İktidarın ezeli ötekileri (1)

İktidarın nasıl işlediğini etkide bulunduğu nesneler üzerinden okumak mümkündür. İktidarın nasıl işlediğini anlamlandırmak için başta dil olmak üzere, dil üzerinden kurulan ilişkilerin, kültürün, insanların günlük yaşantılarına değin bir dizi unsur üzerinde etkisi ve şekillendirme gücü olan makro kurumların tarihlerinin izini sürmek gerekir.

Google Haberlere Abone ol

Nagihan Yiğit*

‘’Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı.’’ **

İktidar nedir? İktidarı iktidar yapan kendinde bir öz, substance mevcut mudur? İktidar, klasik metafizik anlamda özsel bir şey midir, başka türlü bir deyişle ezeli ve ebedi olarak başından beri var mıdır? İlke anlamında değişmez, sabit ve mutlak mıdır? Yoksa tarihsel süreçte insanların yapıp etmelerine mündemiç bir biçimde oluşan ve değişen bir şeyden mi söz ediyoruz iktidar denildiğinde? Eğer öyleyse iktidarın tarihsel süreçteki dönüşüm öyküsü nedir? İktidar denildiğinde yalnızca majör yapılar, makro sistemler mi anlaşılmalı? Yoksa onların taşıyıcısı, üreticisi olan kılcallarda, minör olaylarda, dilde ve ilişkilerde iktidarın inşasına ilişkin unsurlardan söz edilebilir mi? Bu ve benzeri soruları, iktidar kavramını anlama çabasının ayrı ve fakat bütünleyici unsurları olarak görebiliriz.

Öyle anlaşılıyor ki, iktidarın ne olduğunu tartışmadan önce, onu üreten koşullar üzerine bir düşünsel deneme yerinde olacaktır. Ve beraberinde kavrama ilişkin felsefe tarihinde düşünürlerin yorumları incelenebilir. Bu bakış açısıyla, araştırma nesnesi olarak ele alınabilecek herhangi bir örneklem olayda, iktidarın nasıl işlediğine ilişkin Aristotelesçi anlamda yeter-sebepleri bulmak mümkün hale gelir.

‘’İktidar nedir?’’ sorusu, Foucault için açıktır. İktidar bir baskı aracı değil, bir güçler ilişkisidir. Bunlar aynı olmamakla birlikte birbirlerinin içine geçişlidirler. İktidar bağları bir hiyerarşiyi ifade etse de ilişkilerinin içinde hangi tarafın iktidar olabileceğini süreç belirler.’’ (2)

İktidarı bir güç ilişkisi olarak ele aldığımızda, şu halde iktidar bizlere bireysel ilişkiler dolayımıyla toplumsallaşmış bir kavram olarak görünür. Onu bir tür güç ilişkisi olarak ele almak, iktidarın her yerdeliğine işaret eder. Her yere nüfuz edebilirliğini imler. Ayrıca Ali Akay’ın ifadesinden hareketle, iktidarın akışkan ve müphem karakterinden de söz edebiliriz. Öyle anlaşılıyor ki, kullanılan yöntem gereği iktidar uygulananlar, zaman içerisinde iktidar uygulayana dönüşebilirliği itibariyle kırılgan bir karakter taşır. Beraberinde temel soru artık, ‘’İktidar nedir?’’den ‘’İktidar nasıl işler?’’ sorusuna dönüşür. İktidarın nasıl işlediğini etkide bulunduğu nesneler üzerinden okumak mümkündür. İktidarın nasıl işlediğini anlamlandırmak için başta dil olmak üzere, dil üzerinden kurulan ilişkilerin, kültürün, insanların günlük yaşantılarına değin bir dizi unsur üzerinde etkisi ve şekillendirme gücü olan makro kurumların tarihlerinin izini sürmek gerekir.

Her şeyin bir tarihi vardır. Tek tek şeylerin oluşum koşullarını göz önünde bulundurmak, tarihini teslim etmek, eleştirel düşünce açısından da önem taşır. Beraberinde tarih unsuru, şeylerin sabitleştirilmesi ve bir ilerisinde ideolojik bir girişimle olguların koşullarının unutturulmasının, mutlaklaştırılmasının önüne geçer.

