İmroz'dan Gökçeada'ya: Yoksul ama gönlü şen insanların adası
Türkiye-Yunanistan arasında yaşanan yumuşamanın kalemini etkilemediği Nazım Hikmet “farklı” bir İmroz yaratsa da, ilerleyen yıllarda adayı anlatacak olanlar Rum kimliğine atıfta bulunur.
Serdar Korucu
Gökçeada ya da Rumsuzlaştırılmadan önceki gerçek adıyla İmroz, uzun yıllar Türkiye edebiyatında önemli bir yere sahip oldu. Pek çok ünlü isim, Ege’nin bu çok tartışmalı adasıyla ilgili çeşitli yazılar kaleme aldı. Yaklaşık bin kilometre uzağında bulunan Kıbrıs’taki gerilimin karabasan gibi çöktüğü yıllar da dahil…
İmroz ile ilgili erken dönem Türkiye edebiyatında ilk yazılardan biri Nazım Hikmet’e ait. 1938 yılında İstanbul Tevkifhanesi’ndeyken kullandığı defterler arasında çıkan “Zeytin ve Üzüm Adası” başlıklı yazısı, kısa bir roman kıvamında. 1930’ların sonunda kaleme alınan bu eserinde yazar, İmroz’u olduğundan “farklı” anlatıyor ya da en azından okuyucusuna öyle hissettiriyor.
Nazım Hikmet’in yazısında “Türk çobanlar” bulunuyor mesela. Rumlarla dost, kaçakçılıkla uğraşan Türkler yer alıveriyor adada. İşin ilginç yanıysa o dönem İmroz’da, hele de o dönemde böylesi büyük bir Türk nüfusu da, nüfuzu da yok. Çünkü adaya Cumhuriyet döneminin ilk Türk nüfus göçü, II. Dünya Savaşı yıllarında el konulan manastır arazileri üstüne, Karadenizli ailelerle olur. Öncesinde Rum kimliğiyle yaşar. Bir dönem Yunanistan’ın eline geçen, statüsü I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar belirsizliğe düşen adanın Lozan’da, Çanakkale Boğazı’nın girişindeki stratejik önemi nedeniyle Türkiye’ye verilişi bile bu nedenle tartışma yaratır. Bu gerçeğe rağmen Nazım Hikmet, tarih boyunca Türklerin “az” kaldığı, azınlıkta olduğu, çoğunlukla “devlet temsili” olarak yer aldıkları bu bölgedeki toplumun yaşayışına dair yazısını kaleme alırken, ağırlığı Türklere öyle güçlü bir şekilde veriyor ki, Rumların sanki nüfuslarının da “gereğiymiş” gibi “azınlıkta” kaldıkları, sanki o dönemin İstanbul’unda bir bölgede, belki Prens Adaları’ndan birinde geçiyormuş izlenimi veren bir yazı ortaya çıkıyor.
Nazım Hikmet, yazısında yarattığı "bir arada yaşam" içinde komşu Yunan adalarından kaçak olarak gelen ve mis gibi sakız kokan iki "mastika şişesi"ni misafirlere pay eder. Lakin bu komşuluk hali de her zaman "kardeşçesine" olmaz. Çünkü Nazım Hikmet bu eserini, 1921’deki "İşte o günden beri Türk'ün malı İstanbul, başkasının olursa, yıkılmalı İstanbul!" dizelerinden sonra, 1939’da başlayıp 1940’ta bitirdiği, şiirinin içindeki ifadeyle “gâvura karşı koyan” 'Kuvayi Milliye Destanı'nın öncesinde kaleme almıştır.
“Zeytin ve Üzüm Adası”ndaki Topal Yorgaki, “iyi Rum” olarak öne çıkar. Türk arkadaşı Kaçakçı Kara Ahmet ile yoldaşlığı ne zaman, nasıl başlar bilinmez ama onları birbirlerine bağlayan kaçakçılıklarıdır. Güvenlik güçlerinin baskınında yoldaşı ölene kadar… Bu ölümün ardından Topal Yorgaki, “yıllarca süren eski zanaatı olan kaçakçılık, onda insanlara karşı kinli bir itimatsızlık yaratmış” olsa da, “eski ortağının oğlunu kendi kayığı, ağı ve kahvesi kadar” sever, inanır. Böylece eski ortağı merhumun oğlu Ali, yazının ana karakteri olarak öne çıkar. “Sadece zeytinliğe, zeytine, zeytinyağına kelimelerinden biri Türkçe diğeri Rumca dört beş satırlık ahenktar bir küfür destanı okumakla hıncını alan” bu genç, adanın hayali birlikteliğinde, Türk ve Rum toplumu arasında bir hayat yaşar: “Bir an önce Topal Yorgaki’nin kahvesine kavuşmak! Orada iskeleden, Salih’in kayığıyla Dimitri’nin sarı çizgili motoru arasından balıklama denize atlamak!”
