İlk dans, son nakış: Garbis Baltaoğlu

Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nun ilk baleti Garbis Baltaoğlu dans etmediği zamanlarda dikiş diker. İki yeteneği de yepyeni dünyaların kapısını açar, sıra dışı insanlarla dostluklar kurmasına vesile olur...

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Goblenler, beyaz iş masa örtüleri, sedef kakmalı aynalar, dekoratif duvar tabakları, mineli bir saat, kristal şekerlik, gümüş tatlı kaşıkları, leylak kolonyası… Bir konakta veya köşkte değiliz. Bilâkis mütevazı bir semtte, az katlı bir apartmanın dairelerinden birindeyiz. Odanın içi tatlı sarı nisan güneşiyle dolu. Öyle yumuşak ki renk geçişleri… Salondaki radyo Harbiye’deki ahşap evden kalma, hep “alaturkaya ayarlı”, geriden geriye bir yankı, sarı kurdelem sarı… Kısa bir an, sanki dünya bu dekordan ibaretmiş gibi. Taze çekilmiş Türk kahvesi götürmüştüm giderken, yanında da damla sakızlı lokum. Ev sahibi, “Ne nezaket hanımefendi, zahmet buyurdunuz… Doğru ya, eli boş gidilmez kimseye. Mamam da bize böyle tembihlerdi. Yıllar geçti, unutmuşuz böyle şeyleri” diyerek iltifat ediyor. Garbis Baltaoğlu’nun evindeyiz. O Garbis ki Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nun ilk baleti, Garbo geceliklerinin tasarımcısı, Huysuz Virjin’den Zeki Müren’e pek çok ünlü ismin yakın arkadaşı. Bunca ses, renk, ahenk ve kokunun içinde… Perde açılsın, Garbis Baltaoğlu sahnede!

Garbis Baltaoğlu

KARŞILAMA: ADAPAZARLI AZNİV HANIM VE MALATYALI TAVİT BEY

Garbis Bey’in anne tarafı Adapazarı kökenli. Büyükbabası Takavor Bey, Adapazarı’nda kürk ticareti yapmaktadır. Sevgili eşi Siranuş, kızları Azniv ve Alis ile birlikte mutlu bir ailedirler. Ne var ki bu mutluluk uzun sürmez. 1915 yılı, bu aile için de bir trajedinin habercisidir. Ailenin yakın akrabalarından, komşularından birçok erkek, birileri tarafından kuşkulu biçimde alınıp götürülmekte ve onlardan haber alınamamaktadır. Yaklaşan felaketi sezinleyen Siranuş Hanım, bir tahta bavul ve iki kızını da yanına alarak İstanbul’a, tanıdıklarının yanına sığınır. Bir yandan kayıplara karışan kocasının yasını tutar, bir yandan iki çocukla birlikte ayakta kalmanın çaresini arar. Bir subayın evinde yatılı yardımcının arandığını duyar. İki çocuğunu da yanına alıp, bu işe başvurur. Subay ve ailesi, Siranuş Hanım’a son derece destek olur. Adeta aileden biri gibi davranırlar. Siranuş Hanım da aileyi benimser. Adapazarı’nda varlıklı, tüccar eşi Siranuş olduğu zamanları kalbinin en derininde saklar, yanlarında çalıştığı aileye mükemmel bir yardımcı olur. Günlerden bir gün, Amerikalı misyonerlerin Ermeni yetimleri okutmak için topladığını haber alır. İşverenlerinin “Madem eğitim verecekler, büyük kızın Azniv’i yolla. Alis yanımızda kalsın” sözünü dinler, büyük kızını Amerikalı misyonerlere teslim eder. Başlangıçta çocukların Amerika’da eğitim göreceği söylenir. Fakat verilen söz tutulmaz. Azniv ve diğer çocuklar Yunanistan’a götürülürler. Hem okula devam ediyor hem de yatılı okudukları için kendi işlerini kendileri yapıyorlardır. Azniv, okulun tahta merdivenlerini silerken çekilen bir fotoğrafını annesine gönderir. Kızının zayıflamış bedenini, yorgun gözlerini gören Siranuş Hanım, evin beyefendisine koşar. Gözyaşları içinde, “Ben kızımı hizmetçilik yapsın diye yollamadım. O okusun diye ben zaten hizmetçilik yapıyorum. Lütfen onun dönmesini sağlayın” der. Beyefendi söz verir, mevsimler geçer, iklimler değişir. Yaz sıcakları başlamıştır. Subay ve ailesi, Siranuş Hanım’ı da alarak Kınalıada’daki yazlıklarına taşınırlar. Her zamanki gibi işlerini bitiren Siranuş, bir can sıkıntısı ile bahçeye çıkar. Yoldan geçenlerden biri gözüne çarpar. Kendisine doğru geliyordur. Bu kız çocuğu, ilk göz ağrısı Azniv’den başkası değildir. Anne kız hasretle kucaklaşırlar. Aradan altı yıl geçmiştir. Siranuş Garipoğlu Hanım, bir daha asla kızlarından ayrılmaz. Yaşamının sonuna kadar onlarla birlikte yaşar. Subay ve ailesine dua etmeden geçirdiği bir gün bile yoktur.

