İngiltere’nin zincirleri, Southgate’in elinde şıngırdamaya devam ediyor
İngiltere dün bir şekilde kazandı. Belki aynı şekilde birkaç maç daha kazanabilirler. Hatta belki bu şekilde sonuna kadar da gidebilirler. Ama bunun için sahip oldukları yeteneklerinden ve en önemlisi neşelerinden bu kadar ödün vermeye gerek var mı? Değer mi?
Gelsenkirchen'deki Veltins Arena'da yaklaşık 40 bin İngiliz taraftar vardı. Günlerce beyaz formaları ve çapraz bayraklarıyla ağır sanayinin izleriyle mühürlenmiş Ruhr havzasının o kasvetli manzarasına neşe katmışlar, hemen her terasta partiler vermişler ve İngiltere'nin turnuvadaki ilk maçını beklerken zil zurna sarhoş olana dek içmişlerdi.
Ve dün gece ilk defa bir Avrupa Şampiyonası maçında God Save the King’i söylediler. Ardından o büyük an, hayâl edilebilecek en ilkel şekilde gerçekleşti. Tam İngiliz tarzıyla. Yalnızca cesur olanlar için. Çok fazla hayâl gücü olmadan. İngiltere'nin acı dolu oyununu gizleyen etkileyici bir kafa vuruşuyla.
HEY JUDE!
Kyle Walker'ın Bukayo Saka'yı sağ kanattan son çizgiye doğru savunma arkasına kaçırmasının ardından Harry Kane üç Sırbistanlı oyuncuyu birden ön direğe sürükledi. Bu da Bellingham'ın aradığı fırsattı. Arkadan öyle bir güç ve iştahla yüklendi ki, kendisini kapatmaya giden kanat oyuncusu Andrija Zivkovic sanki tren çarpmış gibi bir kenara savruldu.
40 bin İngiliz hep bir ağızdan bağırdı: "Hey Jude! Hey Jude!" Yeni kahramanları Jude Bellingham'a inanmakta ne kadar haklı olduklarını haykırır gibiydiler.
İngiltere henüz 13. dakikada öne geçmişti. Ama oyun, bir orta ve muhteşem bir kafa vuruşundan daha anlamlı bir şey sunmuyordu. Gareth Southgate, maçtan önce Avrupa Şampiyonası'nın "bir futbol karnavalı" olduğunu söylemişti, ama sahada bir karnaval havasından eser yoktu. Bunda da Southgate’in tercihlerinin payı büyüktü.
TRENT’İN ORADA İŞİ NE?
Özellikle Trent Alexander-Arnold'ı sanki yedek kulübesinde bırakmamak için Declan Rice'ın yanında ona özel yarı orta saha, yarı bek gibi bir pozisyonun icat edilmesi izaha muhtaç bir tercih gibiydi. Halbuki orta sahada oyuna çok daha fazla değer katabilecek Kobbie Mainoo ve Adam Wharton gibi o pozisyonun uzmanı iki genç oyuncu vardı elinde.
Southgate'in bu savurganlığı, İngiltere'yi orta sahada eksik bıraktı. Alexander-Arnold bir süre sonra doğal olarak kendi bek ekosistemine geçti ve İngiltere orta sahadaki dayanak noktasını kaybetti.
İngiltere ilk paslarda başarılı olamadı ve Sırbistan'ın beklediği üçüncü bölgeye ulaştıklarında içeri girmeye çalışan Jude Bellingham, Phil Foden ve Harry Kane sanki ne yapacaklarından emin değillermiş gibi sık sık üst üste bindiler.
Yine de Bellingham'ın golü bu sorunu çözme meziyetine sahipti. Nitekim 1-0'dan sonra Southgate takımını kendi yarı sahasına gönderdi ve ardından bir tür ters mucize gerçekleşti. Muhtemelen Avrupa'nın en yetenekli takımı olan İngiltere, gecenin geri kalanını kendi sahasında beklemeye ayırdı. Topu kaleci Jordan Pickford'a verdiler ve ardından onun havaya diktiği topları Kane'in mi Bellingham'ın mı tutabileceğini görmeye koyuldular. İngiltere adına maçın büyük bölümünün en heyecanlı tarafı buydu. Bu "heyecan fırtınasında" da takımın en usta ayağı Phil Foden hâliyle gölgede kaldı ve kayboldu.
RİCE’IN GECESİ
İkinci yarıdaysa oyuna sonradan giren Dusan Tadic ile birlikte Dusan Vlahovic, Sergej Milinkovic-Savic ve Nemanja Gudelj'in İngiltere ceza sahasına girme girişimlerini izlemeye başladık. John Stones, Kyle Walker ve hepsinden önemlisi Declan Rice olmasaydı, bu anlarda İngiltere savunması ayakta kalamazdı.
Rice en karanlık gecelerde parlamaya alışkın bir oyuncu. Dün gece de İngiltere kalesine doğru esen rüzgâr onun öne çıkmasını sağladı. Sırbistan'a karşı baskı altında geçişleri durdurma ve tahliyelere rehberlik etme konusunda bir resital verdi. Onun savunmadaki varlığı olmasaydı dün gece ikinci yarıda Sırbistan'ın beraberlik golünü bulması işten bile değildi.
İngiltere dün bir şekilde kazandı. Belki aynı şekilde birkaç maç daha kazanabilirler. Hatta belki bu şekilde sonuna kadar da gidebilirler. Ama bunun için sahip oldukları yeteneklerinden ve en önemlisi neşelerinden bu kadar ödün vermeye gerek var mı? Değer mi?