‘’Düşünceler otomatikleştiği ve araçsallaştığı ölçüde, kendi başlarına anlamlı olarak görülmeleri de güçleşir. Eşya olarak, makina olarak görülürler. Dil, çağdaş toplumun üretim aygıtındaki gereçlerden biri, herhangi biridir artık.’’ (3)

Frankurt Okulu düşünürlerinin işaret ettiği gibi, özerkliğini kaybeden araçsal akıl, şeyleri tarihselliklerinden ayırma yoluyla teknikleştirir. Araçsal akıl, doğa ve insan üzerinde tahakküm kurar. Aydınlanma aklının tutarlı bir şekilde sonuna kadar götürüldüğünde Nazi toplama kampları ile sonuçlandığını bu noktada hatırlayabiliriz. Araçsal aklın geldiği noktayı ifade etmek için; ‘’Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz’’ demişti Adorno. Bu anlamıyla Frankurt Okulu düşünürleri, Aydınlanma’nın kendisinin de bir mite dönüştüğünü ifade etmişlerdi. Eleştirel düşünce ve tarihselliğe ilişkin bu perspektif, Antik Yunan filozoflarının sorduğu "Görünen şeylerin arkasında görünmeyen ne var?’’, ‘’Evrenin ana maddesi nedir?’’ yönündeki köken arayışlarını hatırlatır. Arkhe sorusu, insanın anlam arayışı ile de ilgilidir kuşkusuz. Arkhe sorusu şeylerin oluşum koşullarını düşünmeye çağırdığı için, şu halde, şeylerin tarihini teslim etmek ve beraberinde politik olana dair bir kavrayış geliştirmek için bir yöntem olarak da okunabilir.

Konuya ilişkin bu perspektiften sonra beraberinde, mevcut güç ilişkilerinin bir form kazandığı bazı unsurlar üzerinde düşünebiliriz. Söz gelimi din, devlet, devletin mikro taşıyıcısı olan aile, sınıflı yapı, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki etkileşim, cinsiyet eşitsizliğini öngören iş bölümü, partiyarka vb. Olgularla iktidar arasında bir ilişkisellik söz konusu. İktidarın halihazırda verili değil, süreç içerisinde diğer unsurlarla etkileşimsel olarak oluştuğunu söyleyebiliriz böylece. Öyle anlaşılıyor ki iktidar, birçok farklı veçhenin birleşimi sonucunda oluşan bir ağırlık merkezi gibi düşünülebilir. Öyle ki güç ilişkisi olması bakımından söz konusu tek tek unsurların şekillenmesinde etkili. Aynı anda hem neden hem de sonuç olduğunu söylemek mümkün.

‘’İktidar bir görünme durumudur. İnsanlar iktidarlarla karşı karşıya geldiklerinde, iktidarlara çarptıklarında görünür hale gelirler.’’ (4)

İktidarın nasıl işlediği sorunsalının ipuçları böylece artık iktidara çarpıp görünür hale gelen insanlar üzerindeki etki unsurları ile ilişkili hale gelir. İktidarı bir tür güç ilişkileri olarak düşünmek, beraberinde onun akışkan karakterine vurgu yapmaktır. İktidar olumsal, akışkan bir karakter taşır. Mikro ve makro alanlara değen ilişkilerdir.

‘’Bu ilişki bir duygu sorunudur, duygular üzerinde bir etki yaratır. Duyguları harekete geçirir. İktidar duyguları başka duygularla ilişkiye sokma alıştırmasıdır, bu anlamda. Duygu ve etki alırız ve veririz. Bu ilişkilerin geçişliliğinde iktidar kendisini görünür kılar.’’ (5)

Benzer bir noktayı Sara Ahmed’in duyguların ne olduğu yerine duyguların ne yaptığını sorguladığı, Duyguların Kültürel Politikası (6) kitabında da görürüz. İlgili kitapta Ahmed, duyguların bedenler arasında dolaşan, onları biçimlendiren, onlar tarafından biçimlendirilen, biriken ve yapışan akışlar olduğuna dikkat çeker.