Garbis Bey’in babası Tavit Bey, 1915’in yetimlerinden biridir. Malatyalı Tavit’in bütün ailesi tehcir yolunda kaybolur. O sıralarda kundakta bir bebek olan Tavit’i komşuları saklar. Malatya’nın köklü Kürt ailelerinden biri olan komşuları, Tavit’i oğullarından ayırmadan büyütür. Öyle ki Tavit, askere gitmeden önce gerçek kimliğini öğrenir. O güne kadar Kürtçe konuşan, Kürt gibi yaşayan bir gençtir. Bu yeni durum karşısında ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemez. Üstelik askerliği başlamıştır. Dört sene boyunca askerlik yapar, bir gün bile kimse onu ziyarete gelmez. Merak içindedir. Geri döndüğünde “ailesinden” kimseyi bulamaz. İkinci defa bir aile kaybediyordur. Çaresiz ve beş parasız bir hâlde İstanbul’a gelir. Burada iş hayatına atılır. Rum pastacılardan pastacılığı öğrenir. Bu işe o kadar dört elle sarılır ki, azmi, çalışkanlığı onu dönemin en meşhur pastanelerinden Haylayf’ın pasta şefliğine kadar yükseltir. Hayatı yavaş yavaş yerine oturuyordur. Bir tanıdık vesilesiyle Azniv’i görür, beğenir. Azniv de onu beğenmiştir. Kısa süre sonra evlenirler.

HARBİYE: AHŞAP EVLER, MEYVE AĞAÇLARI

Azniv ve Tavit çifti, Harbiye, Çimen Sokak’ta ahşap bir eve yerleşirler. Azniv’in annesi Siranuş Hanım ve kız kardeşi Alis de onların yanına taşınır. Zaman içerisinde Alis de evlenir. Ailenin yeni damadı saat tamiri ustasıdır. Dükkânı da Halaskargazi Caddesi üzerindedir (Günümüzde Halaskargazi Caddesi’ndeki Migros’un yerinde). Aile bütçesine katkıda bulunmak isteyen Azniv ve Alis, Beyoğlu’nun meşhur terzisi Kalivrusi’nin yanında terzilik öğrenirler. Harbiye-Beyoğlu arasını iki kız kardeş beraber adımlar. Müşterilerinin pek çoğu Rum olduğu için, Rumca’yı da mükemmel öğrenirler.

