İktidar artık çoğunluk aramıyor
Karşı karşıya olduğumuz, baskıcı bir yönetimin baskısını artırmak için aldığı çeşitli arızî kararlar falan değil. Burada topyekûn atak var.
Önce durumu doğru dürüst tarif etmek lazım. Mecburen kendi kendimize yapacağız. Güç, kadro, parti, teşkilat, Meclis grubu, vs. herhangi bir gündem belirleme ve değiştiricilik kapasitesine sahip bulunmayan sıradan insanlar olarak. Çünkü bunu yapmak ve yetinmeyip, üzerine, ne yapmamız gerektiğine dair akla uygun öneriler ortaya koymakla yükümlü olanların parmağını oynatmayacağı belli.
ŞU ANA KADAR OLANLAR
Durum tarifi dedik. Hatırlatmak gerekli mi, şüpheli, yine de topyekûn anti-demokrasi atağını şöyle bir gözden geçirelim:
İstisna gözetmeksizin, hakkı ve onuru çiğnenen herkesin hakkını ve onurunu korumak için uğraşan insan hakları mücadelecisi Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliği düşürüldü ki, Gergerlioğlu hapse atılabilsin. Üstelik bu, hâlâ yayındaki habere dair tweet paylaşmadan ibaret, “sana istediğimi yaparım” mesajı taşıyan, alay etme, aşağılama işlevi barındıran bir suçlama ile, yine yasa-hukuk tanımadan yapıldı. Ana muhalefet partilerinin bu defa da Garê Operasyonu’ndaki gibi şahsiyetli davranacakları, “Hop bir dakika! Bu kadarı fazla!” çıkışı yapacakları umulurken, Anayasa Mahkemesi’nin vereceği karara kadar Meclis’ten çıkmayacağını ilan eden Gergerlioğlu ve ona destek olan HDP’lileri bırakıp genel kurul salonundan kaçtılar.
Hayal kırıklığını yaşayacak fırsat olmadı, zira aynı gün, HDP’ye kapatma davası açıldığı haberi kafamıza düştü. Hem de 687 kişiye siyaset yasağıyla, Hazine yardımlarının geri istenmesiyle, bütünüyle yıkıcı bir kapatma davası girişimi başlatıldı. “Bir daha açılmamak üzere!” diye bağıran faşistlerin çizdiği kanlı hat, bütün iktidarın yörüngesi olmuştu belli ki.
Bu sarsıntının şokundan çıkmaya uğraşılırken, Gezi Parkı’nın mülkiyetinin gasp edilmesi gibi, pek tuhaf bir tasarruftan haberdar olduk. Artık muhalefetin elindeki İstanbul Büyükşehir Belediyesi park için yarışma açıp yeni plan bile seçmişken, park, adı var, kendi ne kadar nasıl var belli değil birilerine emanet edildi. Tam Şark usûlü uyanıklık ve eldeki gücün kötü niyetli kullanımı örneği olan eylemi Vakıflar Genel Müdürlüğü, güya kanun maddesine dayanarak savundu: “Vakıf yoluyla meydana gelip de her ne suretle olursa olsun Hazine, belediye, özel idarelerin veya köy tüzel kişiliğinin mülkiyetine geçmiş vakıf kültür varlıkları mazbut vakfına devrolunur” imiş. Şu işe bakın ki, Gezi Parkı gibi simgesel bir yeşil alanın bütünüyle iktidarın insafına -tabiî aslında intikamına- terk edilmesi de şu topyekûn anti-demokrasi saldırısı günlerine denk gelmiş. Park artık Sultan Beyazıt Hanı Veli Hazretleri Vakfı’nın olacakmış. O da nesi?! Eminim çok kıymetli kimselerden meydana gelen, köklü, şanlı bir müessesedir…
Bu darbeleri 20 Mart’ın ilk saatlerinde çok büyük bir darbe daha izledi: Türkiye Cumhuriyeti tek imzayla İstanbul Sözleşmesi’nden çekildi. Haberin başlığını, atılan tweet’leri üst üste birkaç defa okumak zorunda kaldım, inanabilmek için. Bu sözleşmenin doğru dürüst uygulanmasına hava-su kadar ihtiyaç duyan topluma yapılmış en büyük kötülüklerden biri…
Doğrusu, göreve getirileli henüz dört ay olmuş Merkez Bankası başkanının azlinin Dolar’ı, Euro’yu kaç lira yapacağı konusuyla hiç ilgilenemedim. Bu operasyonun Berat Albayrak ya da yeni birtakım güç dengeleriyle alâkasına işaret edenlere falan dönüp de kulak kabartamadım.
'TESCİL' ŞARTI
Karşı karşıya olduğumuz, baskıcı bir yönetimin baskısını artırmak için aldığı çeşitli arızî kararlar falan değil. Burada topyekûn atak var.