Foucault’nun da, tarihsel süreçte, mutlak iktidardan iktidara dönüşümün nasıl gerçekleştiğini ele aldığı çalışması Hapishanenin Doğuşu'nda (7) iktidarın işleyişi neticesinde insanlar üzerinde uyandırılan temel duygunun korku olduğu görülür. Foucault, bu durumu ilgili çalışmanın Azap ve Azap Çektirmenin Görkemi adlı bölümlerinde 17. yy hükümranlık dönemi cezalandırma pratikleri üzerinden açımlar. Kitap, kralı öldürmek suçuyla cezalandırılan Damiens’in öyküsü ile başlar. Mutlak iktidar döneminin başlıca cezalandırma pratikleri arasında; dağlama, kazığa dikme, damgalama, tekerlekte döndürme, atlara çektirme gibi yöntemler olduğu görülür. İlgili bölümde Damiens’in bedeninin hükümranın adeta bir hınç nesnesine nasıl dönüştürüldüğünü görürüz. Damiens’in bedeni üzerinde uygulanan cezalandırma yöntemleri, hükümranın intikam anlayışını ortaya koymakta ve beraberinde izleyicilere çok açık bir mesaj vermektedir. İzleyicilere dolaylı olarak şu şekilde seslenilmektedir: Damien’in düşündüklerini düşünmeye dahi kalkışmayın! Bu vesileyle iktidar alanı temizlenmekte, korku kitlelere akıtılmaktadır.

Bu hususta iktidarın korku üretme pratiğine ilişkin olarak öncelikle, bir tür açıklık politikası izlenir. Korku nesnesi iktidar alanının içine alınır; bir anlamıyla tanınır, gözetilir. Akabinde ise korku nesnesine dair kendi alanına dönük olası risk teşkil edecek unsurlar içeride sönümlendirilir. İktidar alanı içeride alabildiğine homojenleştirilmeli, patolojik unsurlar temizlenmelidir. Hâlâ direnen riskli unsurlar kaldı ise, korku nesnesi posa gibi dışarı atılmalıdır.

İktidar alanının korku nesnesi ile kurduğu böylesi ilişki, tam bu noktada Agamben’in içlenerek dışlanma (exceptio) (8) kavramını anımsatmaktadır. Burada iktidarın kendi alanını kurabilmesi ancak korku nesnesinin bir öteki olarak dışarı atılmasıyla mümkündür. Dolayısıyla korku nesnesi içlenerek dışlanan bir unsur olarak görünür.

Bu durum Batı sinemasına da konu olmuş olan şeytanlaştırma pratiklerini, cadı kazanlarını daha da anlaşılır kılar. İktidar açısından bu tür pratiklerin gerisinde yatan motivasyon, korku nesnesi yaratarak kurmuş olduğu kaybetmeme yönündedir. Bu noktada Foucault’nun eski ceza uygulamasının içinde yer alan canavarlık kavramına ilişkin yaklaşımı hatırlanabilir:

‘’...Canavarlık cezanın, onu gün ışığına çıkartmak üzere azap çektirme halinde geri döndürdüğü suçun bir parçasıdır. Azap çektirme, cezalandırılan şeyin gerçekliğini oluşturan süreç içinde yer almaktadır. Ama daha fazlası da vardır: Bir suçun canavarlığı aynı zamanda hükümdara meydan okumanın da şiddetidir; işte bundan ötürü hükümdarın bu canavarlığı aşmaya, ona egemen olmaya, onu bir aşırılıkla iptal ederek ona üste gelmeye yönelik bir işlevi olan karşılığı harekete geçirecektir.’’ (9)

İktidarın kendi alanını kurma çabasına açısından; şeytanlaştırma pratiklerinin, günah keçisi (10) yaratma girişimlerinin elzem bir önemi vardır. İlgili girişimler, Agamben’in işaret ettiği dışlanarak içlenme kavramı üzerinden iktidarın kendi rasion detre’sini (varoluş nedeni) oluşturmaktadır. İktidar açısından; şeytan, cadı, kurban, günah keçisi içlenerek dışlanandır, artık işlevsiz olandır. Bu bakımdan beraberinde yok edilmesi de meşrudur.

Hakim olanın, norm karşısında dışarıda kalanlar ötekidir. Bu anlamıyla her çağda değiştiğini söylemek mümkün olsa da; kadınlar, hayvanlar, Romanlar, yaşlılar, dilenciler, LGBTİ bireyler, ezilenler, deliler örnek verilebilir.

Mutlak iktidarın temel karakteristiği korku olmasına rağmen modern iktidarın işleme mekanizmasında daha sofistike unsurlar söz konusudur. Foucault’ya göre iktidar, ilerleyen dönemlerde görünmez kılınmıştır. Modern dönemde İktidarın işleyiş mekanizmasına ilişkin olarak korku, tek başına açıklayıcı bir unsur değildir artık. Rıza (11) üretimi de esas alınır. Rıza üretimi, iktidarların, öznenin karşı çıkması gereken, çıkabileceği veya çıkmak isteyeceği davranışlara olumlu yaklaşması veya tepkisiz kalmasıyla ilişkilidir. Burada çeşitli üst yapı kurumları, Althuserci anlamda Devletin İdeolojik Aygıtları (12) (DİA), imal edilen rızanın yeniden üretimini sağlar.

Bu açıdan, insanların nasıl olup da itaat ettiklerini sorunsallaştıran Etienne de la Boetie’nin ‘’gönüllü kulluk’’ kavramıyla bir ilişki kurulabilir. Boetie’ye göre, iktidarın devinimselliğine ilişkin olarak bir anlamda yalnızca korku yetmez; hakim gelenek, din ve eğitim gibi unsurların ideolojik işlevi ile ikinci bir doğa edinen insanın gönüllü kulluğu da gereklidir:

‘’Tiranlar bile insanların kendilerine kötülük yapan birisine katlanabilmelerini çok şaşırtıcı bulurlardı: Dini koruyucu olarak ön plana koymayı arzular ve hatta mümkünse, kötü yaşamlarına destek olması için birkaç tanrısallık örneğinden faydalanırlardı.’’ (13)

Kavramlarla düşünürüz. Kavramlar düşün dünyamızı şekillendirir. Her tanımlama kaçınılmaz bir şekilde sınırlamayı beraberinde getirir. Bilindiği üzere Batı felsefi geleneği ikilikler üzerine kuruludur. Filozoflar evreni, hiyerarşik ikilikler, dikotomiler etrafında ele almışlardır. Bu hususta ruh/beden; akıl/madde; aydınlık/karanlık; düşünen şey/yer kaplayan şey; etken/edilgen, erkek/kadın türünden dikotomiler ilk akla gelenlerdir. 17. yy. filozofu Descartes’a kadar söz konusu ikilikler belirli ölçülerde buluşabiliyordu. Ancak Descartes’ın söz konusu ikilikleri birbirleriyle buluşmamacasına ayırıp kutuplaştırdığı görülür. Bu nokta itibariyle kavramsal olarak iktidar olanların ilk unsurlar, ona göre ve tabi bir biçimde değerlendirilen ötekiliklerin ise ikinci unsurlar olduğu ifade edilebilir (14). Kavramlar arası hiyerarşik dizilim Aydınlanma Dönemi'nde de sürdürülür.

 **Ursula K. Le Guin; Mülksüzler

(1) Fatmagül Berktay, Felsefenin Kadına Bakışı içinde; Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları: Eşitsizlikler Mücadeleler Kazanımlar, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2010, s.25.

(2) Ali Akay, Michel Foucault’da İktidar ve Direnme Odakları, 3. Baskı , 2016 , Doğu Batı Yayınları, Ankara, s.10.

(3) Max Horkheimer, Akıl Tutulması, Çev. Orhan Koçak, 3. Baskı, Şubat 2016, Metis Yayıncılık, İstanbul, s.73

(4) Age sf. 11

(5) Age, sf. 11

(6) Sara Ahmed, Duyguların Kültürel Politikası, Çev. S. Komut, 2. Baskı Eylül, 2017, Sel Yayıncılık, İstanbul, s. 13

(7) Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, Çev. M.Ali Kılıçbay, 7. Baskı, 2017, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, s. 33

(8) Giorgio Agamben, Kutsal İnsan, Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, Çev. İsmail Türkmen, 2. Baskı, 2013. Ayrıntı Yayınları, İstanbul, s. 16

(9) M. Foucault, A.g.e, s. 103

(10) Charlie Cambell, Günah Keçisi, Başkalarının Suçlarının Tarihi, Çev. Gizem Kastamonulu 1. Baskı, İstanbul, 2013 Ayrıntı Yayınları, s.35

(11) A. Gramsci, Hapishane Defterleri, Çev. Adnan Cemgil, 7.Baskı, Nisan 2014, Belge Yayınları, İstanbul, s.347

(12) L. Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Çev. A. Tümertekin, 2. Baskı, Mart 2015, İthaki Yayınları, İstanbul, s. 51.

(13) Etienne De La Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, İmge Kitabevi, 5. Baskı, Çev., Mehmet Ali Ağaoğulları, 2016, s.48.

(14) Fatmagül Berktay, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, Hristiyanlık’ta ve İslamiyet’te Kadının Statüsüne Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım, 6. Baskı, Nisan 2016, Metis Yayınları, İstanbul, s.131

*İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu, öğretmen