İnsanın doğaya müdahalesi: Tarla avcıları
Her toplum daha fazla ürün elde edebileceği verimli arazileri ele geçirme arzusuyla yanıp tutuşurken tarlaların yerini belirleyerek yeryüzü şekillerini değiştirdi.
Ali Güveloğlu*
"Antroposen" kavramı, insanın yaşadığı doğaya etki etmeye başladığı dönemi anlatır. Fakat işin içine "erken" kavramı girince biraz akıl karışıklığı yaşamamak elde değil. 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından beri Antroposen kavramıyla ilgili çeşitli tezler ileri sürüldü. Bunlardan ilki ve en çok kabul göreni Antroposen dönemin yüzyılın başlarında görülmeye başlanan ve ortalarına gelmeden önce doruğa ulaşan Sanayi Devrimi ile başladığı idi. Çünkü değişim yalnızca toplumsal yapılanmada değil bizzat iklimin kendisinde de açıkça görülüyordu. Daha fazla üretimi amaçlayan insanlık daha fazla doğal kaynak tüketiyor; bu da jeomorfolojinin hızla değişmesine neden oluyordu. Elbette yeryüzü şekillerinin değişmesi de tekrar başa dönüp iklime etki ediyordu.
YENİ TOPRAKLARA AKIN EDEN İNSANIN DOĞAYA MÜDAHELESİ
15’inci yüzyılın ikinci yarısında okyanusu aşmayı başaran Avrupalı denizcilerin, sonunda yerleşebilecekleri yeni bir kıta bulmaları heyecan vericiydi. Kıtada sıkışıp kalmış bir grup insan hızla yeni keşfedilen topraklara akın etti. Beraberinde alışık olduğu bitki ve tohumları ve hayvanlarını da götürerek yeni kıtayı şekillendirmeyi amaçlayan kolonistler, götürdüklerinden çok daha fazlasıyla geri döndüler. Domates, patates, sivri biber, tütün, kabak, mısır, yer fıstığı ve daha birçok bitki ve hayvan türü Amerika olarak adlandırılan kıtadan eski dünyaya taşındı. Hatta eskiden beri bilinen üzüm asmaları bile, artık yeni kıtadan getirilen köklere aşılanmak kaydıyla üretimde artış amaçlanıyordu. Ancak getirilen asma köklerinin içinde gizlenen bir tür zararlı bit eski dünyadaki üzüm asmalarının neredeyse tamamına yakınını yok etti. Çare olarak Amerika’dan daha fazla asma kökü getirilerek iki dünyanın asmalarından melez bir tür elde edildi. Ancak doyurucu ve hızlı üretimiyle ekonomik bir çıkış kapısı olarak görülen patatesle birlikte gelen bir tür küf, çok sayıda insanın ölümüne neden oldu. Domates ile biber Avrupa’nın ve doğunun yemek alışkanlıklarının temel taşı olarak toplumu şekillendirmekte oldukça işe yaradı. İnsanlar, istemeden de olsa doğaya müdahale edip onu şekillendirmeye devam ediyordu.
DOĞAL ÇEVREDE YAPILAN İLK DEĞİŞİKLİKLER
İkinci sırada kabul gören teze göre ise Antroposen dönem, MÖ 7’nci yüzyılda insanların daha geniş yerleşim alanları kurup, kıtalar arası ticarette önemli bir yol kat etmeleriyle başlar. Antik Çağ olarak adlandırılan bu dönemde insanlar farklı coğrafyalar arasındaki etkileşimler sonucunda bitki transplantasyonları ve bazı hayvanların adaptasyonu ile doğaya müdahale etmişlerdi. En azından Büyük İskender’in Hindistan’dan getirdiği bitkiler ile Romalıların Afrika kökenli hayvanları Avrupa’nın içlerine kadar taşıması bile kayda değer birer örnek olabilir. Peki, insanın doğaya müdahalesi örneklerini daha eskiye götürmek ve en azından “Erken” kavramına bir anlam bulmak mümkün olabilir mi? Kuramcılara göre “Evet”. Madem “Antroposen” kabaca doğanın insan eliyle değiştirilmesi anlamına geliyor; o halde insanın doğal çevrede yaptığı ilk değişikliklere bir göz atmak gerek. Uzak geçmişte yaşamış akrabalarımız, tüm ihtiyaçlarını doğadan gidermekle birlikte doğaya bir etkileri bulunmuyordu. Avcı toplayıcı atalarımız meyve, kök sebze veya mantar toplayıp, avlanabildikleri sürece hayatta kalmayı başarmışlardı, onların bu ekonomik sistemlerinin çevreyi etkileyebilecek bir boyuta ulaşması beklenemezdi. Hatta tüketmedikleri besinler kendiliğinden çürüyüp yok olup gitmeye mahkûmdu. Barınakları tamamen doğal yapılardan oluştuğu için yeryüzü şekillerine bir etkileri de söz konusu değildi. O halde Paleolitik dönem atalarımızın bu işte bir sorumlulukları olmadığını söyleyebiliriz.
