İnfaz Yasası’ndaki değişiklikler ve mutlak olmayan adalet II
Adalet Bakanlığı pandemi sürecinin başından beri birçok defa hapishanelerde alınan önlemlere ilişkin açıklamalar yaptı. Alınan önlemlerin bir çoğunun hapishanede zaten kısıtlı bir yaşam alanı olan mahpusların mevcut haklarının ortadan kaldırılarak alındığı, buna rağmen korona virüsünün hapishanelere ulaşmasını engellemediği yine Adalet Bakanlığı'nın açıklamalarından anlaşılmaktadır.
Esra Erin*
“Eğer dünyanın herhangi bir yerinde tek bir insan bile iktidara ve otoriteye boyun eğmiyorsa, hayır diyebiliyorsa, hala umut var demektir, bu sistem, bu devletler ve hapishaneler er geç yıkılacak demektir.” (1)
Dünyada ilk korona virüsü vakasının açıklanmasının üzerinden on ay, Türkiye’de görülen ilk vakanın üzerinden ise neredeyse yedi ay geçti. Bu süreçte ülkede çoğunluğu “politik” tartışmalar olmak üzere sayısız tartışmalar yürütüldü. Fatmagül Berktay politikayı şöyle tanımlar: “Politika kabaca, toplumların herkesi ilgilendiren kararları nasıl aldıkları ve toplumda iktidarın/gücün nasıl dağıldığı ve kullanıldığıyla ilgilidir.” Bu tanımdan yola çıkarsak, toplumda herkesi ilgilendiren kararların ortaya çıkardığı rahatsızlıklardan ötürü yaşanan “politik” tartışmaların çokluğu elbette çok doğal. Ancak yine tanıma atıfla o kadar çok “yanlış” karar var ki dolayısıyla henüz süren tartışmalar daha sonuca varmadan veya henüz itirazlar gelişmeden yeni tartışmalar gündeme geliyor ve böylece yapılacak itirazlar ya çok cılız kalıyor ya da arada şanslı olanlar biraz yükselince zaten derhal müdahale ediliyor. Bir ara itiraz edilen mevzulardan biri de infaz yasasında yapılan eşitsiz düzenlemelerdi. Birçok konuda olduğu gibi bu itirazlar da başka gündemler ortaya çıkınca cılız kaldı ve o düzenlemeler sonucunda binlerce kişi tahliye olurken siyasi mahpuslar kapsam dışı bırakıldı. Bu yazı, zaten yürürlüğe girmiş eşitsiz bir yasanın hukuki eleştirisinden ziyade infaz yasasından yararlandırılmayan mahpusların pandemi sürecinde yaşadıkları hak ihlallerinin artışı ve bu konuda herkes tarafından yapılabilecekleri tartışmak amacıyla yazılmıştır.
Hapishanelerin çoğu şehirden çok uzakta olduğu için insanların gündelik yaşantısında pek akla gelmez. Bu uzakta olma meselesi elbette “cezalandırılan” bireylerin toplumdan olabildiğince uzaklaştırılarak, sesinin duyulmaz, suretinin zaten görünmez kılınmasıyla bir kez daha cezalandırılması, daha çok cezalandırılması amacını taşıyor. Gözden ırak olanın sadece gönülden değil her şeyden uzak olma meselesi, en temel insan hakkından dahi.
“Evrensel insan hakları nerede başlar? Eve yakın, küçük yerlerde- öylesine yakın ve küçük yerlerde ki, dünya haritalarında görünmeleri mümkün olmaz. Oysa, onlar bireyin dünyasıdır: İçinde yaşadığı mahalle, gittiği okul, çalıştığı fabrika, ofis ya da çiftlik. Ve tek tek her erkek, kadın ya da çocuk, ayrım gözetilmeksizin, adalet, fırsat ve onur eşitliğini böyle yerlerde arar. Bu hakların böyle yerlerde bir anlamı yoksa, başka yerlerde pek az anlamı olur.” Bu cümleler Eleanour Roosevelt’in 1958 yılında BM’de yaptığı bir konuşmadan. Sahi evrensel insan hakları nerede başlar? Mesela, bırakalım dünya haritalarını, çoğu yaşadığımız şehirlerden kilometrelerce uzakta inşa edilmiş olan hapishanelerde başlar mı? Bakalım;
Son aylarda üst üste hasta mahpusların vefat haberini okuduk. ÖHD’nin son 3 aylık hak ihlalleri raporuna (2) göre ise “Nisan ve Mayıs aylarında toplam 6 mahpus coronavirus nedeniyle tedavi gördükleri hastanelerde hayatını kaybetmiştir.” Her ne kadar yaşanan vefat haberlerinin bir kısmı için doğrudan korona virüsü nedeniyle olmadığı şeklinde açıklamalar yapılsa da bu ihlallere dolaylı olarak pandemi koşullarının daha da zorlaştırdığı tedaviye erişimin yol açtığını söylemek güç olmayacaktır. Zira zaten sağlık hakkına erişimin çok zor olduğu hapishanelerde pandemiden ötürü hastane gibi nedenlerle hapishaneden çıkan mahpusların dönüşte 14 gün süreyle karantina koğuşlarında tutulmalarından ötürü 14 gün süreyle karantinada tek başına kalamayacak kadar ağır hasta mahpusların hastaneye bu sebeple gidemedikleri yine aynı raporda yer almaktadır. Dolayısıyla infaz yasasında yapılan ayrımcı düzenlemelerin sonucunda başta hasta mahpuslar olmak üzere tüm siyasi mahpusların yaşam hakları ile işkence ve kötü muamele yasağı ihlal edilmektedir.
Adalet Bakanlığı pandemi sürecinin başından beri birçok defa hapishanelerde alınan önlemlere ilişkin açıklamalar yaptı. Alınan önlemlerin birçoğunun hapishanede zaten kısıtlı bir yaşam alanı olan mahpusların mevcut haklarının (Açık görüş hakkı, sosyal faaliyetlere katılma hakkı, sportif faaliyetlere katılma hakkı gibi) ortadan kaldırılarak alındığı, buna rağmen korona virüsünün hapishanelere ulaşmasını engellemediği yine Adalet Bakanlığı'nın açıklamalarından anlaşılmaktadır. (3) Dolayısıyla bu önlemlerin, korona virüsünün hapishanelere bulaşını engellemediği gibi, pandemi sürecinin hapishanelerde bir hak ihlali gerekçesi olarak sunulduğu söylenebilir.
Bu hak ihlalleri ortadayken infaz tartışmalarının yapıldığı dönem “yahu dünya zaten bir hapishaneye döndü”, “içerisi şu an dışarıdan daha güvenli” şeklinde bazı yorumlar yapıldı. Böylesi sözlerin hapishane ya da kapatılma üzerine pek fazla düşünülmeden söylendiği açıktır. Zira bunca kötülüğün yaşandığı hapishane gibi korkunç bir gerçekliğin üzerine düşününce böylesi güzellemeler içinde yer alması mümkün değil. Samuel Beckett’a Göre Arıcılık kitabında; “Hepimiz hapishanedeyiz, herkes kendi hücresinde yaşıyor, özgürlük bir yanılsama tarzı nutuklara dayanamıyorum. İnanın bana, gerçek hapishane başka şey, bizim zihinsel ve toplumsal hapishanelerimizden bambaşka. Bunu unutmak iğrenç bişey.” der Beckett. Özellikle hapishane ile bir şekilde muhatap olan kişiler için bu gerçekliği unutmak zaten zor bir ihtimal. Olmayanlar için ise Işık Ergüden’in çok sevdiğim kitabından (4) hapishaneye dair şu kısmı yazmak istiyorum “İnsan kabaca zaman, mekân ve ilişkisellik içinde var olan bir canlıdır; dolayısıyla bu üç yaşamsal ortamın sınırlandırılması ve hatta ortadan kaldırılması insanı sakatlar, giderek insan olmaktan çıkartır. Hapishane bu sınırlandırmanın en yoğun ve konsantre olarak, insan varlığına doğrudan şiddet uygulayan bir kurumdur. Yani kapatılmanın kendisi başlı başına bir şiddettir, insan varlığına aykırıdır. Hapishanelerdeki her türlü zor, baskı, işkence ve şiddetin ötesinde, bunların yokluğunda bile insanlık dışı bir kurum kılan şey onun özniteliğidir”.
Dolayısıyla kapatılmanın dahi başlı başına şiddet olduğunu düşündüğümüz zaman bu denli kısıtlı bir mekânın pandemi sürecinde mahpusu sadece hücreye/koğuşa kapatarak yönetmeye çalışmak insan haklarına aykırı bir çözümdür. Bu sebeple her ne kadar CHP, yeni infaz yasasının 14 maddesinin iptali için AYM’ye başvurmuş olsa da AYM kararı beklenmeden başta hasta mahpuslar olmak üzere tüm mahpuslar tahliye edilmeli ve yaşam hakkı gibi telafi edilmesi imkânsız hak ihlallerinin önüne geçilmelidir. Bunun ise yazının başında değinmeye çalıştığım “cılız itirazlar” ile olmayacağı ortadadır. Peki mevcut şartlarda bu hak ihlallerine ilişkin itirazlar nasıl yükseltilebilir?
Öncelikle bu konuda herkesin, her parti ve sivil toplum kuruluşunun, medya organlarının ve sanatçıların her birinin ayrı ayrı yapabileceği birçok şey var. Örneğin milletvekillerinden cezaevlerindeki hak ihlallerini sürekli gündeme getiren iki isim var; Ömer Faruk Gergerlioğlu ve Sezgin Tanrıkulu. Sezgin Tanrıkulu hukukçu, Ömer Faruk Gergerlioğlu ise bir hekim. Yani bir hak ihlalini gündemleştirmek için illa hukukçu olmak gerekmiyor. Kendisine hak savunucusu diyen herkesin bu ihlalleri uygun olan her yerde dile getirmesi ve her koşulda başta hasta mahpuslar olmak üzere tüm mahpusların pandemi sebebiyle tahliyesinin talep edilmesi gerekir. Diğer yandan bu ihlallerin doğru bir gazetecilik dili ile haberleştirilmesi ve insanların bilgilendirilmesi çok önemli. Yine her ne kadar “sosyal medya adaletinin” kalıcılığına ve doğruluğuna dair tartışılacak birçok şey olsa da bu ihlallerin gündemleştirilmesi için etkin bir araç olarak kullanılabilir. Bunun içinde özellikle hukuk örgütlerinin hasta mahpuslar için yaptıkları sosyal medya çalışmalarına destek verilebilir. Son olarak sanatçıların sanatları aracılığıyla yapılan hukuka aykırılıkları dile getirmesi de bence çok özel bir yerde. Örneğin yakın zamanda Almanya’da müzik tarihinin ilk politik operası olan Fidelio Türkiye'deki siyasi atmosfere uyarlandı. Operada tüm siyasi mahpuslar ve onların ailelerinin yaşadıkları konu ediliyor ve siyasi mahpusların serbest bırakılması talep ediliyor. Yine bugün F tipi hapishanelerinden, yapılış amaçlarından ve açılmaması için verilen mücadelelerden haberdar olan birçok kişi zamanında F tiplerine ilişkin yapılan filmler aracılığı ile haberdar oldu. Bu çoğaltılabilecek önerilerin tümü yapılan hak ihlallerine ve düzenlemelerde yapılan eşitsizliklere dikkat çekmek ayrıca başta hasta mahpusların tahliyesi olmak üzere tüm mahpusların pandemi sebebiyle tahliyesini talep etmek içindir.
Bunun gerçekleşeceğine inanmayan ve hemen her şeye artık umutsuzca yaklaşmaya başlayan insanlar içinde bir önerim var: DAYANIŞMA. Hapishanede kapatılmış olmak zaten yukarıda da değinildiği gibi zaman ve mekân açısından müthiş sınırlılık anlamına gelir. Burada buna karşı çıkmak, içeriden yavaşlayan zamana müdahale etmek ancak dayanışma ile çözülebilecek bir durum. Zira dayanışmanın ortak amaçların ve ilgilerin paylaşıldığı inancı anlatan bir terim olmasının ötesinde bir güç ve direniş kaynağı da olduğunu unutmamak gerekir. Bazı toplumbilimciler toplumun temelini dayanışma kavramıyla açıklamaktadırlar. Bu sebeple toplumu sadece “dışarısı” ile sınırlı tutmak olamayacağı için mahpuslarla dayanışma göstermek toplum olmanın, topluluk olmanın ayrılmaz parçasıdır. Örneğin tek iletişim aracı mektuplaşma olan mahpuslarla yazışmak, mahpuslara çalıştıkları konular hakkında kitaplar yollamak, özel günlerde -mesela baharın gelişinde- kendileri ile bu coşkuyu paylaşmak, yazdıkları kitapları alıp kitap hakkında eleştirileri onlara yazmak aklıma ilk gelen fikirlerden. Bunları yapmak isteyen ancak nasıl yapacağını bilemeyen kişiler Görülmüştür ekibinin (5) sitesini incelemelerini önerebilirim. Orada hem bazı mahpusların mektupları, isimleri, adresleri yer alıyor hem de zaman zaman mahpusların hapishanede yaptıkları kitap, çeviri vb. çalışmalara ilişkin bilgiler paylaşılıyor. Yine siyasi mahpuslarla dayanışma yapmak için çalışan Deli Dalgalar İnisiyatifi'ne kitap bağışı yapmak çok beğenilen kitaplara çok beğenildiklerini ispatlamanın güzel bir yolu.
Sonuç olarak; bu konuda yapılabilecekler çok daha fazla çoğaltılabilir. Kaldı ki yazılanlar sadece bireysel öneriler. Bu konuda kurumların hem mahpusların tahliyesi hem de dayanışma konularında yapabileceği, örgütleyebileceği birçok çalışma var. Bu çalışmalar ve kurumlarda örgütlenme konusu ancak başka bir yazının konusu olabilir ama her ne yapılacaksa zaman kaybetmeksizin yapmak önemli. Zira henüz bu yazı yazılırken hapishanedeki hücrede plastik sandalye üzerinde hayatını kaybeden bir mahpusun görüntüleri sosyal medyada paylaşıldı. Her ne kadar birçok hasta mahpusun ölüm haberini artık sıradan bir habermiş gibi okumaya alıştıysak bile bu görüntüler fotoğrafın yarattığı şok etkisiyle de gören herkeste ciddi bir rahatsızlık yarattı. Oysa fotoğrafı olsa da olmasa da mahpusların yaşam hakları ihlal ediliyor. Ve buna karşı çıkmak, temel hakları herkes için savunmak insanca yaşamanın tek yoludur.
*Hukukçu
(1) Ergüden, Işıl, Hapishane Çağı, Sel Yayınları, İstanbul, 2017, s. 21
(2) http://mezopotamyaajansi22.com/tum-haberler/content/view/109623
(4) Ergüden, Işıl, Hapishane Çağı, Sel Yayınları, İstanbul, 2017, s. 15