İnsana ayrıntıları sevmeyi öğreten çöllerde…
Andre Gide'in 'Amyntas - Kuzey Afrika Defterleri' kitabı, Orçun Türkay çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı.
André Gide, insan ilişkilerini ve kişilerin varoluş sorunlarını inceleyip romanlaştıran bir yazardı. Bununla birlikte, benliğindeki fırtınaları denemelerinde işlerken kendisini bazen bir başkası gibi göstermiş bazen de buna ihtiyaç duymadan ruhundaki gelgitleri anlatmıştı.
Gide için dünyayla ilişki kurmanın ve onu anlamanın bir diğer biçimi de doğayı ve farklı coğrafyaları keşfederek yaşamdaki eksik parçaları tamamlamaktı. Mağrip’e yaptığı seyahat sırasında düştüğü notlar da böyle bir tamamlama arzusunun ürünüydü. 'Amyntas-Kuzey Afrika Defterleri', Gide’in çöllerde ve insanlar arasında gezinirken hissettiklerinin bir dökümü bu anlamda.
'BURADA AKIP GİDEN ZAMANIN SAATİ YOK'
1896-1900 arasında geçirdiği günlerde Gide, bazen unutulan bazen de görmezden gelinen bir coğrafyayı “sıcak altın ışığının kollarında” anlamaya çalışıyor, huzur ve dinginlik arzusuyla geziyor, bakıyor ve görüyor.
Kıpırtısızlık, Gide’in zihninde hayatî bir soru uyandırıyor: “Ne istedim bugüne dek, neydi kaygılarım?..” Dinginliğin, uyuşukluğun ve miskinliğin coğrafyasında seyahat ederken hayvan sürülerinin ve insanların ağır aksak hareketleri yazarın dikkatini çekiyor. Dalgınlığı, kıyı kesimde dalgaların sesinin dağıttığını görüyor. Çölün ve denizin yan yanalığına biraz şaşkınlıkla bakarken karanlığın ve aydınlığın tuhaf dansını keşfediyor.
Bir Avrupalı gözüyle Kuzey Afrika’yı izleyen yazar, “Burada akıp giden zamanın saati yok ama herkes öyle işsiz güçsüz ki sıkıntıya kapılmak olanaksız” diyor. Sonra yine sorular ve düşünceler geliyor: “Ne istedim bugüne kadar? Ne diye didindim? Ah! Zamanın dışında, artık biliyorum zamanın dinlendiği bahçeyi. Kapalı, dingin diyar, Arcadia!.. Dinlenmenin yerini buldum. Burada tasasız hareket her ânı devşiriyor kovalamadan; an bitmek tükenmek bilmeden yineleniyor; saat saati ikiliyor, gün günü. Akşam sürülerin melemesi; kavalların hurma ağaçlarının altında gezinen şarkısı; tahtalı güvercinlerin sonu gelmeyen kuğuruşu; -ey amaçsız, yassız, değişmemiş doğa- böyle gülümsüyordun ozanların en yumuşak başlısına, böyle gülümseyeceksin sofu gözlerime… Bu akşam, yönlendirilen suyun bitkilerdeki susuzluğu dindirmek için bahçeyi kaplayışını, serinletişini gördüm. Siyah bir çocuk, oluğun içinde yalınayak, iyi kotarılmış sulama düzeneğini canının istediği gibi yönlendiriyordu. Kilde alavere havuzları için küçük kapılar açıyor ya da kapıları kapıyordu. Her birinden, hangi ağaca ayrılmışsa o ağacın gövdesine sular dökülüyordu. Çatlak oyuklarda bir güneş ışığının sararttığı, toprakla ağırlaşmış o ılık suların yükselişini gördüm. Derken sonunda, taşan, dört bir yandan azan su bir arpalığı baştan aşağı kapladı…”
Rüzgârlı, sıcak, kumullarla kaplı, kuru ve gölgenin hayat verdiği topraklarda her şeyi durduran ve düşünceleri harekete geçiren sessizliği yaşayan Gide, zamanın pürüzsüz yüzeyinin dünyanın üstüne kapanmasını istiyor. Bir vahanın karşısındayken “Daha şehvetli, daha yararsız yaşam, ölüm de daha kolay” diyor.
'ARTIK GEÇMİŞİ DÜŞÜNMEYECEĞİM'
Zamanın ağır aktığı, insanların durgun olduğu bu coğrafya Gide’e göre Doğu’nun Batı’yla kesişimi. Başka bir deyişle Doğu’yu Batı’ya açan limanlar silsilesi. Kıyıda ve daha içerilerde ise yazarın gözüne Kuzey Afrika’nın kimliği çarpıyor; beyaz badanalı ve pek aydınlık olmayan, yer yer keşmekeşin baskın geldiği çarşılar ve şehir merkezleri… İnsana alışkın güvercinlerin bile değiştiremediği baygın bir hava hâkim bu kentlere.