Nazım Hikmet’in “kötü” karakteriyse adadaki üç zeytinyağı fabrikasından ikisinin sahibi, Pire limanında da ardiyeleri olan, aslında Atina’da yaşayan, kendi rivayetine göre gençliğinde bir iki sene Paris’e gidip Sorbonne’da eğitim almış Yunan tebaalı Dimitri Papazoğlu olur. Yazar, Papazoğlu’nu zengin, adadaki Türklere üstten bakıp akıl veren, Avrupa hayranı ve cümlelerinin arasına anadili Rumcanın yanı sıra Fransızca yerleştiren bir karakter olarak yaratır: “Ama korkuyorsun vre pedimu [bre çocuğum]. Korkuyorsun işi büyültmekten. Yarım adamsın. (…) Jö di la verite monşer [Gerçeği söylüyorum canım]. Yarım adam. Bir işadamının yarısı. Yarım. Yarım adam.”
Nazım Hikmet’in anlatısındaki Papazoğlu, 1927’de Ankara-Atina arasındaki Seyrisefain Anlaşması gereği Türkiye’de ikamet edebilen Yunan tebaalılardan biri miydi bilinmez ama ticaret üzerinden yaptığı tiradı, “yabancı” olarak görülen yatırımın “millileştirilmesi” gerektiğine dair olur: “Bir nasyon [millet], bir millet kendi toprağı üzerinde yalnız kendi kapitali işlediği vakit hürriyete kavuşur. Bu ada sizin. Türklerin. Burada benim fabrikalarımın ne işi var. Bak kendi aleyhimde konuşuyorum. Benim buradaki param size düşmandır. Sen bunu anlıyorsun. Ama korkuyorsun. İşten korkuyorsun Nuri Efendi. Korkma. Senin için en iyi kondisyonları yapıyorum.”
Türkiye-Yunanistan arasında o dönem yaşanan yumuşamanın sert kalemini etkilemediği Nazım Hikmet “farklı” bir İmroz yaratmış olsa da, ilerleyen yıllarda adayı anlatacak olanlar Rum kimliğine atıfta bulunur. Onlardan biri “İmrozlu Kız” şiiriyle Sait Faik Abasıyanık’tır.
“Dudakları yağmurlu havalarda
Bütün hafta kirli
Pazar günleri fiyakalıdır Eleni”
16 Mayıs 1954’te Vatan-Sanat Sayfası’nda yer alan bu dizelerden 2 yıl öncesinde yazar, 1952’de 'Son Kuşlar' kitabındaki iki öyküsünde İmroz’a değinmiştir. Burgazada’da geçen “Yaşayacak” öyküsünde, balıkçılar arasındaki birini, elli yaşlarında olan, saçı dökülmüş kafasından, alelade boyu posundan umulmayan bir ustalıkla çalışan İmrozlu Rum’u anlatır uzun uzun. “Adamı hayranlıkla seyretmemeye imkan yoktu” der, “Çalıştıkça açıldı, gelişti. Çalıştıkça bir kudret heykeli hali aldı” diye ekler ve bu gözlemlediği kişiyi “Tanrı Zeus'un bir ölümlü balıkçı kızla macerasından doğma bir yarı Tanrı” olarak niteler. Sait Faik Abasıyanık, “Dondurmacının Çırağı” öyküsündeyse sabahın beş buçuğundan gecenin birine kadar çalışan küçük İmrozlu çıraklardan bahseder. Özellikle de Rumcasına Rumların güldüğü, Türkçesine öykünün yazarının bayıldığı Todori’den. Çevresindekiler küçük çocuğa, “o öğrendiği garip dili” yani İmroz’un kendine özgü Rumca ağzını konuşması için 50 drahmi fazla bahşiş vermeyi teklif ederler: “Mesela, ben İmrozluyum, de. İmroz güzel midir anlat. Bağlık bahçelik midir? Şarabı güzel mi? Meyhaneleri insanı içmeden kör kütük edercesine maya, şıra, sirke, ekşi, salkım, üzüm çekirdeği kokar mı? Sizin denizde balık çıkar mı, balık?”
Sait Faik Abasıyanık’ın yazdığı, İmroz’un bir başka gerçeğidir. Yoksul ailelerin çocuklarının İstanbul’da yaşamlarını kurma çabasıdır. Tüm zorluklarına rağmen bu yazının kaleme alındığı dönem, İmroz için en rahat yıllar olur. Çünkü Demokrat Parti döneminde gerilim azalır, nispeten rahatlama hatta canlılık gelir. Lozan Anlaşması’ndaki hükümlerin gereği olan Rumca eğitime kavuşan ada çocukları için yeni okullar hazırlanır, kurumlar oluşturulur. Tüm bunlar darbeyle, 1960’lı yıllarda değişecektir.
Bu değişimin hemen öncesinde, 50’lerin rahatlığının sirayet ettiği 1960’ların başında İmroz turizm merkezi olarak öne çıkar. Özellikle de edebiyatçıların gözünde. Bir dönemin ayrılmaz ikilisi, Melih Cevdet Anday ile Fethi Naci, birlikte yaptıkları seyahati ayrı ayrı kaleme alırlar.
Bu geziyi ilk kaleme alan isim, Eylül 1961’de “İmrozda M. Cevdet’le” yazısıyla Fethi Naci olur. Bu yazı aslında edebiyat üstüne bir söyleşidir fakat fondaki İmroz, zaman zaman öne çıkar, sohbetin de önüne geçer; yazının başlığına, bütününe sirayet eder. Edebiyatın iki önemli ismi, meyhaneci Manol’ün [Bano] o dönemde varlığını sürdüren Kastro/Kaleköy’deki pansiyonunda kalır. Pansiyonun sol yanında Madam Marika’nın kahvesi, sağ yanında Manol’un meyhanesi bulunur. Fethi Naci, “Ben ömrümde denize, meyhaneye, kahveye hiç bu kadar yakın yaşamamıştım” der. Baudelaire’in “Et les soirs au balcon…” [Ve balkonda geçen akşamlar] deyişi gibi o pansiyonun balkonunda uzun uzun vakit geçirirler. Balkonun altında asmalar, az ötesinde küçük bir kilise vardır, daha ötesiyse iskele. Günleri Madam Marika’nın kahvesinden gelen tavla pulu şakırtısıyla başlar. Kahve içerler. Melih Cevdet Anday, Fethi Naci’yi tavlada yener. Kahvenin gediklileri ile tanışırlar. Gümrük muhafaza memuru İbrahim Bey, balıkçı Yani, balıkçı Canavar Niko (Canavar soyadı imiş) iddialı tavla maçları yaparlar. Bademliköy’den Manol’un meyhanesini süsleyen Othello’dan resimlere Melih Cevdet Anday’ın eşi Yaşar Hanım’ın hayranlığını aktarır: “İmroz’da Othello’yu bilen bir meyhaneci!”
Adada köy isimlerinin köylerin ürünlerine göre olduğunu söyler Fethi Naci. Aslında bu Türkçeleştirme furyasının ilk dalgalarıdır. Gerçek adları Gliki ve Aya Todori olan köyler Bademliköy ve Zeytinliköy’e dönüştürülür mesela. Bu isimlerin, neden ve nasıl değiştirildiğine girmez yazar. Merkezköy dediği yerin gerçek adı Panagia’yı da zikretmediği gibi: “Merkezköy’den Zeytinliköy’e doğru yürürseniz yol boyunca meyve ağaçlarının uzanıp gittiğini görürsünüz. Elinizi uzatıp erik koparmak, kopardığınız erikleri yiyerek yürümek mümkün. ” Manol’un köyüne giderken daha köye varmadan küçük bir evin önündeki karadut ağacını, Fethi Naci’nin ifadesiyle “kendi bahçesindeymiş gibi” yerken kendilerine yönelik daveti aktarır yazısında. Seslenen, “Buyurun, buyurun” diyen evin sahibi Bademliköy papazıdır. Tertemiz odasında otururlar, önce armut yıkar getirir papaz, daha sonra rakı ile su: “Gerçi rakıyı, likör gibi, bir dikişte içtik, ama, o rakıyı, o papazı unutamam artık. Meksika’da, Amerika’da, Kanada’da bulunmuş. Otuz beş yaşından sonra papazlığa başlamış. Ne tatlı konuşuyordu! Ayrılırken birbirimize ‘Bademliköy’ün papazına İstanbul’dan muhakkak bir hediye yollayalım’ diyorduk.”
Bu tatlı sohbetin ardından kendi deyimiyle “Rum vatandaşların doldurduğu bir motöre” binerler ve vapura ulaştıklarında hala İmroz’u izlerler. “Tok gözlü, iyi insanlarını sevdikleri”ni söylediği İmroz’u. Öyle ki, ilk defa İstanbul’u özlemeden İstanbul’a döner Fethi Naci…
Bir yıl sonra Melih Cevdet Anday yeniden İmroz’a yolunu düşürür. 8 Eylül 1962’de Cumhuriyet’ye yayınlanan “İmroz’la Gelen” yazısında, yanında daha kalabalık bir arkadaş grubu vardır ve “övgüsünü dinlete dinlete” götürdüğü İmroz’un yeri onda ayrıdır. Ayvalık’tan başlayıp bütün Ayvalık körfezini adım adım dolaştıktan sonra oradan Bozcaada’ya ve oradan İmroz’a varan o gezintide de yol arkadaşları için de en sevdikleri ada İmroz olacaktır.
Anday önce İmroz’u Ayvalık ile kıyaslar. Bu kıyas içinde “kazanan” Ayvalık olur. Çünkü İmroz, Ayvalık ile “tabiatça”, “zenginlikçe” pek boy ölçüşemez, “ağaçsız sarp dağları” gemiyle dönüp Kastro/Kaleköy’e varılır. İşte Melih Cevdet Anday’ı da, arkadaşlarını da etkileyecek olan, İmroz’un asıl zenginliği orada karşılarına çıkar: “(…) karaya ayak basar basmaz kişiyi saran o güleryüz, iyilik ve dostluk havası nereden çıkıyor ama?” Üstelik bu dostluk sadece geçen sene edindiği dostları, berber Kozma, meyhaneci Manol, Bademliköyü papazı, balıkçı (canavar) Niko gibi ahbaplarıyla da sınırlı kalmaz. Arkadaşları da “o güleryüzlü havayı hemen sezivermeleri, oraya görür görmez bağlanıvermeleri, bu adada bir mutluluk aşı kaynadığı düşüncesine” götürür yazarı. “Gerçekten de İmroz’da asık yüzlü kimseye kolay kolay rastlanmaz” der. Anday, adalıları “Maksim Gorki’nin, Panait İstrati’nin, Caldwell’in, Steinbeck’in romanlarındaki, hikâyelerindeki yoksul ama gönlü şen kişilere” benzetir. Zengin olmayan, her yıl milyonlar girmeyen bu adada gönüller şendir.
Yazar, bunun nedenini ada halkının zengin olma tutkusuna kapılmamalarında bulur. Herkesin güzel bir katı beyaz peyniri, eskice bir kırmızı şarabı vardır ve daha fazlası için didinmez, zengin olmaya, başkalarının üstüne çıkmaya bakmaz: “Çalışmaksa çalışmak, ölecek değiliz ya çalışmak uğrunda, oturup denize bakarız, iki çift lakırdı ederiz, türkü söyler, şarap içeriz… Asıl iş keyifli kalabilmektir.”
Melih Cevdet Anday ile arkadaşları Meryem Ana Yortusu’na da katılırlar. Anday, adanın Rum kimliğine atıfta bulunmadığı gibi, bayramı da yalnızca “Dereköyü panayırı” diye anmayı tercih eder. Önceliği, orada yaşanan coşkudur. Melih Cevdet Anday farkında olmadan, bugün çoğu yıkık, çatısı çökmüş binasıyla, sökülmüş kapı ve pencereleri ile ziyaretçilerin fotoğraf makinelerinin, akıllı cep telefonlarının kadrajlarında yer alan Dereköy’ün o dönemki canlılığını arşivlercesine, kayda geçirircesine kaleme alır: “Koçları kimler getirip kesiyor el alem yesin diye? Kim daha önce davranırsa o… diyeceğim, kurban işinde, kimse kimseye kazık atmıyor, tersine yarışa girmişler. Kesip pişirenler de öyle…” Anday, bölgedeki kahvehanelerin müşterilerine hem kahve hem rakı vermelerini Avrupa kafelerine benzetir. Panayıra gelenlere öğle yemeğinin de burada buyur edildiğini not ederek…
Yazar adada başıboş atlar, koyunlar, inekler, eşeklerin rahatça gezdiğini çünkü kurt, çakal gibi yırtıcıların olmadığını söyler. Hemen ardından bu hayvanların çalınma tehlikesinin de olmadığını, çünkü adada hırsızlığın, cinayetin hatta kavga, dövüşün bile yaşanmadığını ifade eder. Melih Cevdet Anday’ın, 1962’deki İmroz’unda suç uzaktadır, suç yoktur: “Avukat bir arkadaşım, İmroz’da yerleşmeyi düşünüyormuş. İş bulamayacağı için üzüldüm. Hapishane bomboş olduğuna göre avukatlara pek iş düşmüyor.”
Halbuki bu yazısından, çok kısa bir süre sonra, 1965 yılında, yazarın coşkusuna, yaşam sevincine hayran kaldığı Dereköy’e açık cezaevi inşa edilecek, “suç” adaya taşınacak, yaşanacak cinayetler ve tecavüzlerin de nedeniyle İmrozlular dünyanın dört bir yanına saçılacaktır. Tüm bunların ardından yıllar sonra dönen, dönebilenlerin ruh halini, ta o dönemde Anday’ın çalışmak için gidenlere söylediği gibi olacaktır: “Hayat bir İmrozluyu yabancı illere mi sürükledi, dönüp dolaşıp, paralı ya da parasız, mutlaka İmroz’a gelecektir bir gün.”