İnsan hakları savunucuları açısından devlet-Kürt diyaloğu
Barış, Kürt sorununun çözümü, sorunlar listesindeki her konunun üzerinin çizilmesi; Türkiye’deki insan hakları sorunlarının tümüyle çözümü anlamına gelmez ama azalması anlamına gelir.
Toplumsal hareket olarak son on senesinde yaşadıklarımız, Batı demokrasilerinde birkaç kuşakta yaşanacak türden. Şimdi dönemeç olup olmadığını henüz bilmediğimiz yeni bir başlık hemen her tartışmanın konusu: Kürt siyasi hareketi ile devlet arasında süren diyalog. İnsan hakları savunucuları bu diyaloga nasıl yaklaşmalı sorusu önümüzde duruyor.
Süreç midir değil midir, barış mıdır çözüm müdür gibi içeriğe temas etmeyen tanım tartışmasını bir kenara bırakırsak, ortada sivilleri ve muhtemelen eli silah tutanları kapsayan bir görüşme trafiği var. Böylesi somut bir trafik hepimizin önünde seyrederken artık bunu ne ile niteleyeceğimiz tartışması ikincil önemde bir tartışma.
Bir şeridinde devleti yöneten siyasetçilerin, diğer şeridinde Kürt siyasi hareketinin bütün unsurlarıyla yol aldığı; bazı kısımlarında tüneller olduğu için içini göremediğimiz, bazı kısımlarda tehlikeli viyadük ve uçurumların yer aldığı bir caddeyi izliyoruz. Üstelik uçurumun hemen aşağısında daha önceki başarısız denemelerin izlerini görmek mümkün. Bizlerse bu akışta söz hakkı olmayan ve olan biteni anlamaya çalışan bir durumdayız.
DEM PARTİ'NİN DEVLETLE DİYALOĞUNA NASIL YAKLAŞMALI?
Bu caddenin varlığına cepheden karşı çıkan bir kesim var, bunu bir kenara bırakalım. Zaten gündemin kendisine de karşı çıkıyorlar. Onlara göre çözümü gereken bir sorun yok, biri hep tırnak olsa da Kürt-Türk etle tırnak gibi.
Geniş olarak sivil toplum, daha da daraltırsak insan hakları savunucuları buna nasıl yaklaşmalı? Bugün bu caddeyi seyrederken çıkış noktamız ne olmalı?
Ortada bir sorun olduğu herkesin malumu. Bu sorun, bir sarmal halinde insan hakları ihlalleri üretiyor. Üstelik devlet, Kürtlerin taleplerini dile getirmesini önlemek için ürettiği araçları diğer toplumsal kesimlerin hak taleplerini bastırmak için de kullanıyor. Van’da geliştirdiği süresiz sokağa çıkma yasağı yöntemini Ankara’daki LGBTİ+’lar için kullanırken; Diyarbakır’da sokağa adım attırmayan idare pratiğini İstanbullu kadınların sokağa adım atmaması için kullanıyor. Batman’da geliştirdiği kayyım pratiğini Esenyurt’ta kullanıyor. İzmirlinin yerele dair kararların İzmir’den verilmesi anlamına gelen taleplerini ise “ama Kürtler de isteyebilir” diyerek bastırıyor, baskı aygıtını toplumun bütün katmanları için kullanıyor. Kürt sorunu çözülürse bütün sorunların çözüleceği saflığına düşmeden ama Kürt sorununun Türkiye'deki toksik ortamı beslediği gerçeğini de unutmadan mevzuya yaklaşmak zorunluluk.
İnsan hakları savunucuları olarak, Türkiye’deki hak ihlalleriyle ilgili uluslararası ve bölgesel mekanizmalara sunulan raporlarda da; BM komitelerinin veya Avrupa Konseyi gibi bölgesel mekanizmaların Türkiye’ye ilettiği sonuç gözlemlerinde de birçok şeyi görürsünüz ama Kürt sorununu mutlaka görürsünüz.
Eğer hayata özgürlükçü, eşitlikçi, adaletten ve insan haklarından yana bir açıdan bakıyorsanız, herhalde birilerinin üzerindeki baskının azalması sizi rahatsız etmez diye düşünüyorum.
AMA İLE BAŞLAYAN İTİRAZLAR
Şüphesiz Kürt sorunu Türkiye’deki insan hakları krizinin tek konusu değildir ama Türkiye’nin insan hakları krizi bir noktada mutlaka Kürt sorununa temas eder. Demek ki barış, Kürt sorununun çözümü, sorunlar listesindeki her konunun üzerinin çizilmesi; Türkiye’deki insan hakları sorunlarının tümüyle çözümü anlamına gelmez ama azalması anlamına gelir.
“Ama DEM Parti Kürtlerin tümünü temsil etmiyor”. Muhtemelen etmiyor. Bununla birlikte karar alıcılar kendilerine bu sorun üzerine konuşacak bir muhatap belirlemişlerse, varsın DEM Parti bütün Kürtleri temsil etmesin, sonucunun ne olacağını bilmediğimiz bu akışın sonunda Kürt siyasi hareketine karşı bir Kürt bile meşru taleplerini kısmen elde ediyorsa, “yok kardeşim bu sürecin diğer tarafında bütün Kürtleri temsil etmeyen bir parti var, sen eskisi gibi ezilmeye devam et” mi diyeceksiniz?
“Ama Kürtlerin her sorunu çözülecek mi böyle” deniliyor, “Bak Kürt arkadaş senin on sorunun var, bu sürecin sonucunda beş sorunun çözülecek ama beş sorunun var olmaya devam edecek. Gel bu beşi de çözülmesin, sen on sorunla yaşamaya devam et” mi diyeceksiniz? Beşin, ikinin sıfırdan büyük olduğunu inkar mı edeceğiz?
“Ama DEM Parti bu konuyu AKP - MHP ile konuşmamalı” deniyor, deniyor ama bunu diyenler; kim, kiminle konuşacak sorusuna da yanıt vermiyor. Haydi geçtim iletişimi herkesle kurması gerektiği konusundaki argümantasyonu, beğeniriz beğenmeyiz, bu ülkede yapılan ve meşru kabul edilen son genel seçimde yüzde 45 oy almış ve şu anda devleti yöneten bir koalisyonla görüşmeden bu sorunu çözmeniz mümkün mü?
“Ama Erdoğan bundan fayda sağlamak istiyor” deniyor, aptal olmadığına göre evet, bu girişimden iktidar koalisyonu ve Erdoğan, henüz açıklanmamış, bizim üzerine ancak tahmin yürüteceğimiz bir dizi faydayı elde etmek istiyordur. Peki bundan siyaseten fayda elde etmeden bu sürece girişecek bir siyasetçi bugünün siyaset dünyasında, bırakalım bunu, siyasi tarihte var mıdır? Tarihin hangi barış, el sıkışma, çözüm süreci sadece bir tarafın kazandığı bir süreç oldu?
“Ama süreç şeffaf yürümüyor” deniyor, bunu diyenler şeffaflıktan neyi kastettiklerini açıklama zahmetine ise girmiyor. Peki ne bekleniyor, bu görüşmelerin yapıldığı yerlere kayıt cihazları koyup, konuşma dökümlerinin günlük olarak toplumla paylaşılması mı? Bu görüşmelerde dile getirilen taleplerin arka planı anlaşılmadan; talep ve tavizlerin buluştuğu optimum nokta bilinmeden; “tam şeffaflık” diyenlerin, aslında çözüme karşı toplumsal itirazın filizlenmesi, serpilmesi için elverişli bir ortamın oluşmasını istediği gün gibi ortada değil mi? Kürt tarafının Öcalan’ın serbest kalacağı, kalmasa bile infaz koşullarının iyileştirilmesini açıkça talep ettiği bir siyasi süreçte, bunun, karar alıcılarla yapılan görüşmelerde de dile getirildiği hepimizin tahmin ettiği bir gerçek iken, bunun kamusal ortamda açıkça dillendirilmesi talebinin arkasındaki motivasyonun Erdoğan ve Bahçeli’nin kendi arka bahçeleriyle ilişkisini zayıflatmak olduğunu görmek mümkün. Bu işin misyonerliği bırakalım İyi Parti, Zafer Partisi yapsın. Nitekim yapıyorlar da.
“Türkiye’yi demokratikleştirecek bir süreç değil bu” deniyor. Zaten taraflar da bu konudaki nihai amacı Türkiye’nin demokratikleşmesine ilişkin bütün sorunların çözülmesi olarak ortaya koymamışken, neden Türkiye’nin muhalifleri, özgürlükçüleri, barışçıları kendi demokrasi mücadelelerini vermek, veriyorsa bunu güçlendirmek yerine; bu misyonu sadece barış veya çatışmasızlık temasıyla başladığı görülen bir süreçteki Kürt tarafının sırtına yüklüyor?
Evet, yaşlı bir Kürt kadın hastaneye gittiğinde doktoruyla Kürtçe iletişim kurabilecek; Kürt çocukları devlet okullarında Kürtçe öğrenebilecek; sonradan tayin edilmiş kent isimleri yerine insanlar yaşadıkları coğrafyadaki yerlerin tarihsel isimlerini resmi anlamda da kullanabilecek; anneler çocuklarını askeri mühimmat patlar da ölürse kaygısı taşımadan köyün mezrasına oyun oynamaya gönderebilecekse; asker cenazesi kavramını hayatımızdan çıkartabileceksek eğer diğer konuları geçtim, sadece bunlar olabilecekse evet Türkiye demokratikleşmiş olmaz ama bunlar da değersiz, önemsiz şeyler midir veya insanların “daha” nitelikli bir hayat yaşamaları ihtimali bile var ise maksimalist bir demokratikleşme perspektifi öne sürülerek bu caddedeki trafiğin durmasını istemeye yol açan motivasyon nedir?
“Yukarıda yazdıklarının olacağı ne malum” denildiğini duyar gibiyim, doğru. Ama bu kadar belirsiz bir durum varken “bir bekleyelim, görelim ne olacak; insan hakları sorunları azalacak mı, çatışmalı siyasi durum çatışmasız bir sürece evrilebilir mi” diye sormak yerine daha en baştan, “ama”ları çoğaltarak söze girmek, kimse kusura bakmasın ama “bu nedenle bu sürece karşıyım” ifadesiyle son bulacak bir cümlenin başlangıç sözü gibi görünüyor.
ÇÖZÜM HER ŞEY OLMAYABİLİR AMA BAŞLANGIÇ OLABİLİR
Baştaki soruya yanıt vermek gerekirse. Çözümün gündeme geldiği dönemin Türkiye’de gerilimi ne kadar düşürdüğünü, ifade özgürlüğü açısından nispeten daha iyi bir ortama vesile olduğunu, geçmiş denemelerden biliyoruz. İnsan hakkı savunucuları, barış yanlıları olarak ortada yol açacağı sonuçların ne olduğunu bilemediğimiz zeminde, deneyimlerimiz ışığında elbette “yaparsa Erdoğan yapar” saflığına düşmeye hakkımız yok. Ancak bunun böyle olduğunun bilinci ile zayıf dahi olsa bir ışığın varlığını hissedebildiğimiz böyle bir zeminde barış ihtimalinden yana olmak, enerji ve gücü “ama” ları çoğaltmak yerine toplumsal barış ortamının neleri gerektirdiğinin tartışmasını yapmak için harcamak; insan hakları savunucularının, barış isteyenlerin, özgürlükçü siyasetin neyi istediğini ortaya koymak asıl sorumluluğumuz diye düşünüyorum.
Bir sürece elverir ve bu, Kürtler açısından talepler manzumesinin, devlet açısından da tanınabilecek hak ve imkanların ne olduğunu öğrenebildiğimiz bir noktaya gelirse, işte o, aynı zamanda izlenen yöntemle birlikte bir kanaat belirtebileceğimiz, destek olabileceğimiz veya karşı çıkabileceğimiz bir noktayı, zemini teşkil edebilecektir. Bugünden bakıldığında ihtiyacımız olan ne “Erdoğan-Bahçeli ne elde etmek ister acaba” falcılığı; ne de Türkiye’nin her sorununu çözüm bohçasına ittirme kolaycılığı. Bu sürecin sonunda insan hakları açısından, özgürlükler açısından, toplumsal barış açısından bir gerileme anlamına gelecek bir tablo ortaya çıkarsa hep beraber itiraz edelim ama ilerleme anlamına gelecek bir tablo gelirse de hep beraber destek olalım.
Ama bu belirsizlikler içinde üzerinde trafiğin aktığı bu caddeyi, pozitif anlamda belirli hale getirmeye enerji harcamak yerine, bunun neden olamayacağını veya neden olmaması gerektiğini anlatmaya çalışmak adını koyalım, aslında ne barışı ne de çözümü istemek, olsa olsa istermiş gibi yapmaktır.
*Avukat - İnsan Hakları Savunucusu