Gide, seyre dalıp nerede duracağını bilmediği çölü çok sevdiğini not ederken düzlükte kendisini yapayalnız hissettiren yürüyüşlerinde, “tekdüze enginliğin gün geçtikçe daha çekici bir çeşitlilik kazandığını” görüyor, lirizmin sınırlarına geldiğinde ise “çölde ölüm düşüncesi arkanıza düşüyor ama işin güzel yanı, burada üzücü değil” diyor. Ardından, bu dinginliğin etkisiyle kendisine bir söz veriyor: “Hava ne kadar güzel! Gökte tek bulut yok. Deniz dingin; yolculuğa çağırıyor. Siroko birden kesildi. Sıcak sıcak olmasına ama daha az bunaltıcı. Gölge mavimsi, hafif, hava aydınlığı kendi içinde taşıyor sanki; pek hoş, tüy gibi neredeyse canlı; gülesi geliyor insanın. Vahaları düşünüyorum... Yarın yola çıkıyorum. Akşam hurma ağaçlarının sallanışı ne güzel olacak! Artık geçmişi düşünmeyeceğim…”
Gide, çölün de çöl etrafına ve deniz kenarına kurulmuş Kuzey Afrika kentlerinin de kendine has hikâyelerini keşfederken tarihin ve şimdinin yanı sıra, insan ve ürün kaynağı Kuzey Afrika ile oraya bu misyonu yükleyen Güney Avrupa’nın da birleştiğini hissediyor.
Arapların şiiri, kültürü, sözlü ve yazılı geleneği ile Avrupa’nın tarih bilincini yan yana getiren Gide, coğrafyanın “ağırbaşlı şiirinin bir yoksunluktan oluştuğunu” düşünürken daha evvel Kuzey Afrika’ya gelmeyenlere de bir uyarıda bulunuyor: “Buraları tanımayanların kafasında önce şu canlanmalı: Hiçlik. (...) Çölde onun sunduğu eğitimle, demek istediğim coşkunlukla yetinmeyi, sonra kendimizi onun karşısına koymayı öğrenmemiz gerekir.”
ENGİN BOŞLUKLAR, KEŞKELER VE YAĞMUR BULUTLARI
Çölü kavuran sıcakta, zaman zaman deniz kıyısıyla ve yörenin kendine özgü gürültü patırtısıyla yüzleşen Gide, her şeyin daha öncesine göre gözüne eski göründüğünü ve evvelki seyahatinden daha yaşlı olduğunu hissediyor. Bunu 1900’lerin başında bunaltıcı bir Cezayir gecesinde fark ediyor.
Gide, gözünü alamadığı ve “doğrudan doğruya yaşam” dediği doğanın da diğer her şey gibi ölüme çağırdığını söylüyor. Yaban ile modernin buluştuğu Kuzey Afrika’da (özellikle Cezayir’de), yazmanın ve yürümenin mümkün olmadığı bazı anlarda hiçbir şey düşünüp söylemeden duruyor: Sınırsızlığa, susuzluğa bakıyor ve sarhoşluğu yaşıyor. Bazen de doğanın insanı zorlayan gücüyle karşılaşıyor, saatlerce kesilmeden yağan yağmura kaptırıyor kendisini; gözü, Atlas Dağları’nın üstünde duran ve “göğün ağırlığını taşıyormuş gibi görünüyor” dediği bulutlara takılıyor. Ölüm korkusunun eksik olduğunu söylediği Arap sanatını düşünüyor böyle bir manzara karşısında.
Fransız bakış açısını ve Kuzey Afrika’daki yaşamı karşılaştıran Gide, kentlerin karmaşasının, durgunluğun ve çölün yarattığı sıkıntının birbirine karıştığı, düş kırıklığını simgeleyen vahanın göründüğü bir anda bir Araptan “Şu Fransızlar ne tuhaf, başta hep gereğinden fazla yer kaplarlar, sonra da onu korumayı başaramazlar, işte o zaman da İngiliz baskın çıkar” sözünü işitiyor.
Gide, sıcağın alnında gezinirken hem doğanın hem de yüreğinin sesine kulak verip bir yandan ânın tadını çıkarıyor, diğer yandan “keşke”lerini sıralıyor; gözünü, yokluğun ve varlığın ince çizgisine dikerek düşüncelere dalıyor: “Kusursuz, sağlam yazı, güneşin yaman huzurunu seviyorum. Sabahın tiz şarkılarından sonra ovaya bir bitkinliğin çöktüğü, havanın biçilmiş tarlaların üstünde titreştiği, kavrulan karıkta ardıçkuşunun kanatlarını açtığı bu öğle saatlerini seviyorum. Boğucu ormanda yürüdüm, eğreltiotlarının kokusunu içime çeke çeke, ormanın kıyısına dek, akşama kadar. Büyüleyici akşamın kokusunu, ot yığınlarının gölgesini, ülkemizde genelde güneşin battığı saatte denizin üstünde yükselen, yayılıp ovayı nemlendiren, geceden hemen önce havaya ani bir serinlikle ferahlık veren pusu seviyorum. Daha ne istersin doyumsuz yürek, yorulmaz yürek?”
Aynı yerleri belli zaman aralıklarıyla yeniden ziyaret eden Gide, hem kendisindeki hem de Kuzey Afrika’daki farklılıkları not etmiş defterlerine. Geceyle ve gündüzle, çölle ve vahalarla, sıcakla ve yağmurla karşılaştığı bu seyahatte yazar, “çölün engin boşluğunun insana ayrıntıları sevmeyi öğrettiğini” anlıyor bir kez daha. 'Amyntas-Kuzey Afrika Defterleri', bu ve benzeri derslerle dolu.