana avlanma hakkını kim verir?” diyerek Anayasa’ya aykırılık iddiasında da bulunduk. (Davaya ilişkin yayınımıza ve dava dilekçemize ulaşmak için https://www.dogadernegi.org/wp-content/uploads/2021/10/mak-web.pdf)
Doğada her canlının, insandan bağımsız olarak kendine has bir değeri, yeri ve işlevi var. İnsanlar olarak çok büyük bir biyotik topluluğun parçası ve yurttaşıyız. Doğada her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu fark etmemiz ve buna uygun bir yaşam ve hukuk tesis etmemiz gerek. Çünkü doğada olan bir şey, diğerini mutlak surette etkiler ve bir üveyik kuşunun artık kanat çırpamayacak olması yaşamımızın renklerini soldurur. İşte bu nedenle, doğayı kendimizden korumak için çok geç olmadan adım atma vaktidir.
*Avukat