1946 yılının Kasım ayında bu birbirlerine içtenlikle bağlı aileye Garbis bebek katılır Ablası Arşaluys kendisinden bir yıl önce doğmuştur. Peş peşe doğan iki bebek, evi şenlendirir. Mutlulardır… Harbiye o zamanlar ahşap evlerle, elma, erik, incir, dut, portakal ağaçları ile çevrilidir. “Göz hakkı” diye komşular birbirlerine mis kokulu güller gönderir. Cumartesi günleri Harbiye Ordu Evi’nde bayrak töreni olur. Bütün komşular toplanıp, töreni izlemeye giderler. Ermeni cemaatinin özel günlerinde, özellikle Surp Agop Hastanesi yararına düzenlenecek balolarda Çimen Sokak’ta bir hareketlilik başlar. Garbis Bey, o günleri aynı heyecanla anlatıyor: “Değirmenleri olan Değirmenciyan ailesinin hanımefendileri, Fransız, şarap fabrikası olan bir beyefendi ile evli madam ve diğerleri… Hepsi bizim eve provaya gelirlerdi. O zamanlar kimsede otomobil yoktu. Kadınların araba kullandığı ise görülmemiş şeydi. Annemin müşterilerinin otomobillerini görmek için herkes sokağa çıkardı. Ölçüler alınır, provalar yapılır. İpek atlas kumaşlar açılır, krepöşin gömlekler dikilir, fistolu yakalara grogen kurdeleler bağlanır... Hanımlar o sırada birbirlerine inci kolyelerini, incecik bileklerindeki pırlantalı saatlerini göstermek için tatlı bir rekabete girerlerdi. Sırmalar, ibrişimler, ışıklar, gölgeler… Türk kahvesinin telvesi sade, çaylar fincan fincan… Böylesi bir ortamda büyüdüm. Müthiş etkilendim”. Bu telaşlı günlerde Azniv Hanım’ın en büyük yardımcısı karşı komşusu İsmet Hanım’dır. O dikiş dikerken, İsmet Hanım can komşusunun çocuklarının yemeğini yedirir, eve çeki düzen verir. İsmet ve Azniv hanımlar senelerce, birbirlerine bir gün bile kötü söz söylemeden komşuluk yaparlar. İsmet Hanım’ın kocası subaydır. 6/7 Eylül’de Harbiye semtini koruyanlar arasındadır: “O gün babam eve erken geldi. Bir terslik olduğunu anlayan Haylayf Pastanesi’nin sahibi Rum çalışanlara izin vermiş. Bakmış ki babam dükkânda tek kalıyor, onu da eve yollamış. Annemle kafa kafaya vermiş, alçak sesle konuşuyorlardı ki biz çocuklar duymayalım diye. Akşama doğru olaylar iyice büyüdü. Çimen Sokak’ın köşesinde iki bakkal vardı; Rum bakkal (Sahibi Madam Katina’ydı), Yahudi bakkal. İki dükkân da talan edildi. Bütün rakı şişeleri kırılmıştı. O anason kokusu ev içlerine kadar yayıldı. Babamın çalıştığı pastanenin talan edildiğini duyduk. Kurtuluş Son Durak’taki Aya Dimitri Kilisesi yakıldı. O dumanları evimizden görebiliyorduk. Tesadüf o ki, bir hafta önce Tan Sineması’nda bir film izlemiştik, "Quo Vadis?" O filmde meşhur bir yangın sahnesi vardır. Biz de Nero’nun Roma’yı yakması gibi bir yangınla karşı karşıya olduğumuzu, öleceğimizi düşündük. Müthiş korktuk. Neyse ki İsmet Hanım’ın eşi sokağımızı korudu. Yine de bu korkudan dolayı sarılık geçirdim. Annem elimi tutmadan uykuya dalamazdım. Uyandığımda onu yanımda görmeyince çok ağlardım. Yıllarca bu travmayı atlatamadım”. Her şeye rağmen çocuklara bir şey sezdirilmemeye çalışılır. İleride bir düşmanlığa sebebiyet vermesin diye bu olay hakkında konuşulmaz. Akşam yemekleri yine mutfakta hep beraber yenir. Yedi kişilik evin tek radyosu teyzenin odasındadır. O odadan mutfağa doğru uzanan bir kablo ile bu sorun da çözülür: “Eniştemin bu parlak fikri sayesinde radyoyu oradan oraya taşımaktan kurtulmuştuk. Tam yemek vakti, ‘Yassıada Saati’ başlardı. Fonda mahkeme başkanı Salim Başol’un sesi, tabak çanak tıkırtıları… Yemek demişken şunu söylemeden geçmeyeyim. Günümüzde zengin mutfağında pişen şeyler, o vakitler yoksulun da yediği şeylerdi. Örneğin ıstakoz bizim evde çok yenirdi. Yağ teneke ile, şeker, pirinç, un gibi şeyler çuvalla alınırdı. Tek lüksümüz Beyoğlu’na çıkmaktı. Annem elbiselerine düğme bakmak, kaçan çoraplarını düzelttirmek için Hacopulo Pasajı’na giderken, çocuklarını da yanında götürürdü. Bizim “refakatçi” ödülümüz İnci Pastanesi’nden profiterol yemekti. Babam pastacıydı ama onun çalıştığı yerden yemezdik. Çünkü ücret almazlardı. Annem ve babam bu durumdan çok rahatsız olurlardı. Bu nedenle Haylayf Pastanesi’ne pek uğramazdık”.

