YAZARLAR

İktidar ve toplum arasındaki makas açıklığı artıyor

Erdoğan’ın din-devlet ilişkisi bağlamında oluşturduğu politikayla Beşir Atalay’ın araştırma sonuçlarını bir arada değerlendirince iktidarla toplum arasındaki makas açıklığı görülüyor. Peki bu iktidarın politikalarına toplumsal talepler doğrultusunda çeki-düzen vereceği anlamına gelir mi? Sanmıyorum.

Ben ne söylerem,

Tamburam ne çalar?

İktidarın her alanda yürüttüğü politika ile toplumsal gerçeklik arasındaki makasın açıldığına değinmek istediğim bu yazıya, beyan ile gerçek arasındaki uyumsuzluğa işaret eden halk deyimini başa tutturarak girişiyorum. Konuya ilişkin öncelikle son örneklerden birisi olan 7’nci Din Şûrası açılış konuşmasında, Erdoğan’ın bazı sözlerini hatırlatayım. Haşmetmeapları buyurdu ki, “Müslümanlar olarak bizler de dini yaşamak ve yaşatmakla mükellefiz.” Bu cümlenin dini yasamak kısmında sorun yok evet inanan insan için inancının gerektirdiği şekilde yaşamak esastır. Sadece inancın gerektirdiklerinin neler olduğu / olmadığı üzerine tartışılır, o ayrı. Fakat yaşatmak kabul edilemez. “Biz seni zorba olarak göndermedik” denilmiştir Peygambere. “Hidayet edici değilsin” denilmiştir ayrıca. Fakat tabii bu ifade “yaşamak ve yaşatmak” hitabetin etki gücünü arttırmayı, bir çeşit hitabetin gücüne kapılıp yanlış ifade edilmesi şeklinde de yorumlanabilir, belki. İzlemeye devam ederken bir falso daha çıkıyor karşımıza. “… dijital dünya küresel ölçekte tüm değerleri tahrip ederken Müslümanları ve özellikle de ehli sünnet akaidi, dini doğrudan hedef tahtasına…” Burada “ehli sünnet akaidi” üzerinde duralım.

Akaid, kaidenin çoğulu, kurallar demek. İtikat kelimesi de aynı kökten gelir. Sözlük karşılığı ‘iman esasları’ olarak dilimize çevrilmiş olsa da öznel imanın esaslarını değil toplumsal Müslüman görünümün kurallarını konu alan ilimdir akaid. Hicretten sonraki ilk yüzyıldan itibaren gelişmeye başlayan akaid, din-devlet ilişkisini kurgulayan sistematiğin adı. Meselem farklı olduğu için ayrıntılara girmeyeceğim. İlgilenenler için Mustafa Öztürk’ün itikat/akaid fizik; iman için kimya benzetmesiyle ayrımı belirginleştirdiğini söylemekle yetineyim. Öztürk’ün hatırlattığı 2007 yılında basılmış Allah’sız Müslümanlık adlı kitabında Ömer Lütfü Mete (ölm. 2008) kitap adının Gerekçe’sinden alıntı açıklayıcı olabilir. “Sürekli dilde Allah’ı anmasına ve sürekli dini etkinlikler yapmasına rağmen kendisi gibi olmayanlar üzerinde derin bir saygı hatta imrenme uyandırmayan Müslümanlık türünün Allah’ın muradıyla örtüşebileceğini düşünmüyorum… Fikrimce neredeyse bütün ‘Siyasal İslam’ macerası bir bakıma Allah ile sağlıklı iletişim ve beraberlik sağlamaya yetmeyen Müslümanlık deneylerinden oluşmuş yaşantıların denizi gibidir. Hatta Allah’sız Müslümanlık ifadesinin ötesinde neredeyse Allah’a rağmen Müslümanlık dahi diyebileceğimiz İslamî yaklaşımlar da görülmüştür.”

