İnsanî hava aracıyla, milyonlarca ıstırabın izinde!
Mağdur-mazlum Ukraynalılar bile, sınır ötesine geçip sığınmak isterken, otobüslere, araçlara sokulan “öteki” insanları; Afrikalıları, Ortadoğuluları engelliyor. “Kurtuluş yolu”na almıyorlar. Mağdur bir anda mağrur oluyor. Mazlum bir anda beyaz oluyor, “sahib” oluyor, efendi oluyor, patron oluyor.
Ukrayna Savunma Bakanı Reznikov, heyecanla ve bilhassa, “Yeni Bayraktarlar çoktan geldi ve savaş pozisyonlarına geçti” diyor.
Ukrayna’nın saldırgan Rusya’ya karşı savaşını biliyoruz.
“Bayraktar”ı da öğrendik artık.
Türkiye’de ileri ve etkili bir silah olarak üretilen İnsansız Hava (Gözleme, Savunma, Saldırı) Aracı.
Teknik özellikleri dünyaca takdir görüyor.
Ama adının her anılışında, sadece “Türkiye, Türk malı” geçmiyor; “Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı’nın damadı” da geçiyor.
Cumhurbaşkanı, saldırıyı ve işgali kınadıktan sonra, “Ne Ukrayna’dan vazgeçeriz, ne Rusya’dan” diyor…
Bir elimizde Rusya’dan aldığımız S400 füzeleri, bir elimizde Ukrayna’ya Rusları vurması için sattığımız “Bayraktar TB2”ler…
Bölgede elbette barış istiyoruz; ama güvercinimiz havalansa bile, gagası boş; çünkü zeytin dalımız küskün.
Zeytin ağaçlarının maden arama için katline yol açan bünyemizden çıkarabildiğimiz “zeytin dalsız” barış arzusu da “insansız hava aracı” olabiliyor.
İki gözüm, iki yüzümü yıkamak üzere değil bu yazım!
Bu dünyanın ikiyüzlülükleri öylesine acı, kırıcı, yıkıcı ki.
Kendi ülkenden havalanıp bir güvercin gibi, İnsanî Hava Aracı’ymışcasına, sınırdan sınıra uçuyorsun mesela.
Siyah-beyaz bir film akıyor sınır boylarında. Beyaz kareler ileri, siyah kareler gerisin geri.
Mağdur-mazlum Ukraynalılar bile, sınır ötesine geçip sığınmak isterken, otobüslere, araçlara sokulan “öteki” insanları; Afrikalıları, Ortadoğuluları engelliyor. “Kurtuluş yolu”na almıyorlar.
Mağdur bir anda mağrur oluyor. Mazlum bir anda beyaz oluyor, “sahib” oluyor, efendi oluyor, patron oluyor.
O kadar ki, Ukrayna Dışişleri Bakanı bile utanıp “Onlar da bizim dostumuz ve güvenli bir şekilde ülkelerine gitme hakları var” diye seslenmek zorunda kalıyor.
Sonra, diyelim ki sınırı geçiyorsun, kara gözlerin, avuç içi beyaz ellerin, kömür gözlerin, beyazın yanında rengârenk tenlerin ve dünyanın bütün zalimliklerini görmüş genlerin ile.
Bu kez Polonyalılar “zatrzymaj” diyor. Kelimeyi bilmesen bile, artık hiçbir dilde pek istenmediğini, dur dendiğini anlıyorsun zaten.
Kısa bir süre önce, Belarus mültecileri sınırına bıraktı diye savaşı bile göze alan AB üyesi Polonya.
Polonezköy sığınmacılarının ana vatanı!
Ukrayna’dan kaçan ‘beyazlar’a kapılarını açarak doğru yaparken; sınırlarında, dağlarında, karasularında, açık denizlerde boğulanlara, dökülenlere, kamplara atılanlara ne yaptıkları üzerine herhangi bir vicdan muhasebesi yapmadan, otomatik bir ‘din ve etnisite refleksi’yle bu ‘insanlık’ kapısını açıyor medeni dünya.
Deniyor ki...
Savaştan kaçan Ortadoğulu, Afrikalı, Asyalı ötekileri mülteci sayıyorlardı...
Savaştan kaçan Avrupalı Ukraynalıları ise sığınmacı.
Taliban yeniden iktidarı alınca Afganistan’dan kaçanlara, kaçmaya çalışanlara karşı Cumhurbaşkanı ağzıyla ‘Yasadışı mülteci akınına karşı kendimizi korumalıyız’ diyen Fransa’da İçişleri Bakanı mesela, şimdi, ‘Ukraynalılarla sığınma dayanışması’ndan bahsediyor.
(Bu arada, müzik-sanat-spor insanlarına, savaş propagandası yapmadıkları, işgal histerisine girmedikleri halde bile Putin muamelesi yapan boykotçuluk da inanılmaz!)
POLONYALI SIĞINMACILAR
19’uncu Yüzyıl ortasına doğruydu. Avrupa’da Marx’a da çok ilham veren 1830-1848 devrimlerinin kabardığı (ve sonra yenildiği) zamanlar.
Bir Polonyalı, Michal Czaykowski de Ukrayna’daki isyanlardan sonra Avrupa’daki ayaklanmalara da katılmıştı.
Çarlık Rusyası Polonya’yı işgal edince yolu sonunda İstanbul’a düştü.
Burada Orta Avrupalı mültecileri organize etti.
Özellikle 1848 Devrim dalgasının yenilgileriyle ABD’ye giden ve Milwaukee’yi bu ülkenin ‘sosyalist kalesi’ haline getiren Alman ve Polonyalılar dışında, çok sayıda Macar ve Polonyalı ‘devrimci’ de Osmanlı’ya sığınmıştı.
(Nazım Hikmet’in Polonya kökenli büyük dedesi, Müslümanlığı seçen Mustafa Celaleddin Paşa gibi.)
Romanlar da yazan Czaykowski, üstadı Adam Czartoryski adına İstanbul’da mülteci köyü Adampol’ü, bir gün Safranbolulu bir baba ile Polonyalı bir anneden ünlü soprano Leyla Gencer’in de doğacağı güzelim Polonez Köyü kurmuştu.
O arada, Osmanlı onu Müslüman ve ‘Mehmet Sadık Paşa’ yapmış ve yeni Paşa, Kırım Savaşı’nda Osmanlı ordusu içinde Kazak ve Polonyalı alayıyla Ruslar’a karşı savaşmış, nişan da almıştı.
Sonrası, tarihte o günün ve bugünün gelgitleridir:
Michal Sadık Paşa, aşkı Ludwika’nın ölümü ardından kendini Rusya’ya yakın hissetmiş, Çarlık ile barışmış, Osmanlı’ya muhalif olmuş, sonunda hangi adla ve dinle olursa olsun, kendi hayatına son vermişti.
Polonya’da kaldıktan sonra İstanbul’a gelip Kırım Savaşı’nda Osmanlı ordusunda çarpışan oğlu Wladislav ise Muzaffer Paşa olmuş, Lübnan Valisi bile yapılmıştı.
İşte o Michal Czaykowski, yani Mehmet Sadık Paşa’nın romanlarından birinde bir inanış güçlü bir şekilde yankı yapıyordu:
"Müslüman bir asker, atına Vistül Nehri’nde su içirirse, Polonya bağımsız olacak, Baltık’a kadar uzanacaktır.”
Polonyalı Sadık Paşa’nın, içine doğduğu Ukrayna kültüründe yer alan ozan Vernihora’ya dayandırdığı bir destandı bu.
Ukrayna sınırında beyaz Ukraynalıları geçirip koyu renkli ve çoğu Müslüman Afrikalı, Asyalı ve Ortadoğulu öğrencileri, işçileri sınırda durduran Polonya devleti işte bunu bilmiyordu!
Dedeleri de sığınmacı olanların sığınmacı ayrımı yapması da tarihin hüzünlerinden biriydi.
Yine o devrin Polonyalı siyasi sığınmacılarından, İstanbul Boğazı’na ilk girdiğinde, ‘Şehri değil, bir mucizeyi gördüm’ diyen şair ve eylemci, 1885’de son nefesini verirken, ‘İstanbul’da böyle koleradan öleceğimi bilseydim, yine gelirdim’ diyen ‘Galatalı’ Adam Mickiewicz son sözü söylesin:
‘Milyonlarca ezilmiş insanın ıstırabını çekiyorum!’
Çağımızın bir meselesi de, bu ıstırabı ayrımsız hissedip hissetmemekte.
Misal, sınırda sığınmacıları elekten geçiren Polonyalıların da bunu anlamasında!
Türkiye’de, güçlü olanların da herkesin ıstırabını kavrayabilmesinde.