İktidar zenginleri sever!
Mega projeler kamunun parasının 5 büyük firmaya transfer edilmesinin aracı, seçim meydanlarında da kitlelere dönük yoğun hamasetin vesilesi oluyorlar.
İktidarın 19 yılda en çok övündüğü alan inşaat sektörü olsa gerek. Betonu merkezine alan, kentleri tarumar eden bir kalkınma modeli üzerine kurdukları bu yapıda, gelir dağılımı skalasında üst segmente hizmet ettikleri bir gerçek. Yapmakla her fırsatta övündükleri “mega proje” ya da “eserlere” tek tek baktığımızda, AKP’nin aslında bu inşaatları hayata geçirirkenki sınıfsal tercihlerinin gayet aleni olduğunu görüyoruz. Hizmeti alanlar sosyo-ekonomik yelpazede üst sıralarda olanlarken, belki de hiç kullanmayacakları bu “eserlerle” gurur duymak işçilere, esnafa, çiftçiye, işsize, emekliye kalıyor.
Bu “eserlerin” hizmet bedellerinden bazıları şöyle:
Avrasya Tüneli gidiş-dönüş: 94 TL.
Osmangazi Köprüsü tek gidiş: 147,5 TL
İstanbul-İzmir oto yolu, tek gidiş: 367 TL
Çamlıca Kulesi’ne giriş + limonata: 82 TL
Bunların ve bunlar gibi projelerin (3. Köprü, İstanbul Havalimanı, Türkiye’deki bütün otoyollar…) mavi ya da beyaz yakalı fark etmez, maaşlı çalışanlar tarafından kullanılması neredeyse imkânsız. Bu mega projeler; kamunun parasını bir avuç inşaat firmasına, hatta daha net ifade etmek gerekirse 5 büyük firmaya transfer edilmesinin aracı, seçim meydanlarında da kitlelere dönük yoğun hamasetin vesilesi oluyorlar. “Gitmesek de görmesek de orda bir tünel var, çağ atladık” diyebilme, “Çamlıca Kulesi’ne çıkmasak da orada limonata içebilme” ihtimalini seviyor halkımız.
Muhtemelen yarısından fazlası yabancı parçalardan oluşacak yerli otomobil hayaliyle, yıllardır her fırsatta gurur duymamızı salık veriyor iktidar. Şayet fotoğraf ve videolardaki gibi üretilecek ise bu aracın en iyi ihtimalle, bugünkü rakamlarla 400-500 bin TL’den daha az fiyata satılması mümkün mü? Peki bu araçlara kimler binecek, elbette parası olanlar, elbette AKP iktidarında devasa büyüyen KOBİ patronları, gelir dağılımı piramidinin en üstündekiler...
Buraya kadar söylediklerim son derece basit, hepinizin bildiği yalın gerçekler. Bu kadar aleni olan bir gerçeği dile getirmekteki ısrarım, meselenin sınıfsal tercihlerde yattığını muhalefetin ısrarla dile getirmekten kaçınması. Oysa AKP iktidarının hayata geçirdiği neredeyse bütün büyük projeler sorunludur. Yolcu garantili havalimanları, köprüler, otoyolları, hasta garantili hastaneler… Kamu maliyesini çökerten, hazinenin içini boşaltan, yoksulun vergileriyle finanse edilip, malum müteahhitlere peşkeş çekilen bu tarz projelere kategorik olarak karşı çıkmak gerekiyor. Ancak sırf “muhalefet bizi anlayamaz, onlar kazandırdığımız mega projelere düşmandır, onlar her yaptığımıza karşıdır” propagandasına alet olmamak adına böylesi bir siyaset izlenmiyor. Herhangi bir seçim mitinginde yapılacak basit bir soru-cevap anketi gerçeklerle yüzleşmemizi sağlayacaktır: “Hanginiz 3. Boğaz Köprüsü’nden geçtiniz? Kaçınız İstanbul-İzmir Otoyolu’nu kullandınız?” Cevaplar “Hayır” olacaktır elbette, pekiyi bu yollardan kimler geçiyor? Geçenler üst kattakiler, zemin kattakilere ise garanti geçişlerinin ödemesi kalıyor.
Ülke; ekonomisiyle, hukukuyla, siyasetiyle, doğa katliamlarıyla ve daha bilumum olumsuzluklarıyla dibe çökerken, “hepimizin suçu var” söylemine sarılıp, topu taca atmak isteyenler var. Hayır efendim, konu o kadar basit değil. MÜSİAD çevrelerinin, lokomotif KOBİ’lerin, “demokratik ülke” talebini zaman zaman ürkekçe telaffuz eden TÜSİAD camiasının gerçekten mutsuz olması mümkün mü? Koç’undan Sabancı’sına büyük sermaye gruplarının son 19 yılda nerelere evrildiklerini görmek için, bilançolarına bakmak ve hangi KİT’leri ne kadara satın aldıklarına bakmak yeterli. Zaman zaman TÜSİAD’ın bu çıkışları yanıltıcı gelmesin lütfen, Foti Benlisoy bu durumu bir yazısında şöyle özetliyor: “Sermaye sınıfı, istikrarsızlaşan uluslararası ortamda kolektif çıkarlarını savunacak, içeride gündeme gelebilecek tehditleri bertaraf edip düzen ve istikrarı sağlayacak bir 'güçlü-otoriter devlet' istemektedir. Ancak bu 'güçlü' devlet aygıtının 'aşırı özerkleşerek' kendi siyasal etki ve konumunu tehlikeye atmasından da çekinmektedir. Yani sermaye için sorun güçlü devlet değil, güçlü devletin sermayenin belli kesimlerinin siyasal müdahale kapasitesinin altını oyması, hatta sermaye birikim sürecini belli sermaye fraksiyonları lehine belirleyen bir el koyma aracına dönüşme istidadı göstermesi, yürütmedeki özerkleşmenin 'kabul edilebilir' sınırları aşması ihtimalidir.” (1)
Türkiye, bu kadar tıkandıysa başta büyük şirketlerin payı elbette çok büyük. Son derece afili kavramlara sığınarak, “sürdürülebilir bir dünya istiyoruz ve sıfır karbon izi hedefliyoruz” falan diyerek bu işlerden sıyrılmak mümkün olsaydı, dev petrol şirketlerinin itibarları sosyal sorumluluk projeleriyle çoktan kurtulurdu değil mi? Misal, Marmara Denizi’ni, tam 50 yılını Çınarcık’ta geçirmiş annem babam mı bu hale getirdi? Kamu paralarını, düzgün arıtma tesisleri kurmak yerine kadük mega projelere ayırarak bugünlere gelinmesinin sorumlusu Gemlikliler mı? Devlet ve sermayenin işbirliğidir bugünlerin müsebbibi…
AKP-MHP iktidarı ve onun bildiğimiz/bilmediğimiz bileşenlerine karşı; İkizdere’de, Konya’da, sokak röportajlarında, tektük de olsa işçi eylemlerinde, çiftçilerin ürünlerini dökmelerinde, EYT eylemlerinde daha birçok yerde tepkilerin artarak gelmesi elbette tesadüf değil. Doğa yerine taş ocaklarını, denizlerimiz yerine sanayi sermayesinin çıkarlarını korumak sınıfsal tercihlerdir ve bu basit gerçeğin deşifresine her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Çünkü talan rejimi, parti ve coğrafya ayrımı gözetmeksizin gündelik yaşam pratiklerimizi altüst etmeye, hayatlarımıza kast etmeye başladı. Kanal İstanbulsuz olarak zaten bitmiş bir Marmara Denizi’nin kanal yapıldıktan sonra ne hale geleceğini tahmin etmek güç olmasa gerek. Diğer yandan arsaların şimdiden yabancı sermayeye satılmış olması, projenin insanı değil parayı merkezine alması, zengini daha zengin, bölge çiftçisini daha yoksul yapacağı gerçekleri de kaybedeceğimiz doğa kadar üzerinde düşünülmesi gereken meseleler aslında.