Erdoğan’ın 7’nci Din Şurası açılışında yaptığı konuşmanın içeriği kısmen akaid ilmiyle 8’inci yüzyılda kurulan din-devlet ilişkisi sistematiğini bugüne taşıdığını ortaya koyuyor. Aynı zamanda 19’uncu yüzyılda bir ideoloji olarak yeniden inşa edilmiş İslam’ı (siyasal İslam) tek din yorumu olarak bugüne dayattığını görüyoruz. Tek hamleyle Türkiye’yi din devletine ve İslam’ı da devlet dinine dönüştürme adımı atılıyor. Her beş yılda bir yapılan Şura’dan böyle bir sonuç çıkarmak ileri bir yorum sayılacaktır ancak gidişat böyle. Çünkü bu şura toplantıları her beş yılda bir alınan kararlar ve ortaklaşılan fikirlerle hükümet uygulamaları olarak karşımıza çıkıyor. Diyanet akademisi, MEB-Diyanet-tarikat protokolleri, buradan doğru Meclis’e gelip, geldiği gibi de geçiyor. İmanın içselliği ve dışavurumsallık şartı iktidarın umurunda değil. İmanlıysan çalmayacaksın, çaldırmayacaksın, kamu kaynaklarını ganimet gibi düşünüp yağlamayacaksın, yağmalatmayacaksın. Ama itikat/akaid ile sınırlayınca Müslümanlığını, her şey serbest. Yönettiğin ülkeyi savaş alanı, yurttaşlarını düşman gibi görebilirsin, senin istediğin gibi yaşamadıkları takdirde. Belediyelere çökmece, sağlık sisteminin özelleştirilmesi yoluyla SGK kaynaklarının yağmalanmasına göz yumma falan bu din politikasına göre dine aykırı düşmüyor çünkü. Allah’sız Müslümanlık ya da Ahlaksız Müslümanlık inşa eden bu din politikasıyla hem Allah’ı hem kendilerine güvenen dindarları aldatarak tahta, taca kavuşan eski halife sultanlar gibi ihtişamlı hayat sürmenin yolunu bulmuş durumda şimdiki iktidar da. Dizi, senaryo kurgusunda bile tarikata dokunanın yandığı bir yönetim sistemi kurdular. Sırada toplum var.

Fakat sosyal araştırmalar toplumun tam tersi yönde şekillendiğini gösteriyor. Ankara Sosyal Bilimler Vakfı 2024 Değerler Araştırması: Türkiye’de Kimlikler- Din, Ekonomi ve Siyaset. Vakıf Başkanı Beşir Atalay, önemli bir isim malum. Araştırmanın ismi ve kapsamı da çok geniş. Konumuzla ilgili dikkate değer bulgulara da ulaşmış göründüğünü belirtmek gerekiyor. Fakat gözden kaçırılmayacak yanlışlar ve sorunlar da dikkat çekiyor bu araştırmada. Araştırma raporu kaynakça ve ekleriyle birlikte 236 sayfa, hacimli bir çalışma yani. İlgi alanı da geniş. Memleketin hemen her sosyal meselesine değinmiş gibi görünüyor. Görünüşte öyle. Örneğin adı Değerler Araştırması ama tahmin edileceği gibi AKP iktidarının ilk yıllarından itibaren ağızlarında sakız gibi çürütülen değerler söylemi evrensel insani değerler anlamına gelmiyor. Kişisel değerler, kültürel değerler gibi başlıklarla aslında yerel değer yargılarının ölçülmeye çalışıldığı anlaşılıyor.

5 binden fazla katılımcı var ve 200 civarında soru yöneltilmiş. Katılımcıların cinsiyet analizi yok. Kaç kadın olduğu bilinmiyor ve sorulara verilen cevapların kaçı kadınlara ait onun ayrımı da yapılmamış. Ve okurken sıkı durun toplumun yarısı kadın olduğu halde araştırmanın 200 küsur sorusundan sadece 1 tanesi kadınlar hakkında. O da Kadınlar ve Ev Hanımlığı başlığı altındaki tek sorudan ibaret. Soru bir önerme: Kadınların en başarılı olduğu iş Ev Hanımlığıdır. Soruda yer verilen önermeye katılmayanların oranı ortalamada yüzde 84. Bir tek bu soruda cinsiyet analizine ihtiyaç duyulmuş gibi görünüyor. Eğitimli kadınlar önermeyi yüzde 91 oranında yanlış bulurken eğitim düzeyi daha düşük olarak ifade edilen kadınlar ise yüzde 64 oranında yanlış buluyor. Şahane bir sonuç. İktidarın ilk on yılından sonra daha belirginleşen eğitimde kız çocuklarının okullaşma oranını gerileten 4+4+4 sisteminin Müsteşar olarak mimarı diyebileceğimiz Yusuf Tekin bugün bakan olarak taşımalı eğitimin finansmanını, tasarruf tedbirleri kapsamında, kısıtlayıp, okullaşma oranını daha da geriye çekmeyi hedeflemiş gibi. Önce köy okullarını kapatıp taşımalı sistem getir. Yanı sıra zorunlu öğretimi kademeli yapıp kademe geçişlerinde okullaşma zorunluluğunu denetleme, sorgulama. Aileleri kızlarını okula göndermiyorsa işlem yapma. Sonra tasarruf adıyla taşımalı sistemi sınırlandır ki kızlar okuyamasın. Sosyal araştırma adıyla da ücretsiz bakım emeğini özendirmeyi hedefleyen önermeyle kadınların emeği üzerinde kurulan sömürü düzenini teşvik etmeye çalış. En baştan bu adımlar bu sırayla planlanmadıysa bile iktidarın fırsatçı popülizmi yıllar içinde hükümet politikalarının gidişatını böyle şekillendirdi. Şimdi “ne kadarını başardık?” araştırması yapmış gibi görünüyorlar.

Araştırmanın din-devlet ilişkisi, modern-muhafazakar farklılıkları, laik devlet düzeni, sekülerlik gibi konulardaki sorularına verilen cevaplar da toplumun iktidar politikalarının tam tersi yönde ilerlediğini gösteriyor. Kendisini muhafazakar olarak tanımlayanların büyük kısmı yüzde 74 oranıyla devletin laik olması gerektiğini düşünüyor. Ülkenin en önemli sorunu adaletsizlik olduğu halde araştırmada bu konuya ilişkin tek soru: Mahkeme kararlarına güven hakkında. Sonuç beklendiği gibi yüzde 64 güvenmiyor. Ülkedeki adaletsizlik olgusunu ortaya koyacak tek konu yargıya güven değil ama adaletsizliğin boyutunu halkın güvensizliği yine de ortaya koymuş. Derinlikli olarak adaletsizliğin yaygınlaşma nedenleri araştırılmamış. İlk konuyla yani Erdoğan’ın din-devlet ilişkisi bağlamında oluşturduğu politikayla Beşir Atalay’ın araştırma sonuçlarını bir arada değerlendirince iktidarla toplum arasındaki makas açıklığı görülüyor. Peki bu iktidarın politikalarına toplumsal talepler doğrultusunda çeki-düzen vereceği anlamına gelir mi? Sanmıyorum. Tersine sosyal mühendislik politikasına hız vermek yönünde baskıcı yöntemlere ağırlık verme eğilimi yükselecektir. Fakat ne olursa olsun hiçbir baskıcı politika halkın bu orana yükselmiş laik devlet düzenine olan bağlılığını kolay kolay tersine çeviremez. Yeter ki etki ajanlığı düzenlemesinde muhalefet partileri iktidarla ortaklaşmasın, bu düzenlemeyi engellesin. Aksi takdirde toplum olarak işimiz biraz daha zorlaşır ama laik, demokratik, sosyal, hukuk devleti düzenine duyulan ihtiyaç yok edilemez, illa ki bir gün toplum ihtiyaç duyduğu düzeni yeniden güçlendirir.


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.