İktidarın İmamoğlu'na karşı seçim planı ve korku stratejisi
İmamoğlu’nun zaferi, muhalefetin iktidar alternatifi olabileceği fikrini güçlendirdi ve bu da iktidarın stratejisini değiştirdi. Amaç sadece seçim kazanmak değil, muhalefeti yönetemez hale getirmek.
Aşırı sağ rejimler artık postallarla değil, kravatlarla, medya manipülasyonlarıyla ve cilalanmış sandıklarla ilerliyor. Trump, açıkça Kanada’yı topraklarına katacağını beyan ederken; Orbán, ülkesini şahsi mülkü gibi yönetiyor; Meloni, Akdeniz’de göçmen teknelerini geri iterken Avrupa’nın "medeni Batı" hayalini yerle bir ediyor. Ancak hiçbiri popülist faşizmin mucidi değil, sadece bu eski ideolojinin güncellenmiş versiyonlarını pazarlayan usta propagandacılar. Bolsonaro, Amazonları yakarken yerlileri küçümsüyor, destekçileri “Tanrı, vatan ve aile” sloganlarıyla sokakları doldururken o, orduyu harekete geçirme planları yapıyordu. Modi, Müslüman azınlıkları hedef alan yasalar çıkarırken basını susturuyor, akademisyenleri hapsediyor, tarih kitaplarını değiştiriyor. Elon Musk ise, teknoloji ve sermaye gücünü elinde tutarken, kürsüde Nazi selamı vererek faşizmin yalnızca siyasi arenada değil, küresel şirketlerin zirvesinde de normalleştiğini gösteriyor. Hepsi, otoriter gücün yanı sıra korkuyu yönetme becerisiyle varlığını sürdürüyor; özgürlükler sessizce yok edilirken, sandıklar göstermelik hale geliyor, medya ise yalnızca iktidarın hikâyesini anlatan bir bültene dönüşüyor.
Türkiye’de ise faşizm artık bir siyasi eğilim değil, devletin resmi ideolojisi haline geldi. Bahçeli’nin “Sokağa çıkanları yakarız” ve “CHP sokağa çıksın da görelim” sözleri, muhalefete çizilen sınırların açık ilanıdır. 2016 darbe girişimi sonrası, devletin tüm mekanizmaları "güvenlik" ve "beka" söylemi etrafında yeniden şekillendirilirken, AKP-MHP ittifakı, devletin kodlarını "Türk-İslam sentezi" temelinde yeniden tanımlayan bir projeye dönüştü. 15 Temmuz sonrası yükselen milliyetçi-muhafazakâr konsolidasyon, otoriterleşmeyi kalıcı hale getirirken, muhalefete yönelik her türlü baskı "devlete sadakat" adı altında meşrulaştırıldı.
2019 yerel seçimleri, iktidar için kritik bir kırılma noktasıydı. CHP’nin İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirleri kazanması, Türkiye’de siyaset yapısını yerel-merkez çelişkisi temelinde ikili bir denkleme oturttu: Bir yanda baskıcı ve merkeziyetçi iktidar, diğer yanda CHP ve DEM Partili belediyeler. İstanbul’un kaybı, yalnızca bir belediyenin el değiştirmesi değil, AKP’nin kent rantına dayalı finansal ve siyasal ağlarının çözülmeye başlamasıydı. Ekrem İmamoğlu’nun zaferi, muhalefetin iktidar alternatifi olabileceği fikrini güçlendirdi ve bu durum iktidarın stratejisini değiştirdi: Artık amaç yalnızca seçim kazanmak değil, seçim kazanan muhalefeti yönetilemez hale getirmekti. İstanbul Belediyesi üzerindeki baskılar, yolsuzluk soruşturmaları, kayyım tehditleri ve İmamoğlu’na açılan davalar, muhalefetin yerel yönetimlerde etkisini kırmaya yönelik hamlelerdi. İktidar, İstanbul’u fiilen yönetemese de, belediyeyi işlevsiz hale getirerek yerel yönetimlerin başarısız olduğu algısını pekiştirmeyi amaçladı. Böylece muhalefet, İstanbul’da bir yandan hizmet üretmeye çalışırken, diğer yandan savunma pozisyonunda kalmaya zorlandı.
Ancak bu süreçte, en kritik mesele, İmamoğlu’nun olası bir siyasi yasak alması halinde muhalefetin nasıl bir refleks göstereceği sorusudur. İktidar bloğu, özellikle CHP’nin sokak siyasetinden uzak durması ve muhalefetin kitlesel eylemlerden kaçınmasını sağlamak için sistematik bir korku politikası yürütüyor (Hoş, bugüne kadar "Sakın sokağa çıkmayın, biz her şeyi ayarladık, AKP’yi sandıkta yeneceğiz" diyerek muhalefeti evde oturtup sonuçları televizyondan izlemeye zorlayan da yine CHP’ydi). Bahçeli’nin bugünkü açıklamaları da, bu korku stratejisinin bir parçası olarak değerlendirilmeli. “CHP sokağa çıksın da görelim” ifadesi, toplumsal muhalefetin Gezi’deki gibi kitlesel tepki vermesinin doğrudan sert devlet müdahalesiyle karşılaşacağı mesajını içeriyor.
Bu noktada, Kürt sorunu ve bölgedeki gelişmeler de iktidarın hesaplarında kritik bir yer tutuyor. Kürt hareketi, Türkiye’nin iç politikasında artık yalnızca bir muhalif aktör değil, uluslararası güç dengelerinin bir parçası haline gelmiş durumda. Suriye’deki gelişmeler, İsrail’in ve ABD’nin Kürt sorununa yönelik hamleleri, Türkiye’nin Kürt politikasını yalnızca bir iç mesele olarak ele almasını imkânsız hale getirdi. İktidar, Kürt hareketinin bölgesel ve küresel aktörlerle daha fazla bütünleşmesini engellemek için yeni bir strateji geliştirdi: Yeni Çözüm Süreci. Ancak bu sürecin dış politikadaki yansımalarının ötesinde, iç politikada da belirgin hedefleri olduğu görülüyor: Yeni çözüm süreciyle İmamoğlu’na gidecek Kürt oylarını düşürmek ve olası bir siyasi yasak durumunda DEM Parti tabanını evde tutmak.
Bu noktada en büyük soru şu: Eğer İmamoğlu’na siyaset yasağı getirilirse, DEM Parti tabanı tepki gösterecek mi? 2015-2016 yıllarında hendek operasyonları sonrası Kürt hareketinin kitlesel gösterileri sert bir şekilde bastırılmış, HDP'li belediyelere kayyım atanmıştı. Bugün ise DEM Parti’nin sokak refleksi büyük ölçüde kontrol altında tutuluyor ve İmamoğlu’na yönelik olası bir yasak sonrası, DEM Parti tabanının CHP tabanı ile birlikte radikalleşmesini önlemek iktidarın öncelikli hedeflerinden biri haline gelmiş durumda. Bunun için havuç-sopa taktiği devreye sokuluyor: Kürt hareketi içinde "ılımlı" kesimlerle görüşmeler yürütülürken, güvenlik operasyonları hız kesmeden devam ediyor ve kayyım atamaları pazarlık unsuru haline getiriliyor. Öte yandan, Suriye’ye yönelik askeri harekâtlar ve "fetih" söylemleriyle milliyetçi seçmen konsolide edilirken, Kürt hareketi iç politikada zayıflatılmaya çalışılıyor.
Salı günkü grup konuşmasında Bahçeli’nin yaptığı tehditkâr açıklamalar, yalnızca bir söylemden ibaret değil. Bu açıklamalar, Erdoğan’ı yenebilecek tek aday olarak düşünülen İmamoğlu’na olası bir yasak sonrası muhalefetin sokağa çıkmasını engellemek için oluşturulan devlet stratejisinin bir parçası olarak okunmalı. Geçmişte Gezi’ye katılan ünlülere bugünlerde açılan soruşturmalar, olası bir kalkışmada devletin yapabileceklerinin yalnızca küçük bir fragmanı olarak görülebilir. Fakat CHP, DEM Parti ve sosyalist gruplar, İmamoğlu’na siyasi yasak getirilmesi durumunda sokağa çıkmak zorunda kalırsa, karşılarında yalnızca polisi ve mahkemeleri değil, sistematik olarak kışkırtılmış milliyetçi ve paramiliter unsurları da bulacaktır. “Sokağa çıkanların canına okuruz. Sıkıysa çıkın bakalım!” söylemi, yalnızca bir tehdit değil, devletin doğrudan şiddet kullanacağına dair açık bir işarettir ve faşizmin en belirgin özelliklerinden biri olan “halkı halkla bastırma” mekanizmasının devreye sokulacağını göstermektedir.
Bugün Türkiye’de faşist dalganın yükselişi, yalnızca seçimlerle belirlenen bir süreç değil; devletin ve toplumun tüm katmanlarını sarmalayan yapısal bir dönüşümün ürünü. İmamoğlu’na yönelik olası bir siyasi yasak, yalnızca İstanbul’un geleceğini değil, Türkiye’de muhalefetin nasıl hareket edeceğini de belirleyecek. Muhalefet, bu süreçte yalnızca sandık siyasetine mi sıkışacak, yoksa faşizme karşı kitlesel bir mücadele mi örgütleyecek? Bu sorunun yanıtı, CHP'nin veya DEM Parti’nin vereceği tepkilerden öte, Bahçeli ve benzeri figürlerin salladığı parmağa karşı halkın nasıl bir refleks göstereceğinde yatıyor.
Sonuç olarak, Bahçeli’nin tehdidi, yalnızca sokağa çıkmayı değil, anayasal siyasetin doğrudan varlığını da hedef alıyor. Faşizmin yerleşik hale gelmesine karşı gösterilecek direnişin belirleyicisi, artık yalnızca parlamenterlerin değil, toplumun kendisinin alacağı pozisyonda netleşecek. Ancak bu sürecin en büyük handikaplarından biri, sosyal demokrasinin sınırlarını aşan devrimci bir hareketin siyaset sahnesindeki eksikliği. Şu anki muhalefetin, rejimin sınırlarını zorlayan radikal bir karşı-hegemonik söylem ve pratik politika inşa edememesi, faşizme karşı etkili bir direnişin önündeki en büyük engellerden biri olmaya devam ediyor; ama neyse ki Özgür Özel kırmızı kartını çekerek halka güven faşizme korku saldı ve bir nebze de olsa umutlu olmamıza vesile oldu...