Özetle, her mega proje, kamu harcamalarındaki dengesizliğe neden oluyor ve bizleri daha kötü bir felakete sürüklüyor. Gelir dağılımı eşitsizliği her geçen gün artıyor. Görkem Özdemir, siyasalparadigmalar.org sitesinde 3 Haziran’da yayınlanan makalesinde, eşitsizliğin boyutunu detaylı biçimde gözler önüne seriyor: “Türkiye ekonomisinin yıllık büyüme istatistikleri her yayınlandığında aklımıza gelen ben bu büyümeyi hissetmedim, kim büyüyor sorusunun cevabını aramaya çalıştım. AKP’nin 19 yıllık iktidarında alt gelir grupları ülkeyle aynı hızda büyüyerek payını koruyor, en üst gelir grubu ve onun da en imtiyazlı noktasındaki %1 ise ülkenin geri kalanından daha hızlı zenginleşerek geri kalanlarımızdan ayrışıyor. Ücretli çalışanların geneli ve daha da geniş ifadeyle orta sınıflar ise büyümeden paylarına düşeni alamıyor, ülke ekonomisinde giderek azalan bir payla karşı karşıya kalıyorlar. Alt gelir gruplarıyla orta gelir gruplarının birbirine yaklaşması, toplam istatistiklerde görece bir düzelme sağlar gibi görünürken %1’in hepimizden giderek ayrıştığı gerçeği ise dikkatli bir biçimde istatistikleri incelemeden görülemiyor. En zenginlerle diğerleri arasındaki keskin fark, üst gelir gruplarının daha çok yaşadığı İstanbul’un kendi eşitsizliğinin ülkenin genelinden çok daha fazla kötüleşmiş olduğu verisiyle bir kez daha kendini gösteriyor.” (2)
Sadece adalet, hukuk talebinin AKP seçmeninde karşılığının olmadığı öteden beri söylenir. Ancak “işsizlik var, ekonomi battı, biz gelirsek daha iyisini yapacağız” söyleminin de, sorunların kökeninde yatan bu çarpık ve vahşi kapitalist düzeni deşifre etmeden başarıya ulaşması kolay görünmüyor. İş kazalarında, depremlerde, çatışmalarda hayatını kaybedenlerin üst tabakada yer alan bu yüzde 1’lik kesim içinde hiç rastlanmaması, ekonomik büyümenin yoksul kesimlerde asla hissedilmemesi, iktidarın hangi tabana hizmet ettiğinin diğer somut göstergeleri olsa gerek. Ayarı olmayan bir Ahbap Çavuş Kapitalizmine dayalı bu sistem artık tıkandı. Organize sendikal hareketin, tutarlı bir muhalefetin, alternatif söylem üreten STK’ların kitleleri mobilize etme kabiliyetlerinin olmaması, pandeminin etkisi, sınıfsal mücadele pratiklerinin önündeki en büyük engelleri oluşturuyor. Ancak doğaya, işlerine, aşlarına sahip çıkmak için mücadele edenler, her geçen gün daha fazla seslerini yükseltiyorlar, bu ivme kendiliğinden, spontane gelişiyor ve belki de geleneksel mücadele kalıplarının dışına çıkılması, ezberlerin bozulması nedeniyle daha farklı bir süreç doğuyor. Anketlerde Cumhur İttifakı’nın oyları dramatik bir şekilde düşmüyor ama iktidarın ısrarlı sınıfsal tercihlerinin, diplerde bir yerlerde tepkilere neden olduğunu, en azından bu konuda çok alametler belirdiğini söylemek mümkün.
Azmi Karaveli Kimdir?
İletişim uzmanı. Galatasaray Lisesi’nin ardından Marmara Fransızca Kamu Yönetimi’ni bitirdi, aynı üniversitede Sinema-TV yüksek lisansı yaptı. 1993 yılında Cumhuriyet gazetesinde çalışmaya başladı. Televizyon programcılığının yanı sıra, özel sektörde ve iletişim ajanslarında çalıştı. Kadir Has Üniversitesi’nde iletişim dersleri verdi. Hayat Bilgisi Okulu’nun kurucuları arasında yer aldı. zete.com’da yazılar yazdı. Cumhuriyet Pazar Eki’nde Yurttan Sesler bölümünü hazırladı, zaman zaman kültür sanat sayfasında yazılar kaleme aldı. 2018 yılında gazetede yaşanan gelişmeler üzerine Cumhuriyet’ten ayrıldı. Halen kurucusu olduğu ajansta iletişim danışmanlığı yaparken, bazı STK ve siyasetçilere gönüllü destek veriyor. Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nde doktora tezini bitirmeye çalışıyor.
Rant 'muhafazakârlarının' Validebağ iştahı 24 Eylül 2021
Metin Oktay ve Mihraç Miroğlu 11 Eylül 2021
Neden voleybol maçı daha fazla rating aldı? 04 Eylül 2021
Bozkurt, sel felaketi değil, cinayettir! 21 Ağustos 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI