İlknur Yüksel Kaptanoğlu: Kadınları sevmeyen bir toplumuz
İlknur Yüksel Kaptanoğlu: Gece bir olay olduysa, o saatte ne işi vardı, deniyor. Kesin kadın bir şey yapmıştır, deniyor. Avukatlarda da bunu görüyoruz. Bu 6284 sayılı kanunla ilgili bir sürü avukatın aynı şeyi söylediğini biliyorum: Kadınlar da kullanıyorlar bu kanunları, diyorlar. Mizojeni var. Erkeğin yaptığını nasıl mazur gösterebiliriz yaklaşımının bir neticesi bu.
Kadına yönelik şiddet, kadınlar tarafından birçok boyutuyla çoktandır tartışma konusu ediliyor ve gündemden düşürülmesine izin verilmiyor. İstanbul Sözleşmesi’ne canını dişine takarak sahip çıkan kadınlar görünüşte küçük fakat etkisi bakımından güçlü bir zafer kazandılar şimdilik. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü yaklaşırken yeni yayımlanan bir derleme kitaptan yola çıkarak, kadına yönelik şiddet araştırmalarının yaygın olarak bilinmeyen bir boyutuna değinmek istedim: Şiddetle mücadelede kamu politikaları üretebilmek ve var olanları iyileştirebilmek için bu alanda veri toplamak, bu veriyi sunmak ve uygulamaları izlemek. Türkiye’de kadına yönelik şiddet konusunda uzun süredir etkili çalışmalar yapan, Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etüdleri Enstitüsü’nden İlknur Yüksel Kaptanoğlu’nun derlediği Kişisel Olan Politiktir, Kadınlara Yönelik Eviçi Şiddet Verisi ve Politika (Nota Bene Yayınları) başlıklı kitap, yakın zamanda yapılan çok kapsamlı bir saha çalışmasının verilerini değerlendiren yazılardan oluşuyor. Kadına yönelik şiddet ile mücadelede etik normlar, politikalar; şiddetle mücadelede başvurulan hukuki mevzuatın kapsamı; kolluk güçlerinin işlevleri; ekonomik özerkliğin şiddetten korunmadaki işlevi; kadınların şiddete ilişkin tutumları; kırsaldaki kadınların maruz kaldıkları şiddet; çocuk ve erken yaşta evliliklerde yaşanan şiddet; bir ruh ve halk sağlığı sorunu olarak şiddet; yeni tartışılmaya başlanan bir şiddet türü olarak ısrarlı takip; ölüm riski altındaki kadınlar; kadına yönelik şiddetle mücadelede medyanın rolü ve erkeklerin deneyimleri üzerinden şiddetin kuşaktan kuşağa aktarılması başlıkları altında çok kapsamlı ve ufuk açıcı bu ortak çalışmayı İlknur Yüksel Kaptanoğlu anlatıyor.
Biraz yaptığınız araştırmadan bahseder misin?
Bu kitaba veri teşkil eden Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet başlıklı iki kapsamlı araştırmayı Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etüdleri Enstitüsü (HÜNEE) olarak yürüttük. İlk araştırmayı bir konsorsiyum ile AB Komisyonu maddi desteğiyle 2008 yılında, diğerini yaklaşık 6 yıl sonra 2014 sonra yine HÜNEE ekibi olarak Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı desteğiyle yürüttük. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü yararlanıcı kurum olarak her iki araştırmayı destekledi ve sonuçlar resmi istatistik programına dahil edildi. İlk araştırmada 15-59 yaş grubunda 12 bin 795, diğerinde de 7 bin 462 kadınla görüşme yapıldı. Biz bu araştırmanın verilerinden yararlanarak raporlar ve bir kitap yayımladık ama dileyen Türkiye İstatistik Kurumu’ndan talepte bulunarak araştırma verisini kullanabilir.
Kitabın hikayesine gelince, ben araştırma bittiğinden beri araştırmayı yürütenlerin yanı sıra farklı bakış açısına, birikime sahip araştırmacılar da bu verileri değerlendirsin istiyordum. Raporla sınırlı kalmasın, bunun ötesine geçelim. Dolayısıyla, aktivistler, feminist kadınlar ve başka alanlardan kadınlar var bu kitaba emek verenler arasında. Araştırmadan elde ettiğimiz çok fazla veri var. Bu kitapta 13 yazıyla elimizden geldiği kadar bilgi üretmeye çalıştık ama araştırmacıların kullanımına açık bir veri olduğunu söylemek ve aslında kullanmaya davet etmek isterim.
Kitapta birden çok şiddet türü taraf ediyorsunuz. Bunlar da genelde birbirleriyle iç içe geçiyor. Biraz bunlardan bahseder misin? Özellikle ekonomik ve duygusal şiddetin istismara dönüşen yönü hakkında ne dersin? Bir de şu aklıma geldi: Muhatap olduğumuz kişiler bizim şiddet olarak tanımladığımız birçok kategoriyi şiddet olarak göremeyebiliyorlar. Görüşmeyi yapan kişi, karşısındakine biraz bahsettiği şiddet kategorisini tarif etmek zorunda mı kalıyor? Bir kadın için maaşını kocasına teslim etmek gayet normal ve olması gereken bir davranış olarak algılanabiliyor mesela. O soruları nasıl formüle ediyorsunuz?
Şiddetin ölçülmesi konusu da, farklı şiddet biçimlerinden yola çıkarak tartışılacak konulardan biri ama şiddetin ölçülmesi en kolay fiziksel şiddete ilişkin eylemlerle oluyor. Uluslararası alanda bakınca fiziksel şiddetin ölçülmesi konusunda bir uzlaşma var. Cinsel şiddet ve duygusal şiddet de öyle ama ekonomik şiddeti biz biraz Dünya Sağlık Örgütü’nden farklı olarak kendimiz kategorize ettik. Ekonomik şiddet uluslararası alanda çok netleşmiş tanımı olan ve mutabakatın sağlandığı bir şiddet biçimi değil. Duygusal ve ekonomik şiddet tanımları için bu nedenle istismar ifadesini kullandık. Onda da tam bir uzlaşma olmadığı için duygusal, psikolojik şiddet deniyor, çünkü eylemlere atıfla soruyoruz kadınların maruz kaldıkları şiddeti. Çeşitli şiddet türleri tarif ediyoruz. Sonra kadınlara soruyoruz, böyle bir şeye maruz kaldınız mı, şu başınıza geldi mi diye. Doğrudan şiddete uğradınız mı, diye sorunca, otomatikman verilecek cevap ‘uğramadım’ olur. Kadınların şiddete uğradıklarını kendilerine bile itiraf etmeleri çok zor bir şey. Çünkü itiraf ettiğimiz zaman bulunduğumuz yerde kalmak daha da ağırlaşır. Kadının eğer başka bir gücü yoksa, ki genellikle öyle oluyor, üstünü örtmeye çalışır. Kadınların gidip müracaat etmesi, ‘ben şiddete uğruyorum’ demesi son aşamada alınacak bir karar oluyor. Buna ek olarak, cinsel şiddetin araştırmalarda çok az çıktığını görüyoruz. Çünkü bunu itiraf etmek, o utancı taşımak yanında, damgalanmak, tabu olarak görülen o deneyim ile, cinsellikle ilgili konuşamamaktan kaynaklanıyor. Ama araştırmada böyle sorunca biraz daha rahat ifade edebiliyorlar kadınlar. O yüzden de bu tür araştırmaların bulduğu rakamlar daha yüksek çıkıyor resmi kayıtlardaki rakamlardan.
Özellikle cinsel şiddet yabancıdan gelirse daha çok şikayet ediliyor. Aile içinde olan şiddet vakasını dile getirmek kolay değil. Kol kırılır yen içinde kalır. Yaşadığımız dönemde daha fazla öyle. Aileye ilişkin en güvenli yerimiz, sığınağımız algısı yerleştirilmeye çalışılıyor çünkü. Ama dışarda olanı söylemekte biraz daha rahat oluyor kadınlar.
Kitabın giriş yazısında şiddetin toplumsal olarak nasıl karşılık bulduğunu anlatmışsın. Yaygın bir kanı olarak şiddet uygulayan erkek hasta veya sapkın olarak niteleniyor. Bu algı ve yaklaşım erkekten kaynaklanan şiddetin toplumsal cinsiyet rol ve kimlikleri ve ataerkinin boyutlarını görünmez hale getiriyor diyebiliriz değil mi?
Görünmezliğine katkıda bulunuyor kesinlikle. Büyük oranda erkeklerden kadınlara yönelen bir eylem olduğu ve temelinde toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri olduğunu görmemizi engelliyor aslında. Soruna birey temelinde yaklaşmayı da beraberinde getirerek, sosyal ve ekonomik koşulların ele alınmamasına neden oluyor. Kültürlere göre farklılaşmakla birlikte, birçok toplumda güç ilişkilerine bağlı olarak kadınların ikincil statüde olduklarını gösterecek biçimde özellikle yakın ilişki şiddetine kadınlar daha fazla maruz kalıyorlar. Farklı kadınlık durumları, sosyo ekonomik koşullar kadınların maruz kaldıkları şiddetin biçimlerini değiştiriyor. Ataerkinin boyutlarına göre ve erkeklerin de koşullarını dikkate almayan bir yere evriliyor.
Şiddete gerekçe, bahane arayan yaygın bir eğilim var toplumda. Kadınlarda bile böyle bir tavırla karşılaşabiliyoruz.
Kadınları sevmeyen bir toplum Türkiye. Hani hep kadının suçlu olduğuna dair bir yaklaşımla her şeyi açıklamaya, anlamaya çalışıyorlar. Gece bir olay olduysa, o saatte ne işi vardı, deniyor. Kesin kadın bir şey yapmıştır, deniyor. Avukatlarda da bunu görüyoruz. Bu 6284 sayılı kanunla ilgili bir sürü avukatın aynı şeyi söylediğini biliyorum: Kadınlar da kullanıyorlar bu kanunları, diyorlar. Mizojeni var. Erkeğin yaptığını nasıl mazur gösterebiliriz yaklaşımının bir neticesi bu. Toplumsal ve kültürel olarak bu bakış açısını herkes paylaşıyor. Kadınları sevmeyen bir toplum olmayla ilişkili olduğunu düşünüyorum, ben.
Şiddet biçimleri çok iç içe geçmiş görünüyor. Bakıyorsunuz, biri varsa öbürü de çoğunlukla var.
Çok boyutlu bir şey şiddet. Ayrıştırarak bakmak bir taraftan çok anlamlı değil. O yüzden zaten feministler çok uzun zaman nitel çalışmalarla bunu ortaya koymaya çalıştılar. Çünkü nitel görüşmede daha rahat görüyorsunuz. Onu yaşarken bunu da yaşıyor. Hem cinsel ilişki istiyordu hem dövüyordu hem de hakaret ediyordu, yanıtını çok alıyoruz görüştüğümüz kadınlardan. Ayrıştırarak bakmak çok anlamlı değil. Bir yandan da görünür olması için böyle bir ayrıştırmaya gitmek işlevsel.
'POLİTİKA YAPICILARIN KADINA YÖNELİK ŞİDDETİ KABUL ETMELERİ İÇİN NİCEL VERİYE İHTİYAÇ VAR'
Nicel veri kimilerince inandırıcı ve kesin bilgi kaynağı olarak görülürken, kimilerince de manipüle edilmeye açık, bireyleri sayıya indirgeyen ve okunup anlaşılması kolay olmayan veri türü olarak algılanıyor. Pozitivist bilim anlayışını eleştirenlerden çok eleştiri alıyor. Nicel verinin ve istatistiki bilginin toplumsal dönüşümlerdeki ve kamu politikalarının iyileştirilmesindeki rolünden bahseder misin?
1970’li yıllara kadar bu konuda daha çok nitel araştırmaların yapıldığını, feministlerin de bunu tercih ettiklerini biliyoruz. Önce aile sosyologları bu konuda araştırmalar yapıyorlar ki bu araştırmalarda aile içinde çatışma temelinde kaçınılmaz olabileceği varsayımıyla her iki tarafın da birbirine şiddet uyguladığı bilgisinden hareket ediyorlar. Sadece ölçmeyi hedefliyor bu araştırmalar, sonuçları açısından ele almıyor. Simetrik ve asimetrik bir şiddet araştırması yaklaşımı söz konusu. Kadın örgütleri ve bu alanda çalışan feministler sadece kadınlara yönelik bilginin üretilmesine yönelik çalışmaların önünü açmaya çalışıyorlar. Bu çabanın da etkisiyle özel olarak kadına yönelik şiddet konusunda yürütülen araştırmalar 2000’lerde artıyor dünya genelinde. Ölçüme odaklanan çalışmalara yönelik kavramlar, tanımlar konusunda eleştiriler var tabii.
Ama özellikle kamuda politika yapıcıların kadına yönelik şiddeti kabul etmeleri, görmeleri için nicel veriye ihtiyaçları var. Yaygınlığı göstermesi anlamında nicel veriye bakmak zorundayız zaten. Manipüle edilebilir ama her şey manipüle edilebilir. Nitel veriyi de manipüle etmek mümkün. O yüzden doğru düzgün yapılmış bir nicel çalışma varsa, bunun sonuçlarının şiddetin görünür olmasına özel olarak katkıda bulunduğunun altını çizmek lazım.
Mesela şu anda şiddet çalışmaları açısından gündemde olan ileri yaştaki kadınların maruz kaldıkları şiddet biçimi konusunda çalışmalar var. Bir taraftan da duygusal şiddetin (love bombing, gaslighting gibi) biraz daha detaylandırılmasına ilişkin çalışmalar yürütülüyor. Engelliler özelinde araştırmalar yürütülüyor. Bunların araştırmaların şiddet modülüne nasıl eklemleneceği tartışılıyor mesela. Bu alandaki görünürlük de yine bu araştırmalarla artacak.
Kitapta şiddet konusunda şimdiye kadar üzerine pek düşünülüp yazılmamış konu başlıkları da var. Mesela duygusal şiddet yükünün kadınlarda bıraktığı etki, ısrarlı takip, kırsaldaki kadınların yaşadıkları şiddet gibi. Biraz bunlardan bahseder misin?
Israrlı takip, 2014 araştırması eklediğimiz bir şey, İstanbul Sözleşmesi sonrasında tarif edildi şiddet biçimi olarak. Bu alanda çok çalışma yok. Sosyal medyanın etkisini görmek anlamında önemi var bu konunun. Çünkü on kadından üçü ısrarlı takipten bahsediyor. Feride Acar’ın söylemiyle “musallat olma”. Kadınların özelliklerine göre bakınca genç kadınlar, bekâr kadınlar sosyal medya üzerinden daha çok ısrarlı takibe maruz kalıyorlar. Evli, çocuklu kadınlarda daha çok kocanın eşini, akrabalarını, çocuklarını tehdit etmesi, boşanmaktan vazgeçirmek için gözdağı vermesi söz konusu. Kendini öldürmekle de tehdit edebiliyor. Şiddetin biçimlerini medeni duruma göre görmek mümkün. Duygusal şiddetin yükü ve kırsaldaki kadınların yaşadıkları ise şimdiye kadar çok tartışma konusu edilmedi. Ön açan çalışmalar olabileceğini düşünüyorum kitaptaki çalışmaların.
'AİLE İLE İLGİLİ POLİTİKA YÜRÜTÜNCE, BİZ BUNU AİLE İÇİNDE ÇÖZERİZ GİBİ BİR DURUM DA VAR'
Kadına yönelik şiddetten bahsederken hangi kavramların kullanıldığı bunun ortadan kaldırılmasına yönelik politikalara yön veriyor, diyorsunuz çalışmanızda...
Aile içi şiddet dediğiniz zaman bunu daha çok aile içinde yaşanan bir durumla birlikte ele alıyorsunuz. Buna karşılık, son yıllarda ev içi şiddet kavramının daha çok gündeme geldiğini görüyoruz. Aile içi şiddet deyince, boşandıktan sonraki dönemi dışarda bırakıyorsunuz. Ayşe Paşalı’nın öldürülmesi verilecek en önemli örneklerden birisi. Aile ile sınırlıyorsun. Ama ev içi dediğinde biraz daha genişletmiş oluyorsun. Erkek şiddeti dediğin zaman başka bir yerde durmuş oluyorsun. Aslında herkes kendi durduğu yerden nasıl bakıyorsa ona göre tanımlıyor. Devletin söyleminde aile içi şiddet. Bu bir aile sorunu ve aile içinde çözülmesi gereken bir sorun yaklaşımını destekliyor. İstanbul Sözleşmesi’nin söylediği şey, ev içi şiddetin bu şiddete maruz kalan herkesi kapsadığı. Ev içi olduğu zaman illa o ilişkilerde bir akrabalık ilişkisi olması gerekmiyor. Aynı evi paylaşmak dâhil ediliyor. Biraz kapsam değişiyor. Politika da ona göre değişecek tabii. Aile ile ilgili politika yürütünce, biz bunu aile içinde çözeriz gibi bir durum da var. Dünya genelinde de böyle. Kadınlar en çok aile içinde şiddete maruz kalıyorlar. Ama buna bu kadar yoğunlaşmak, başka yerdeki şiddetlerin görünmez olmasına da katkıda bulunuyor. Halbuki çalışma yaşamında da şiddet var. Onlar çok gündeme gelmiyor. Diğer şiddet biçimlerinin önüne geçiyor aile içi şiddet denmesi. Ama şimdi ILO’nun işyerinde cinsel taciz ve istismarın önlenmesiyle ilgili 190 sayılı sözleşmesi 2021’de yürürlüğe girecek. Artık işyerinde maruz kalınan şiddete ilişkin çalışma da yapılmasının önünü açacak diye umuyorum. Öyle bir alan yeni yeni açıldı. Bence farklı alanlardaki şiddete bakan çalışmalar da yakın dönemde artacak. Yani demek istediğim, artık aile içi şiddeti biraz genişletmek durumundayız, bu kadar görünür olması nedeniyle. Tabii kadınların bilinçlenmesinin çok önemli bir etkisi var. Kadın örgütleri artık daha çok şikayet ediyorlar.
Şiddete erkekler tarafından bakmak da önemli, değil mi?
Dünya genelinde de bütün araştırmalar şunu gösteriyor: Erkeklerin içinde bulundukları koşullara göre şiddet uygulama eğilimleri ve davranışları farklı oluyor. Mesela, çocuklukta istismara maruz kalmak veya buna tanıklık etmek erkeklerin şiddet uygulamasını yönelimini arttırıyor. Ama genelleme yapılabilecek düzeyde değil. Çünkü şiddete maruz kalıp, tanıklık edip şiddet uygulamayanlar erkekler de var. Erkeklik konusunda sadece erkeklerden üretilen veriyi kullanarak çalışma yapmak lazım. Kadınların şiddete ne kadar maruz kalıp ne kadar başvuru yaptıklarını biliyoruz ama erkeklerin ne yaptıklarını bilmiyoruz. O yüzden erkeklerle ilgili araştırmalar yapılmalı, hem erkeklikle ilgili hem de erkeklerin şiddete yaklaşımlarını anlamak için ihtiyacımız var.
'KADINA YÖNELİK ŞİDDET BİR HALK SAĞLIĞI SORUNUDUR'
Kadına yönelik şiddet bir halk sağlığı sorunudur, diyorsunuz. Bunu da açar mısın?
Çok boyutlu bir sorun olduğu için farklı disiplinlerin ele alması gerekiyor şiddeti. Sonuçları itibarıyla da kadınların hem ruhsal sağlığını etkiliyor hem fiziksel sağlığını etkiliyor. Ya da en sonunda öldürüyor. Bu sebeple sağlıkçıların ele alması gerekir. Zaten dünya genelinde de bu araştırmaları yürütülenler arasında halk sağlıkçılar çoğunlukta. O yüzden sağlık kısmı çok ön planda. Sağlık personelinin burada sorumluluğu fazla. İlk temas eden gruplardan birisi olması nedeniyle. O yüzden bir halk sağlığı sorunu. Ama tek başına halk sağlığı sorunu diye ele almak eksik oluyor. O yüzden hem hukuksal alanla ilişkisi var, bir hak ihlali ve bir suç. Bunun altını çizmek lazım. Sosyolojik olarak bir sorun, hem de bir halk sağlığı sorunu. Dünya genelinde en çok yatırım yapılan, üzerine politika üretilen alanlardan biri sağlık. O alanda ses çıkarmanın yansıması büyük oluyor. Politikalarla da ilişkili hepsinin ötesinde.
Girişte çok yaygın bir tartışmaya da gönderme yapıyorsun: son yıllarda kadına yönelik şiddet arttı mı, yoksa medya tanıklığı bunu görünür hale mi getirdi? Bu soruya sen nasıl cevap verirsin?
Veriye bağlı olarak, hem bu Covid sürecinde kadınların şiddete daha fazla maruz kaldığını biliyoruz, hem cinayetlerden görüyoruz, artıyor kadına yönelik şiddet. Politik ortamın da etkisiyle şiddet eğilimi arttı her alanda, diye düşünüyorum. Bundan kadınlar da bir şekilde etkileniyor. Yasaların çok tartışılmış olmasının da etkisi var. İstanbul Sözleşmesi, 6284, halen var olmalarına rağmen uygulamada etkin değil. Bunun da olumsuz sonuçları var.
Funda Şenol Kimdir?
Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.
Selim Sırrı Tarcan: Bedeni ve zihni terbiye etmek 18 Ekim 2024
Batının vaatkar bedeni: Baraj Gazinosu’nun Avrupalı artistleri 04 Ekim 2024
Dişil enerji dedikleri ne ola ki? 20 Eylül 2024
Annemin karnıyarık tenceresi 30 Ağustos 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI