İnsan eti yemeyi arzulamak
Amerika Birleşik Devletleri’nde bir süredir, insanı etik ve yasal olarak yeme üzerine bir tartışma yürütülüyor. Yani kişinin öldükten sonra kendisini mevtaya dönüştürmek yerine yemeğe dönüştürmesinin ya da canlıyken, belirli parçalarının yemeğe dönüştürülmesinin etik hukuki hale getirilmesi üzerine yürüyen bir tartışma bu. İnsanın aklına ilk olarak, kapitalizm ve onun sınır tanımayan mülk ilişkilerinin her şeyi metaya her şeyi fetişe dönüştürme manyaklığı geliyor.
Japonya’da dönem dönem erkeklerin aşık oldukları kadınları öldürüp yediklerine ilişkin haberlere rastlarız. Bu haberler medyada Japon kültürünün bir parçası ya da ‘aşırı sevgi’ olarak normalleştirilir. Halen modernleşmemiş kabilelerin de ara ara insan yediklerine ilişkin haberler duyulur. Bir insanın (mecburi olmadığı halde, örneğin ıssız bir adada hayatta kalmak için eser miktarda) bir insanı yemesine kanibalizm (Türkçe’deki karşılığı yamyamlık ama yamyamlık, aşağılayıcı bir bagajla dolaşımda olduğu için ben kanibalizmi tercih edeceğim) deniyor.
Japonya örneğinde ya da kabile kanibalizminde, insanı yemek haline getirmek, cebri bir işlem, yani bir tür av, ele geçirme işlemi.
Ne var ki, Amerika Birleşik Devletleri’nde bir süredir, insanı etik ve yasal olarak yeme üzerine bir tartışma yürütülüyor. Yani kişinin öldükten sonra kendisini mevtaya dönüştürmek yerine yemeğe dönüştürmesinin ya da canlıyken, belirli parçalarının yemeğe dönüştürülmesinin etik hukuki hale getirilmesi üzerine yürüyen bir tartışma bu. Zira, ABD’de kanibalizmi fiilen yasaklayan bir yasa bulunmuyor. ABD’de yalnızca Idaho eyaletinde, insan eti yediğiniz için hapse atılabiliyorsunuz, diğer eyaletler, doğrudan insan eti yemekle değil, insan eti alıp-satma, ölüye saygısızlık gibi ithamlarla yani dolaylı olarak kanibalizmi ‘zorlaştırıyor’. Yani aslında insan eti yemek (eğer parayla alınmamışsa) bu eyaletlerde teknik olarak yasal(1).
Dolayısıyla, hazır en azından (ABD’de) yasadışı değilken ve tarafların birbirlerini yemek/yedirmek konusunda birbirlerine rızaları varken, kanibalizmin etik/hukuki hale getirilmesi ya da bu alanın örneğin miras hukuku ve ticarileşme üzerinden geliştirilmesi üzerine bir tartışma bu. Üstelik bu deneysel bir tartışma değil. ABD’de bunun şimdiden küçük çapta bir piyasası var, ekstrem ‘lezzetler’, ‘deneyimler’ yaşamayı seven insanlar, piyasaya girmiş durumda.
Örneğin, Jeremy Bojczuk, etik kanibalizm meselesine ilişkin argümanları şöyle özetliyor:
"Eğer yarın ölecek olursam, lütfen üzerimde bulabildiğiniz etleri kullanmaktan çekinmeyin. İtiraz edemeyeceğim çünkü bilinçli bir varlık olarak artık var olmayacağım. Yas tutan sevdiklerinizin itirazlarını dikkate almayın. Bu tür itirazlar duygusal ve haksız olacaktır; süresi dolmuş bir arabanın parçalarının geri dönüştürülmesine de itiraz edilebilir. Fiziksel nesne ana işlevini yerine getirmeyi bırakmış olabilir, ancak ondan hala fayda sağlanabilir. Bu yüzden cenazeciyi unutun ve kasabı arayın.
Sosyal yaratıklar olduğumuz için, çevremizdekilerin ahlaki kodlarını özümseriz. Onları aktif olarak sorgulamadığımız sürece, bu kodlar kabul görür ve süreklilik kazanır. İnsan toplumlarının hepsinde olmasa da çoğunda var olan bir ahlaki kural vardır: İnsan yemenin yanlış olduğu, daha doğrusu bazı durumlarda ölü insan yemenin yanlış olduğu. Bu kuralın sorgulanması için çok geç kalınmıştır.
Ölü bedene hürmet, diriliş ve ölümden sonra yaşam kavramlarıyla ilişkilidir. Bireysel bir bilincin, içinde vücut bulduğu organizmanın ölümünden sonra da hayatta kaldığı fikri, belki yüz yıl öncesine kadar makul bir hipotez olabilirdi, ancak artık savunulabilir değildir. Bilincin beyindeki elektro-kimyasal süreçlerden ayrılamaz olduğuna ve bir bireyin bireyselliğinin o bireyin beyninin eşsiz fiziksel yapısından ayrılamaz olduğuna dair kanıtlar artık çok fazladır. Beyin yoksa bilinç de yoktur; beyin var ama elektro-kimyasal faaliyet yoksa bilinç de yoktur. Öldüğünüzde, siz (bilinçli birey) yok olursunuz. Ahlaki değerlendirme yalnızca doğrudan bilinçli varlıklara verilebilir. Örneğin bir çocuğun oyuncağı ahlaki açıdan dikkate alınmaz. Oyuncağı kırmak, oyuncağın bakış açısından ahlaki açıdan nötr bir eylemdir (çünkü bilinçli olmayan oyuncağın bakış açısı yoktur), ancak bilinçli olan ve çığlık atacak olan çocuğun bakış açısından değildir. Bilinçli bir varlık bir kez öldüğünde, sırf bilinçli olmadığı ve bir daha asla bilinçli olmayacağı için ahlaki açıdan dikkate alınmaz."
Bojczuk’un öne sürmüş olduğu bu görüşler aslında pek çok bakımdan yeni değil, bilhassa insanın beyin/bilinç/elektrik ve nörotransmitterlerden ibaret olduğu fikri. Daha önce de altını çizmeye çalıştığım üzere, Volta ve Galvani’nin insan bedeninin sinir sistemi aracılığıyla iletilen bir elektrik ağ olduğunun anlaşılmasıyla birlikte, klasik modernistler, ölü insana bir şekilde gerekli elektriği temin edebilirlerse onu sonsuza kadar hayatta tutmanın/hayata döndürmenin en azından prensip olarak mümkün olduğunu düşündüler ve bu konuda binlerce deney yapıldı, halka açık gösteriler düzenlendi…
Tüm bu deneyimlerden elimizde Dr. Frankenştayn ve Modern Prometheus kaldı.
Fakat burada problematiğin inşa edilme biçimi bakımından konu ölümsüzlük değil, ölüm. Bojczuk ve kanibalizmi etik-hukuki düzleme oturtmaya çalışanlar (bunlar reddit bebelerinden, yeni lezzetler arayan restoran işletmecilerine, skandal peşinde koşan Youtuberlar'dan deneyim manyağı olmuş influencerlara, alternatif bir borsa kurmaya çalışan insanlardan gotik dünyanın sınırlarını genişletmeye çalışan sıra dışı insanlara kadar oldukça geniş bir skala) insanı basitçe bir bilince indirgiyorlar ve bilinç bittiğinde insanın teknik olarak işlevini yitirmiş kırık bir oyuncaktan farkının kalmayacağını düşünüp, iddia ediyorlar.
Ne var ki, bu büyük bir yanılgı, ölüm insanla ilgilidir ama toplum onu mevta haline getirir. Ya da şöyle söyleyelim kişiler bir ölüyü mevta haline getiremezlerse toplum ya da komünite olamazlar. Ölülerin bulunamadığı liminal eşiklerde(2) topluma hemen musallat olan ifritlerin, karabasan hikayelerinin, zombilerin elbette bir anlamı var. Zira ölüm toplum kurucu bir şeydir, bilhassa ölüm ritüelleri ve bunların yerine getirilmesi aracılığıyla, tıpkı düğünlerde ve diğer komünal faaliyetlerde olduğu gibi, insanlar topluma dönüşür. (Antropoloji dediğimiz toplum bilimi zaten büyük oranda bununla ilgilidir.) Ölüm, Heidegger’in deyimiyle açılmış bir parantezi kapatarak yaşamı anlamlı kılar, üstelik yalnızca ölenler için değil, bilhassa hayatta kalanlar için ama bu anlam ancak ölünün mevtaya dönüşmesiyle mümkündür.
Peki ama nedir bu cenaze levazımatçısına değil de kasaba haber verin çağrısının anlamı?
İnsanın aklına ilk olarak, kapitalizm ve onun sınır tanımayan mülk ilişkilerinin her şeyi metaya her şeyi fetişe dönüştürme manyaklığı geliyor. Elbette sermaye ve mülkiyet, giremediği hiçbir kutsal kale kalmasın istiyor, bu yüzden insan ölüsünü basit bir kırık oyuncağa indirgemek, onun üzerindeki ‘teolojik tülleri kaldırmak’ ve oluşturulacak yeni beğeni yargılarıyla üzerine biraz tabu soslanmış yeni bir arzu nesnesi/fetiş haline dönüştürmek onun en sevdiği ve mütemadiyen de yaptığı bir şey. (Sonuçta kapitalizm müteşebbistir, nerde ne var bilinmez, belki ölü eti pazarlamak tutacak bir iştir, şu anda yaşadığımız Dubai çikolatası çılgınlığını düşünelim örneğin)
Fakat burada başka bir şey var, 12 Ağustos’ta Eskişehir’de Nazi cosplayinden fırlayarak camide serinleyen ihtiyarlara saldıran Arda K’nın tişörtünde yazan slogan şöyleydi “Humanity is overrated”.
Sanki mesele daha çok bununla ilgili. İnsanlığın onbinlerce yıldır ama daha çok son 5 yüzyıldır biriktirdiği değerleri ayaklar altına almak, bunları yer yer incel hadsizliğiyle, yer yer erbilmişlikle tartışmaya açmanın cool bir yanı olduğu düşünülüyor herhalde. Tabii bir de sosyal medya ve onun beğeni algoritmaları insanları bir yandan teşhirciye bir yandan stalker’a dönüştürürken, bir yandan da deneyim arsızına dönüştürdü. Herşeyi deneye deneye sıra en sonunda insan etine kadar geldi. Modern zamanların başında insanlar, insan gibi yaşamayı arzuladılar, pandemiden beri ülkenin ve dünyanın başındaki musibetlere bakarak insan gibi yaşama arzusunun yanına insan gibi ölebilme arzusu da eklendi. Bu tartışmalara bakarak, Ortaçağ’ın fakir çukuru denilenlerine benzer bile olsa, bir mezara konulmanın arzulanacağı ama bunun bile lüks sayılabileceği günler belki de pek uzak değil.
NOTLAR:
* Bu konuyu bana hatırlatan A.Bozkurt’a teşekkürü borç bilirim.
(1) Örneğin, Detlev Günzel isimli bir Belçikalı, Polonyalı bir işadamını (üstelik kendi rızasıyla) kesip yediği için hapis cezası aldı ama, kanibalizmden dolayı değil, cinayetten dolayı.
(2) Mesela 1971 darbesi sonrası Şili’yi ya da Sheakspeare’in Macbeth’inde hortlağa dönüşmüş olan Norveç kralını düşünelim.