İLK İNSANIN ÇEVREYE ETKİSİ GÖRÜNENLE SINIRLI DEĞİL
Peki, biraz daha günümüze yaklaşıp, MÖ 7’nci binyılda artık doğal barınaklarda yaşayıp çevreden topladıklarıyla karnını doyurmaktan sıkılan atalarımızın yaptıklarına bakacak olursak neler görürüz? Toprağın bir döngü içinde kendini yenilediğini ve sürekli ürün verdiğini gözlemleyen Yakındoğulu atalarımız, bu döngüyü kontrol altına alıp ortaya çıkan mahsule sahip olmayı amaçlayarak etkisi günümüze kadar artarak gelen bir süreci başlattılar. Toprağa atılan ürün yeteri kadar suya kavuşur ve yağmacı yaban hayvanlarından korunabilirse pekâlâ insanlığı doyuracak kadar mahsul toplanabilirdi. Aslında bu işi doğa kendi başına yaptığında pek bir çaba gerektirmiyordu. Bir kez yetişen ürün zamanı geldiğinde olgunlaşıyor ve tohumlarının saklı olduğu kapsülleri açarak etrafa saçıyordu. Rüzgâr, yağmur gibi çevresel koşullar, bazen de kuş, sıçan gibi konakçı hayvanlar aracılığıyla yayılan tohumlar yeni yerleştikleri yere kök salarak gelişiyor ve yayılım alanını genişletiyordu. Ancak bu işi insan kendisi yapmaya başlayınca; önce tarlasının yerini belirlemesi, bu alanı sürmesi veya havalandırması, taş-kaya gibi alanı kaplayan yapılardan arındırması, istilacı otları söküp atması, talan amacıyla tarlasına girilmesini önlemek için çitlerle çevirmesi, zamanı geldiğinde sulaması ve hepsinden önemlisi tohum kapsülleri açılmadan önce hasat etmesi gerekiyordu. Tüm bunlar çaba ve zaman gerektirse de iş burada bitmiyordu. Elde edilen mahsulün depolanması için ambarların inşa edilmesi, ertesi yıl tarlaya ekilmek üzere en iyi tohumların seçilmesi gerekiyordu. Bu arada insan için en iyi tohum demek doğal çevre için en yararsız olanı demek oluyordu. Doğada hasat zamanı gelip olgunlaşan bitki tohumları (özellikle buğday ve arpa) doğal bir süreç olarak kapsüllerini açarak tohumların yere düşmesini sağlıyordu. Ancak bazı kapsüller ya geç olgunlaştığından ya da genetik bir kodlama hatasından dolayı kapsüllerini açmakta gecikiyordu; insanın gözdesi olan tohumlar işte bunlardı. Kapsülün içinde saklı kaldıkları için ne yere dökülüp ziyan oluyor ne de kurda kuşa yem oluyorlardı. İnsanlık tarım ekonomisine geçtiğinde olan şey buydu. Çevreye müdahale ile artık belirli ürünler sınırları belirlenmiş ve şahıslar tarafından sahiplenilmiş arazilerde yetiştiriliyor ve korunuyordu.
Ancak işler tohum yetiştirmekle bitmiyordu, tarıma hayvancılık eşlik etti, tarlasının yakınına evini inşa eden çiftçiler evinin yanına bir de ağıl inşa ederek doğayı manipülasyona devam etti. Artık koyun, keçi, sığır ve domuz popülasyonu ile insanlar bir arada yaşamaya ve birbirlerine bakterilerini aktarmaya başladılar. Anlaşılan yerleşik hayata geçip tarım ve hayvancılıkla ilgilenmeye başlayan ilk insanın çevreye etkisi yalnızca görünenle sınırlı değildi.
VERİMLİ TOPRAK SAVAŞLARI VE YERYÜZÜNÜN DEĞİŞİM
Bol ürün veren tarım ve hayvancılığa dayalı yeni ekonomi sistemi insanların ihtiyaçlarını karşılamakta başarılı olmuş olmalı ki kısa süre içinde ilk olarak ortaya çıktığı topraklardan çok uzaklara kadar yayıldı. Yaklaşık iki bin yıl içinde Yakındoğu’dan bugünkü İtalya topraklarına kadar neredeyse beş milyon kilometre karelik bir coğrafyada genel geçer ekonomik sistem tarım ve hayvancılığa dayalı hale geldi. İnsanlar en verimli toprakları çevirip ürün elde etmek için önce yarışır, sonra da savaşır hale geldiler. Yerleşik hayata geçişten sanayi devrimine kadar geçen sürede tarımsal anlamda verimsiz bir toprak parçası adına savaş yapılmadı. Her toplum daha fazla ürün elde edebileceği verimli arazileri ele geçirme arzusuyla yanıp tutuşurken tarlaların yerini belirleyerek yeryüzü şekillerini değiştirdi. Sulama dengesinde değişiklikler yaparak hem toprağın tuz oranını hem de havadaki nem oranını etkiledi, yabancı topraklardan getirilen bitki ve hayvanlarla flora ve fauna üzerinde önemli sapmalara neden oldu. Bakteri ve mantar florasındaki değişikliklerin boyutunu ortaya koymak hâlâ mümkün değilken, tüm bunların nedeni insanın kolay ve bol ürün elde etme isteğiydi!
*Doç. Dr. Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü