İlk kitap ilk aşk gibidir
'Yaşanan' adlı ilk kitabımın yayınlanma serüveni oldukça trajikomiktir. 1983'de Ankara'daki bir yayınevi tarafından yayınlanan kitap, Ulus civarında bir bodrum kattaki matbaada basıldı. Benim kitaptan sonra, bugün epey ünlü olan bazı şair ve yazar arkadaşların da ilk kitapları bu yayınevinden çıkacaktı. Neyse… O zamanlar bilgisayar baskısı yoktu, "entertip" denilen dizgi yöntemiyle kalıplanıp basılıyordu.
Yazarların, şairlerin ilk kitaplarıyla ilgileri gerçekten ilk aşkları gibidir. Tutkulu, acemi, masum… İlk kitapların yayınlanma maceraları bazen çok ilginç gelir bana. Örneğin, Pablo Neruda, 'Yaşadığımı İtiraf Ediyorum'da, babasının çok değerli saatini rehine verip ilk kitabını bastırdığını anlatır. 'Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı' adlı kitabı basıldıktan sonra, para bulamaz ve babasının saatini rehinden kurtaramaz. Kitap da matbaada beklemektedir. Durumu öğrenen bir öğretmeni, parasını verir ve saati kurtarır, kitapları da matbaadan alır. Yıllar sonra Şili’de faşist askeri darbe olacak ve iktidardan indirilen Allende’nin partisinde politika yapan Neruda, sınırdaki bir dağ evinde bir süre saklanmak zorunda kalacaktır. Bir gece Neruda’nın gözleri, kendini ziyaret için eve gelen bir gerilla şefinin pantolonunun arka cebinde epey yıpranmış bir kitaba takılacaktır: 'Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı'. Ziyaretçi Fidel Castro’dur. Aralarında, son derece epik konuları içeren bir diyalog gerçekleşecektir. Ama hiç dikkat çekmeyen, gecenin sessizliğine karışıp giden şu son derece lirik diyalog da geçecektir:
Neruda: “Benim şiirlerimi okuyorsunuz?”
Castro: “Ben sizin hayranınızım!”
Selim İleri, ilk kitabının yayınlanma macerasını şöyle anlatacaktır: “Vedat Günyol, hikâyelerimi bir kitapta toplamanın, bir şekilde bastırmanın yollarını arıyordu. Kendi yayınevinden, Çan Yayınları’ndan yayımlanmasına olanak yoktu. Çan Yayınları’nın ekonomik gücü neredeyse sıfırdı. Çan Yayınları’nın basımeviyle görüşüldü. Harçlıktan biriktirilmiş bir miktar para var. Atatürk Erkek Lisesi’nde okul müdürümüzün oğlu, televizyon yönetmeni Naci Çelik’ti. Çelik’le iyi arkadaştık, ikimiz de edebiyat tutkunu, kitap kurdu… 1968 güzünde müdürümüz emekli olmuştu. Beyoğlu’nda bir eczane açmıştı: Yeşilçam Eczanesi. Naci babasının kasasından çalıyor, ben de Pendik’e gidip geldikçe teyzemin eczanesinden. Yani 'Cumartesi Yalnızlığı' iki eczanenin kasasına çok şey borçludur. Bu şekilde sermayeyi tamamladık. Bin adet basılmıştı. Bunun dörtte birini bile okura ulaştıramadık. Kitaplar Vedat hocanın deposuna kaldırıldı. (edebiyatvesanatakademisi.com)”
Nazım Hikmet’in 'Benerci Kendini Niçin Öldürdü' adlı kitabı, onun ilk kitabı değil ama ben onun 1932 tarihli ilk baskısına nasıl sahip olduğumu anlatmalıyım: “1980’li yılların sonlarında, bir gün üniversitede, kampüsün bahçesinde, çimlerde otururken bir öğrencinin de bu kitabı çantasından çıkarıp üzerine oturduğunu gördüm. Olamaz! Öğrenciye, üzerine oturduğu kitabı merak ettiğimi, eğer kitabı karıştırmama izin verirse, kendisine bir gazete verebileceğimi söyledim. Kabul etti, verdi. Ben de gazetemin ortalarındaki reklam ağırlıklı iki sayfayı ona verdim. Öğrenci biraz sonra derse gideceğini söylediğinde ben kitapla sarhoş bir ilişki içindeydim. Öğrenci bu durum karşısında, kitabın bende kalabileceğini, daha sonra benden alabileceğini söyleyip gitti. Ve kitap bende kaldı.
Aradan yıllar geçti. İki yıl önce Samatya’daki “Samatya Sahaf”a uğradım. Görme engelli arkadaşımız Devrim’in sahaf dükkânı. Kapısının önünde iki sarı kedi yavrusu. Oktay Rıfat’ın şu dizelerini hatırlatıyor: “Niko’nun kahvesinde anılar ayaklarınızın arasında oynaşan kedi yavruları gibi/birini alıp dizinize koyarsınız.” Kedi yavrularından birini alıp dizime koyuyorum. Sonra Devrim çay söylüyor. Devrim’i Ankara yıllarından tanıyorum, özellikle Konur Sokak’taki Engürü Kahvesi’nden. Devrim’in gözleri görmüyor ama diğer duyuları gözlerinin işlevini de fazlasıyla üstlenmiş. Kitapları türlerine göre raflara sıralamış. Hangi tür kitabın hangi rafta olduğunu biliyor. Üstüne fiyatlarını yazdığı kitaplardan isteyen olursa, ilgili rafa yönlendiriyor. İnsanlar istedikleri kitabı kendileri buluyor, fiyatını söylüyorlar ve ödüyorlar. Devrim, “benimki self servis sahaf” diyor. Türk ve dünya edebiyatını yakından biliyor. ODTÜ mezunu, sinema alanında yüksek lisansa başlamış. Kitaplığımda, Nazım Hikmet’in 'Benerci Kendini Niçin Öldürdü' adlı kitabının ilk baskısından bulunduğunu söylüyorum. "Kapağında Fikret Mualla'nın resmi var" diyor. Aşkolsun Devrim, işte sahaf! Bir gün üniversitede, kampüsün bahçesinde, çimlerde otururken, bir öğrencinin de bu kitabı çantasından çıkarıp üzerine oturduğunu gördüğümü, bir gazeteyle değiş-tokuş yaptığımı anlatıyorum. Devrim, “Benerci kendini bu yüzden öldürdü” diyor.
Benim de 'Yaşanan' adlı ilk kitabımın yayınlanma serüveni oldukça trajikomiktir. 1983'de Ankara'daki bir yayınevi tarafından yayınlanan kitap, Ulus civarında bir bodrum kattaki matbaada basıldı. Benim kitaptan sonra, bugün epey ünlü olan bazı şair ve yazar arkadaşların da ilk kitapları bu yayınevinden çıkacaktı. Neyse… O zamanlar bilgisayar baskısı yoktu, "entertip" denilen dizgi yöntemiyle (daktilo gibi yazılan ve kurşun harfler döken sistem) kalıplanıp basılıyordu. Dizgiyi yapan usta hayatında ilk kez şiir kitabı dizdiği için, ona göre satırlar bir-iki harf içeri kaymış ya da dışarı çıkmış, fark etmiyordu. Dizgiyi bitirip, yanlış varsa düzeltmemiz için bir prova baskı veriyordu. Elbette her prova baskıda bir yanlış dizgi buluyorduk. Usta o yanlışı düzeltirken başka yanlış yapıyordu. Böyle birkaç prova baskı aldık-verdik. Artık ustanın sabrı kalmamıştı ve sinirleniyordu. Yanlışı göstermeye çekinmeye başladık. Ustanın arkasında, yayınevinin sahibi arkadaş beni, ben de onu zorluyordum söylemesi için. Yani usta dizgi yaparken, arkasında bizim fısıltı halinde mücadele verdiğimizden haberi yoktu. Örneğin, ben oradaki bir merdaneyi alıyordum ve arkadaşa, "korkma, arkandayım, haydi söyle şu 'n' yi 'm' yapsın" diye cesaretlendiriyordum ve kıkır kıkır gülüyorduk. Neyse, sonunda ortaya çıkan şeye razı olduk. İşin ilginç yanı, bin adet basılan kitap bir-iki ayda tükendi. Bin adet kitap, o zamanın parasıyla bin liraya mal oluyordu. Yayıncıyla anlaşmamıza göre beş yüz lirasını ben ödeyecektim ve karşılığında beş yüz adet kitap alacaktım. Maliyet epey pahalıydı. Orta düzeyde bir devlet memurunun maaşı da sanırım bin liraydı. O günlerde üniversitede çalışıyordum. Genç olduğum için, öğrencilerden çok sayıda arkadaşım vardı ve ofisime gidip gelen öğrenci çok oluyordu. Bir şekilde borç bularak denkleştirdiğim beş yüz lirayı geri ödeyememe korkusu yaşadığımı itiraf etmeliyim. Kim şiir kitabı satın alacaktı ki? Ama öyle olmadı. O günün koşullarında, insanlar benim kitabımın çıktığını nasıl öğrendiler, nasıl o kadar yaygın şekilde duyuldu, anlayamamıştım. On beş-yirmi gün içinde bendeki beş yüz kitap tükenmişti. İnsanlar beni bulup, kitap almak istediklerini söylüyorlardı. Yani ilk kitapta Selim İleri’den daha şanslı olduğum açıktı.
Kitabımı, ilk kitaplara verilen, o yılların en saygın ödüllerinden olan Akademi Kitabevi Ödülleri'ne gönderdim. Başarı Ödülü'ne değer görüldü. Ödül töreni için İstanbul'a gittim. Yirmi altı yaşındaydım. Roman, öykü, deneme dallarında da ödüller verildi. Törende ödül alanlar uzun uzun ve anlamlı konuşmalar yaptılar. Ben de kafamda birkaç cümle tasarladım. Sıra bana geldiğinde sahneye çıktım. Hemen önümdeki sırada Aziz Nesin'den Vedat Türkali'ye, Cemal Süreya'dan Adalet Ağaoğlu’na, Yaşar Kemal'den Turgut Uyar’a tanıdığım bütün ünlü simalar bana bakıyorlardı. Bir şeyler söylemek istiyordum ama heyecandan sesim çıkmıyordu. Her şeyi unutmuştum. Biraz durdum ve mikrofona ağzımı yaklaştırarak, ancak, "valla şiir yazıyorum işte!" diyebildim. Yoğun bir alkış koptu. Yani orada yer yarılsa da kaybolabilseydim. Biraz sonra kokteylde Cemal Süreya yanıma yaklaştı ve kendine özgü muzip üslubuyla, "en uzun konuşmayı sen yaptın" dedi. Şairlerle, yazarlarla tanıştırdı. Turgut Uyar pencere kenarında duvara yaslanmıştı ve hatırladığım kadarıyla bir bastona tutunuyordu. Sanki o günlerde sağlık sorunu vardı. Gülümsedi. 'Toplandılar' adlı kitabının arka kapağındaki fotoğrafa benziyordu.
Evet, yıllar geçti, toplandık, savrulduk, tekrar toplandık. Tekrar… Acaba ilk kitaplarımızın arkasındaki fotoğrafa benziyor muyuz hâlâ?
“…Seni anımsıyordum yüreğim sıkışarak
o bende bildiğin kederle.
Nerdeydin o zaman sen?
Kimlerin arasında?
Neler konuşuyordun?
Apansız niye gelir bilmem bunca aşk bana
kendimi böyle üzgün, seni uzak bulurken?
Düştü hep alacakaranlıkta alınan kitap,
pelerinim, o yaralı köpek kıvrıldı yerde.
Gidersin hep, gidersin akşamüzerleri
yontuları silmeye koşan karanlığa doğru.”
(Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı, Pablo Neruda, Çev. Sait Maden)