İnsan insana sarılır mı, Bircan!
Herkes elele tutuşup halay çekse, herkes herkese selam verse, sarılsa? Neye benzer burası? İktidar sahipleri birbirimize kırdırmadan bizi nasıl idare eder? Bu devlet nasıl ayakta kalır?
Sevgili arkadaşım Bircan,
Sana teessüf ederim. Fena halde ayıplamayı herkese düşen vazife saymak icap eden bu elim hadiseden haberim olduğu anda anladım ki, milleti ve devleti korumak maksadıyla, kimbilir, belki de içindeki şeytanı çıkarır, elektroşok yemiş ruh-sinir hastası sûretinde mayışık, zararsız halde cemiyete armağan ederiz umuduyla seni o irfan yuvasına almaları isabetli tasarruftur. Tanrının hizmetindeki bir nevi Exorcist sayabiliriz yani cezaevleri sistemini. F-Tipi Exorcist, güzel bir devam filmi olmaz mıydı? T-Tipi ile kozlarını paylaşmak üzereyken kızın içindeki şeytan birden fırlıyor ve, “Teröristlere ölüm!” diyerek kulaklarına sokulu hançerleri çekip…
Karşılıklı hasret çekiyoruz, ama olsun, sonunda vatanına, milletine, tabiî hepsinden önemlisi, hattâ esas önemlisi, devletine bağlı, büyüklerini üzmeyen bir kimse kimliğiyle yaşamına devam edeceksin. Aklımızın yerine o herkeste olan, birkaç yüzyıllık ikinci el ruhu geçirecek ve nihayet hep beraber ışıklar içinde uyumaya çalışacağız ve ışık gözümüze girecek, uyuyamayacağız. Fakat bir ihtimal, bünyesi geçerli uyum kabiliyetlerinden yoksun yaratılmış bazılarımız, belki de etrafın kötülüğüne iştirak ederek zalim çoğunluk ruhunun bağrında kaybolanların tadabildiği o tatlı rehaveti bilmeden terk-i diyar edeceğiz. O tatlı rehavet vaadi ki, en aykırı görüneni, itilip kakılmaktan hayatında rehavete bir popocuk yer açamayanı bile kendine bir çoğunluk bulup onun koynuna girmeye sevk eder. Her çoğunluk koynunun sınırları, tukaka edilen azınlıkların ardına sürüldükleri duvarlarca çizilir. Yerini yine de dar bulan, sınırdaki azınlığı mahvetmeye koyulur. Hayır, başkasının toprağına göz koymaktan bahsetmiyorum…
Sana bu defa buradan yazmaya karar verdim. İnsanlar sevdiklerine, özlediklerine her fırsatı değerlendirerek, bulabildikleri her yoldan seslenmeli.
Aslında daha afilli bir girişimim oldu, ama başarısızlıkla sonuçlandı. Büyükçe çıktı alarak gökdelen tepesinden sallandırmayı planlamıştım. Köprü’den ya da devletin kendine ait saydığı -hoş saymadığı ne var!- bir yerden sallandırırsam, arkadaşa selam çakayım derken kendimi birden gelmiş geçmiş ezcümle hukuk-adalet âlemlerinin yüz karası, saçmalıklar, utanmazlıklar, midesizlikler ve vicdansızlıklardan mürekkep eriyiğe bulaştırılıp vazifeli yargıçların önüne atılmış bulabilirdim. Bu yüzden bu seçeneğin önü baştan kapalıydı.
O halde ben de özel sektörü deneyeyim dedim. İş merkezlerinden birinin tepesine çıkıp, gökdelenleri gelen geçen herkesin gözünü alsın diye tasarlanmış dev aynalara dönüştüren cam yüzeylerden birine, plotter’dan çıkma, renkli harfli, arkası yapışkanlı mektubumu sıvamayı planladım. Ekonomi, bildiğin gibi, siyasetle alâkasız bir iş olduğundan eylemim siyasî görünmez diye umdum. “İş merkezi”nde siyaset yapılmaz, iş yapılır. Arazisine çökülmesi, ihalesi, inşaatı, hâlihazırdaki kullanımıyla, parti binasına asla benzemez, daha çok tapınağı andırır. Dolayısıyla, her tapınaktaki gibi, orayı evi gibi kullanabilen yarı-kutsal kişilikler ve ibadete, ziyarete gelen, çekingen sıradan insanlar vardır. “İş”, bütün bu kutsallığıyla, siyasetin ulaşamayacağı kadar yükseklerde bulunur. Bu yüzden eskiden siyaseti yukarıdan pataklayan generaller emekli olduklarında iş merkezlerinin üst katlarındaki yönetim kurulu toplantılarına katılır, huzur hakkı alırlardı.
İş hayatının kalbinin attığı, ruhunun çalkandığı, aklının oynaştığı, zihninin kaynaştığı üst katlara çıkmak, tahmin edebileceğin üzre, sıradan insanın harcı değil. Asansörler bol ama hepsi her yere çıkmaz. Hangisinin nereye çıkacağını bilen personel bu yüzden sana küçümseyerek bakabilir, onu takip edeceğinden emin, döner, yürür gider, sen arkasından koşarsın. Gökdelenin kapısından girdiğin anda, artık kendi başına hareket edemeyecek bir yaratıksındır. Her şeyi göze alıp, iri kıyım muhafızların tehditkâr bakışları altında asansöre tek başına binmeyi becersen bile, tuşuna bastığın kata çıkıp çıkamayacağını bilemezsin. Bastığın tuşlar da seni takmazlar. İş merkezlerinden birine kazara girmeyi başardığında, nereden başlayıp nereye uzandıklarını asla kestiremediğin koridorlarda karşılaştığın meşgûl kimselerin davranacağı gibi. Yüzüne bakmadan geçerler. Çünkü orada bir yüz, bir baş, bir kalp görmezler. Kabahat onlarda değil. Hem algılayamazlar hem de yok sayma onlara belletilir. İçselleştirirler bir süre sonra. Ekonomi dediğin, zaten yok sayma sanatı değil midir?
Koridorda yanından geçeni görmeme de bir nevi sanatkârlıktır, Bircan, insanlar öyle uluorta birbirine sarılmaz!
İş âleminin içinden olmayan ve yok sayılma konusunda devlet dairelerinde epey eğitim görmüş olan bizler, kırk yılda bir de olsa iş merkezlerine girdiğimizde, bu sanatın feriştahıyla karşılaşırız. Hayat karışık, karmaşık. Aradan seçip öğrenemiyor insan. Siyasetçiler de ekonominin bizim için yürütülen faaliyet olduğuna bizi inandırmada ustalaşmışlardır, kolay kandırılırız. Sadece onlar durup dururken herkese sarılırlar. Sıraya girmiş sırıtarak bekleyenlerin ellerini sıkar, yanaklarını öperler, hepsine birörnek sarılırlar. Onları izlerken, kimse kimseye sarılmasa daha iyi olacağı hissine kapılırsın.
Bu Nisan’da, on sekiz aydır bizlerden uzakken, tek bir suç delili içermeyen, ama takım elbiseli ya da tayyörlü kudretli kimselerce utanıp sıkılmadan iddianame adı verilen 3530 sayfalık zalimlik vesikasına istinaden otuz sekiz defa müebbet hapisle yargılanmanıza dair, BirGün’den Rıfat Kırcı’ya şöyle demiştin: “Bu denli çok hukuksuzluğun bu kadar göze sokula sokula yapıldığı pek fazla dava anımsamıyorum. Tabiî ki hepimizin bildiği gibi bir de Gezi Davası var. Aynı hukuksuzluk ve usulsüzlükler orada da sürüyor.” Ne ayıp! Türk Adaleti’ne haksızlık değil mi bu? Topu topu iki dava mı yani? Onca vazifeli tayfanın emeklerini böyle yok saymak ayıp. Sadece ona buna sarılmıyor, bir de uluorta konuşuyorsun, Bircan, aşkolsun yani!
Gazetecinin sorularına cevap verirken, açık görüşün 30 dakikayla ve iki kişiyle sınırlanmasından yakınmışsın: “Hiçbir sosyalleşme olanağı, aktivite, eğitim yok. Avukatlarımızla halen yüz yüze görüşme olanağı sağlanmamış durumda. Dosyalarımıza ait belgeleri bile yanyana gelip okuyamıyoruz.” Olacaklar buradan belli. “Sosyalleşme”ymiş!
Sırf bu da değil ki: “Cezaevi dediğiniz, her şeyin yoksunluk üzerine kurulduğu bir sistem. Bazen çok basit görünebilen bir şey bile çok büyük özlem yaratabiliyor. Kesintisiz yüzlerce metre yürümeyi, duvarlarla sınırlanmadan gökyüzünü görebilmeyi, bir çiçeği koklayabilmeyi, ailemi, arkadaşlarımı, onlarla büyük bir masa etrafında oturup uzun uzun sohbet etmeyi, yeğenim Deniz Aras’a sarılmayı, tiyatro izlemeyi, ahşap oymayı,
İstanbul’da vapurla boğazı geçmeyi,
İstiklal Caddesi’nde yürümeyi özledim.” Ha, yetmedi, bir de eklemişsin: “Özlediğim daha çok şey var.”
Ama işte, yavaş yavaş suç mahalline yaklaşıyoruz: “Bu durumu kolaylaştıracak tek şey insanlar. (…) Gözaltına alındığım ilk günden beri ailem ve arkadaşlarım beni hiç yalnız bırakmadılar. Ailem için bu tamamen yeni bir şey. Bu durumun sebebini çok iyi anlıyorlar, onlarla gurur duyuyorum. Umarım onlar da benimle gurur duyuyorlardır. Arkadaşlarımın ilgisi de herkesi etkileyecek kadar yoğun oldu. Dışardaki elim, kolum, gözüm oldular. (…) koğuş arkadaşlarım Pervin ve Meryem ile olan ilişkim de çok değerli. Birbirimize destek oluyoruz.”
Oluyorsanız oluyorsunuz, sen açık görüşte neden tutup Pervin Oduncu’nun annesine ve ablalarına sarılıyorsun? Sanırım öncesinde de selam verip tokalaşmışsın birileriyle. Hakkında disiplin soruşturması açılmış. Açarlar tabiî. Ne demek ya başkasının annesine, ablasına sarılmak? Bizim değerlerimiz bunu kaldırmaz. Ya tam o esnada vatan bölünse, bişey olsa? Ya öbür tarafta kalsanız öyle sarılmış sarılmış? Sanırım orada tutuklu Dilek Yağlı da benzer suç işlemiş; Ayla Akat’ın ziyaretçisine selam vermiş. Bu yüzden bir ay “ortak etkinliklerden men” edilmiş. HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Meral Danış Beştaş’ın tweet’ine göre, “Açık görüşte görüşçüsü dışındakilere selam veren herkes grup halinde faaliyet iddiası ile disiplin kurulunda”. Tamam, belli ki herkes raydan çıkmış, vatanın bölünmesi ve son günlerde volümü bir buçuk kat kadar artırılan hoparlörlerden işittiğimiz ezanın susması tehlikesi belli ki kimsenin umurunda değil.
Geçen yıl da topluca halay çekmiştiniz. Görüşçü dışındaki insana selam vermekten daha beter suç. Her şeyden önce, topluca olması suç. Teker teker çekin ayrı köşelerde. Zaten belli ki birileri -dış güçler?- bunu size zorla yaptırıyor. “Omzundan tuttuk seni, halaya kattık seni” diye türkü var. Kim tutuyor? Nereye katıyor? Her şey ortada. Kimse tutmasa katılmayacak yani. O iddianameleri benim gibi, bu incelikleri görebilenlere yazdırmalılar, öyle abuk subuk saçmalayacaklarına.
Yalnız bu halay meselesinde cezaevi idaresinin “gereksiz olarak marş söylemek veya slogan atmak”tan verdiği cezaları mahkeme münasip görmemiş, şikâyetiniz üzerine itirazınızı haklı bulup iptal etmişti. Tamam da, niye çekiyorsunuz ki halay? Elele tutuşuluyor, insan kendini yalnız hissetmiyor, hep netameli işler… Bugün elele tutuşan, yarın da gider ona buna sarılır. Gençlerimiz suça böyle sürükleniyor işte!
Yargıç şöyle izah etmiş: “…hükümlü ve tutukluların slogan olarak hangi sözleri söylediklerinin ve slogan içeriklerinin açık olarak belirtilmediği, (…) hükümlü ve tutukluların savunmalarında belirtilen tarihte slogan atmadıklarını, şarkı-türkü söylediklerini, ancak bunu bir şeyi kutlamak için yapmadıklarını, eğlence amacıyla şarkı türkü söylediklerini, gereksiz yere marş söyleme ve slogan atma eylemini kabul etmedikleri, (…) tanık olarak dinlenen infaz koruma memurunun, olay günü (…) hükümlü ve tutukluların Kürtçe olarak bir şeyler söylediklerini, şarkı ve türkülerini de Kürtçe olarak söylediklerini, ritim tutulmadan söylenen sözlerin slogan olduğunu düşündüklerini beyan ettiği, olay günü karantinada ve tekli odada kalan hükümlü ve tutukluların bulunduğu, bu hükümlü/tutukluların karantinada ve tek odada kalmalarına rağmen eyleme nasıl ve ne şekilde katıldıklarının somut ve net bir şekilde açıklanmadığı, bu sebeplerle şikayet eden hükümlü tutukluların savunmalarının aksine olay günü şarkı-türkü dışında slogan attıklarına ve tutanağa ekli programdaki sözleri söylediklerine dair dosya kapsamında yeterli delil ve beyanın bulunmadığı, şikayet edenlerin ‘gereksiz olarak marş söylemek veya slogan atmak’ eylemlerinin sabit olmadığı…”
Yani Bircan, diyeceğim o ki, elele tutuşmak, kutlama değil eğlence amacıyla da olsa hep beraber şarkı-türkü söylemek, başkasının görüşçüsünün elini sıkmak, ona selam vermek, sarılmak… bunlar hoş şeyler değil. Düşünsene, sırf cezaevinde değil, dışarıda da bunları yapmaya kalksak? Herkes elele tutuşup halay çekse, herkes herkese selam verse, sarılsa? Neye benzer burası? İktidar sahipleri birbirimize kırdırmadan bizi nasıl idare eder? Bu devlet nasıl ayakta kalır?
Rica ederim kendinize hakim olun azıcık. Koskoca insanlarsınız. Ha, selamlar sevgiler yollarım, o ayrı!..