Garbis Baltaoğlu, bale günlerinden.

TEPEBAŞI DRAM'DA BALE

Garbis Baltaoğlu, annesi sayesinde dikiş dikmeyi öğrenir. Dansa da büyük yeteneği vardır. Evdeki kıymetli tek radyoyu kendi iradesi ile açamaz. Radyo, saat 18’de dans müzikleri yayını yapıyordur. Tam o saatte gizlice komşu evine gider. Radyoyu açtırır, müzik boyunca dans eder. Yayın bitince aynı gizlilikle eve döner. Bir gün yine komşuya giderken annesine yakalanır. Azniv Hanım onu tatlı sert azarlasa da oğlunun yeteneğinin farkındadır, dans etmesine karışmaz. Konservatuvarın şan bölümünde çalışan, aile dostları, bas bariton Nubar Kamçıyan’a danışır. Kamçıyanlar müzik ile uğraşan bir ailedir. Erkek kardeşi de Kadıköy Surp Takavor Kilisesi’nde koro şefidir. Azniv Hanım, oğluna onların yardım edebileceğini düşünür. Düşündüğü gibi de olur: “Mösyö Nubar sayesinde konservatuvar sınavlarına girdim. Sekiz yaşındaydım. Benim bir huyum vardı. Bir şeyi ‘yap’ dediler mi yapmam! Annem bu nedenle çok endişeliydi. Tek başıma jürinin önüne çıktım. Zavallı annem tedirginlikle beni bekliyor. Önce kulağımı anlamak için tempo tutturdular. Piyanoda Lusi Hanım vardı. O bir dans müziği çaldı. Bana ‘dans et’ dediler. Başlangıçta biraz sıkıldım ama mecbur istenileni yaptım. Müzik bitti, sınav da bitti. Annenin yanına gittim. Merak içindeydi. Tam neler yaptığımızı anlatırken bir ses duyuldu: ‘Garbis burada mı? Tekrar dans edecek.’ Bu ses tiyatro bölümünün başındaki Ercünment Bey’in sesiydi. Anneme yaklaştı. ‘Endişelenecek bir durum yok, onu çok beğendik. Tekrar izlemek istiyoruz’ dedi. Meğer sınavı kazanmışım”. Anne- oğul sevinçle eve dönerler. Ev halkına Garbis’in dans edeceğini söylemezler. Baba Tavit Bey’in buna katiyen müsaadesi yoktur. Oğlunun dansa olan yeteneğinin farkında olmasına rağmen bunun bir sanat, bir meslek olduğunu kabul etmez. Garbis’in hayatında yeni bir sayfa açılır. O yıllarda, mahalleden arkadaşı Zerrin Arbaş da konservatuvarı kazanmıştır. Zerrin, Harbiye Caddesi üstünde, Garbis iki sokak arkasında oturuyordur. Konservatuvara birlikte gidip gelirler: “Hazırlık sınıfını okutup, sınıf atlattılar. Bale bölümü henüz yoktu. Sonraki yıllarda açıldı. Konservatuvarda ilk önceleri piyano, solfej dersleri aldım. Evde piyano ne gezer! Annemin dikiş diktiği varlıklı madamlara rica eder, cumartesileri bir saatliğine onlarda çalışırdım. Baleye geçince, annemle Beyoğlu’na gidip uzun taytlar aldık. Dans ettikçe taytların dizi çıkardı. Annem gizlice onları onarır, sabah ben okula gitmeden hazır ederdi. Okula Zerrin’le giderdik. El ele tutuşur, Taksim-Yıldız otobüsüne biner, Beşiktaş’ta iner, oradan da konservatuvara yürürdük. Okuldan da beraber çıkardık. Yine el ele mahallemize döner, evlerimize giderdik. Bu her sabah ve akşam tekrarlanırdı. Çok sonraki yıllarda okul çıkışlarında Baylan’a gitmeye başladık. O ilk zamanlardaki çekingenliğimiz kalmamıştı. Şehir tiyatrosunun oyuncuları, Erol Günaydın, Haldun Dormen ve daha nice ismi Baylan’da tanıdım. Annem Zerrin’e çok güvenirdi. Onun koruyuculuğunda okula gittiğim için kalbi ferahtı. Tek şartı vardı: ‘Baban gelmeden evde ol!’ Derslerimiz çok yoğun, eğitmenlerimiz oldukça disiplinliydi. Ankara’dan günübirlik gelip giden hocalarımız vardı; Trewis Kemp ve eşi Molly Kemp’i unutamam. Onların provaları uzar, eve geç dönerdim. O zaman babamı yatıştırma görevi annemdeydi: ‘Garbis’in imtihanı var. Arkadaşında ders çalışıyor, birazdan döner’. Böyle böyle yıllar geçti. Tepabaşı Dram Tiyatrosu’nun ilk baleti benim. Müthiş temsillerde sahneye çıktım… Aida, Carmen, Yevgeni Onegin, Şen Dul…Babamın hiçbirinden haberi yoktu. Bu gizliliği sürdürmek elbette zordu. Fakat kaçırdığımız bir şey varmış. Bir gün Satılmış Nişanlı (Prodona Nevesta) sahneleniyor. Ben de varım tabii. Radyoda da naklen veriliyor. Rap rap rap ayak sesleri… Babam anneme dönüp demiş ki; ‘Bak Garbis dans ediyor!’ Annem müthiş şaşırmış. Meğer bilirmiş de sesini çıkarmazmış sevgili babacığım. Bunu öğrendikten kısa süre sonra askere gittim. Askerden dönünce yepyeni bir hayatın başlayacağını düşünürdüm. Her gece bunun hayalini kurarak, gün sayardım. Askerlik bitecek, döndüğümde adını duyurmuş bir balet olarak karşılanacağım ve hepsinden önemlisi babam beni sahnede izleyecek. Hiçbir şeyden korkmadan, tamamen hür olarak dans edeceğim. Hayat… Bir haber geldi. Babamı trafik kazasında kaybetmişiz. Peşinden bir haber daha geldi, Tepebaşı Dram Tiyatrosu yanmış!”

Garbis Baltaoğlu, bale günlerinden.

İŞ HAYATI: MANİFATURA KEĞAM, KADIKÖY GALERİ MURAT, GARBO İÇ GİYİM

Peş peşe gelen bu acı haberlerle sarsılan Garbis Bey, askerden döner dönmez Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nu görmeye gider. Tiyatronun yanmış yıkılmış görüntüsünü günlerce unutamaz. O gün kendi kendine bir karara verir, “Bu ülkede sanat yapılamaz”. Danstan kopmadan iş hayatına atılmanın yollarını düşünür: “Tepebaşı Dram, benim yurdumdu. Evim, ocağım başıma yıkılmış gibi hissettim. Ben orada dans edecektim, babam beni izlemeye gelecekti… Her şey bir anda alt üst oldu. Çaresizlik içinde günler geçerken, eniştemin babası anneme tiyatrodan ne kazandığımı sormuş. 360 lira kazanıyordum. Onların Kadıköy’de bir manifatura dükkânı vardı, Keğam Manifatura. Eski Kadıköylüler burayı hatırlarlar. Yanında Nefis Muhallebicisi, Kanarya Mağazası vardı. Kadıköy Çarşı içinde çok sevilen, iyi iş yapan bir dükkândı. Burada gelsin başlasın, bin 500 lira da maaş vereceğiz demişler. En azından elime geçen parayla anneme iyi bakarım diyerek, kabul ettim. Bir bayram öncesiydi. Patronum dükkanın vitrinini yapıyor, ben de tezgahta duruyordum. Patron acil bir telefonla eve gitmek zorunda kaldı. Vitrin düzenlemesi yarım kaldı. Konservatuvarda dekor-kostüm dersi görmüştük. Çekine çekine vitrine geçtim. Kendi zevkimle bir tasarım yaptım. Ertesi gün satışlar patladı. Dükkân doldu, taştı. Bundan böyle Kadıköylü dükkan sahipleri yalvar yakar beni vitrin yapmaya çağırıyordu. İş hayatım güzel gidiyordu. Dans etme arzusu ile yanıp tutuşuyordum. Bir gün öğrendim ki arkadaşlarım bir bale grubu kurmuşlar, Çağdaş Bale. Beni de gruba davet ettiler. Hafta sonları provalar olurdu. Harbiye Şehir Tiyatrosu’nda da pazartesi günleri temsiller veriliyordu. Hemen katıldım. Hafta içi çalışıp, hafta sonu dans etmeye devam ettim. Hayat yavaş yavaş yoluna giriyordu. Eniştemin ailesi işleri büyüttü. Galeri Murat adında bir mağaza açtılar. Patronum baktı ki benim kadın müşterilerle aram iyi, kadın gustosundan anlıyorum bana bir iç giyim atölyesi kurdu. Altı-yedi kişilik bir atölye. Ben orada GARBO markası adı altında (Adının ve soyadının baş harflerinden türettiği bir isimdir) ne gecelikler, ne sabahlıklar tasarladım. GARBO geceliği olmayan kızların çeyizi eksik sayılırdı."

Huysuz Virjin'in GARBO reklam yüzü olduğu çekimler.

DOSTLUKLAR: SEYFİ DURSUNOĞLU, ZEKİ MÜREN

Garbis Bey, dans etmediği zamanlarda dikiş diker. Her iki yeteneği de ona yepyeni dünyaların kapısını açar, sıra dışı insanlarla dostluklar kurmasına vesile olur. Zeki Müren ile iç giyim tasarımcısı olduğu yıllarda tanışır. “Sanat Güneşi”nin ropdöşambırlarını tasarlar, içine lavanta kesesi koymayı da unutmaz ki mis koksun. Zeki Müren, onun ince işçiliğini, titiz terziliğini, nezâketini çok beğenir. En çok da dürüstlüğünü, işine olan saygısını takdir eder. Bir gün sorar: “Sizi hiç gece kulüplerinde, gazinolarda görmedim. Beni dinlemeye bile gelmediniz”. Garbis Bey’in yanıtı şöyle olur: “İşim, aşım, hayatım. İş, hepsinden önce gelir”. Zeki Müren bu yanıta memnun olur. Uzun yıllar sarsılmayacak bir dostluğun temeli böyle atılır. En yakınındaki yardımcılarını seçerken muhakkak Garbis Bey’e danışır, önerilerini dinler. Seyfi Dursunoğlu da yakın arkadaşları arasındadır. Seyfi Dursunoğlu ile o henüz Huysuz Virjin olmadan önce, SSK’da bir memurken tanışırlar: “Seyfi Bey benim 63 yıllık arkadaşım. Ben konservatuvar öğrencisiyken, o Tepebaşı Dram’ın karşısındaki Sosyal Sigortalar Kurumu’nda memurdu. Sahne hayatı sonra başladı. Onun da dikiş nakışa büyük yeteneği vardı. Pek çok elbisesini kendi tasarlamıştır. Elbiselerinin üzerine pul, incik boncuk gibi şeyler işlemeyi severdi. Bunlar da Türkiye’de henüz yeterince yoktu. Bana rica ederdi ki, konservatuvardan getireyim. Ne yapar eder ona boncuk bulurdum. Bir gün İzzet Günay ona bir elbise hediye etti. Oldukça değerli, annesinden yadigarmış. Beraberce o elbiseye eklemeler yaptık, pelerin vs. diktik. Uzun yıllar bu elbiseyi sahnede kullanmıştır”. Seyfi Dursunoğlu’nun en büyük hobisi goblen işlemektir. Bu hobisini yakın çevresindekilere de öğretir: “Ben yıllarca her pazar günü Seyfi Bey’in Çengelköy sırtlarındaki evine giderdim. Pek mutlu olurdu beni görünce. Benim bir defilemde mankenlik bile yaptı. Ertesi gün ona gideceksem akşamdan tembihlerdi. ‘Sabah çok erken gel. Kahvaltıyı beraber yapacağız’. Kahvaltıdan sonra o goblen işlerdi, ben sıkılırdım. Bir gün bana da öğretti. Çok zevk aldım. Bugüne kadar sayısız goblen işledim. Evimin duvarlarını süsler. Her biri bir hatıra. O kadar iyi öğrendim ki, Seyfi Bey’i bile geçtim. Bu durum aramızda tatlı-sert bir rekabet yaratırdı. Seyfi Bey hakikaten tam bir “Huysuz”du. Yine de yarım asırdan fazla dostumdur. Rahmetle anıyorum”.

Garbis Bey, artık dans etmiyor, dikiş dikmiyor ama goblen işlemeye devam ediyor. Muhteşem bir gül serisine başlamış. Heyecanla anlatıyor. Bir kızıl gonca açılmış koca bir güle dönüşecekmiş. Kim bilir… Belki de o “gülün kokusu dünyayı tutacak”.

Garbis Baltaoğlu'nun işlediği goblenler.