Hedeflerden biri, dünyevî hazzı ancak başkalarına zulmetmekten alabilen faşizan-İslâmcı kesimi orji havasına sokmakmış gibi görünüyor. Bunda gerçek payı olabilir şüphesiz. Ancak bütün şu sayılanları bir arada yapıp yüzde 10-15’lik bir kesimi “Nasıl koyduk!” nâraları eşliğinde ayağa kaldırmak, iktidara çoğunluk desteği getirecek müthiş hamle midir? Şu faşizan adımlarla iktidarın kitle desteğini hatırı sayılır ölçüde artıracağı varsayılabilir mi?
Görebildiğim kadarıyla, hayır. Bizzat iktidara oy veren kitlenin bir kısmının dahi gerilimi ömür boyu sürdürecek böylesine vur-kır-parçala harekâtlarından hoşlanmadığını sayısız kamuoyu araştırması gösterdi. İnsanlar mâkûl hayat kalitesi ve huzur istiyor daha çok.
Öte yandan, Tayyip Erdoğan’ın ana çizgisini belirlediği AKP pratiği şimdiye kadar hep, bir şekilde seçim kazanmaya endeksli yürüdü. Birkaç yıldır girilmiş olan “Tıkanma Devri”nde “çoğunluk”, sandık matematiğinin aslî etkeni olmaktan çıktı, çünkü azınlık durumuna düşüldü. Böylece aynı kavram, gerçeğin tersine çevrilmesine dayalı ideolojik manipülasyonla yaratılan meşruiyet mitosunun sihirli örtüsüne dönüştü. Bir nevi “kutsal”. “Kutsallarımız var”daki kutsal. Türk sağı için hep böyleydi, ama kaybedildiği halde onun adına davranılmasını ayarlamanın zorunlu hale geldiği şu iktidar koalisyonu döneminde, ideolojik üçkağıt mekanizmasının ana şalteri hüviyeti edindi. Bugüne kadar belirleyici olan, ne yapılıp edilip o çoğunluğun desteğinin, ama sahiden, ama yalandan, bir şekilde tescil edilmesiydi. Artık değil.
SALDIRININ İKİ AYAĞI
İki gündür mâruz kaldığımız iktidar atağının iki ayağı var.
İlki, artık karşımızdaki faşizan iktidarın çoğunluk hesabını pek o kadar önemsemeyeceği. Yapılanlar çoğunluğu kazanma hedefiyle yapılmıyor. Militan bir azınlığın radikal taleplerine ve hesaplarına uygun olarak yapılıyor. On yılların büyük hasreti, Ayasofya’nın ibadete açılması iktidara ne kazandırdı? Görünen o ki, sadece kitlesel desteğin erimesini yavaşlatmada işe yaradı. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme, ibadete açılan Ayasofya kadar dahi puan getirir mi, şüpheli. “Ey Müslüman, artık karını rahat rahat döv!” diye araçlar mı dolaştırılacak oy istenirken? “Hanımların” oyları ne olacak?
Araçlar dolaştırılmayacak, hanımların oyları da o kadar mühim değil!
Çünkü artık öyle tutkuyla oy istenmeyecek. Atılan adımlar, meşru kitlesel destekle varlığını sürdürme hedefi güden bir iktidarın adımları değil. Artık karşımızda, “çoğunluk” arkasında olmasa da çıkarına geleni yapmaya niyetli, çünkü gerçekte yalnız başka türlü varoluş imkânı değil, başka varlık sebebi de kalmamış bir iktidar var.
Ve meşru, açık, demokratik kitle desteği şartını siyaset denkleminin dışına çıkarmaya fiilen girişmiş iktidarın karşısında, radikal eylemi telefon etmek, isyanı örtmene şikâyet olan, muktedirlerin her baskı hamlesini “gündem değiştirmek için, canım!” diye karşılayarak eğleşen, hukukun kalıntılarından dumanlar tüterken kanun maddeleriyle tombala oynayan, “bekleyin, gidecekler” şarkısı, “korkuyorlar, ondan” türküsü söyleyip gününü gün eden muhalefet var.
Anti-demokrasi anti-hukuk anti-medeniyet saldırısının öbür ayağıysa, bunun bilinçli bir haysiyet saldırısı olması. O “koyduk mu!” yüzsüzlükleri için serildi halı. İktidarın “düşkünler” olarak tasnif ettiği toplumun yarısı, artık sadece baskı altında tutulmayacak, aynı zamanda aşağılanacak. Sıkıyönetim (12 Eylül) zamanı bazı Anadolu illerinde çırılçıplak kamyonlara bindirilerek halka teşhir edilenler olmuştu. O çırılçıplak insanların yatıp kalktığı birileri de kaldırımlara dizilmiş alay eden ahalinin arasındaydı şüphesiz. Çıplak arama meselesiyle canını dişine takıp uğraşan milletvekilinin böylesine iktidar gazabı çekmesi boşuna değildir.
İktidar kaybedilir, mevzi kaybedilir, hayat kısıtlanır, ruhlar sıkışır… Fakat haysiyetimizi koruyabilecek miyiz; esas mesele bu.
Ve görünen o ki, ana muhalefetin böyle bir meselesi yok.