İnsanın en derin korkuları: Nosferatu

Robert Eggers imzalı “Nosferatu”, finale doğru yaklaşırken izleyiciyi alışılmadık bir yola sokuyor.

Google Haberlere Abone ol

“Nosferatu"nun hikayesini çok detaylandırmaya gerek yok çünkü film, zaten Bram Stoker'ın ‘Dracula’ romanının bir uyarlaması olarak oldukça bilinen bir yapım. F. W. Murnau'nun 1922'deki orijinal filmi, sinemaya bu korku başyapıtını aktararak bir dönemin sinematik estetiğini yaratmıştı. Robert Eggers'ın yeni “Nosferatu” versiyonu da Murnau'nun temel hikayesini ve karakterlerini takip ediyor.

Robert Eggers’ın sineması, kesinlikle tanımlanması zor bir alanı kapsıyor. Korku, onun filmlerinde yalnızca bir araç; asıl odak noktası, izleyiciyi atmosferle, karakterlerle ve zamanın sınırlarını zorlayan anlatılarla yakalamak. Eggers’ın amacı yalnızca korkutmak değil, izleyiciyi içsel bir yolculuğa çıkarmak gibi görünüyor. “The Lighthouse”, bu bağlamda gerçekten başka bir seviyede. Geleneksel anlatı kalıplarını kıran ve zamanın, mekânın ötesine geçen yapısı, filmi öyle bir noktada bırakıyor ki onu herhangi bir tür kategorisine koymak neredeyse imkansız. Korku türüne mesafeli biri olarak, “The Lighthouse”un etkisiyle “Nosferatu”yu izleme kararım, Eggers’ın korku anlayışını daha derinlemesine keşfetmeye yönelik bir adımdı. “Nosferatu”, korkunun klasik bir temsilcisi olsa da Eggers’ın yorumunu izlememek olmazdı.

KARANLIĞIN SINIRLARINDAKİ KORKU

Nosferatu”, modern anlamda korkutuculuğu farklı izleyiciler için farklı şekillerde karşılayabilecek bir yapım. Kimilerine göre korku, filmde vurgulanan derin atmosferde saklı. Ancak, “Nosferatu”nun bana etkileyici gelen yönü daha çok sanatsal tarafıydı. Eggers, korkutmayı doğrudan hedeflemeden, izleyicinin aklında uzun süre kalacak sahneler yaratıyor. Onun evreninde vampirler yalnızca fiziksel varlıklar değil, daha çok gölgelerin ve karanlığın içinde büyüyen kötülüklerin simgesine dönüşüyor. Film, bu kötülüğün ölümle beslendiği karanlık bir yaşam döngüsünü ortaya koyuyor. Burada, korkunun sadece varlıkların üzerine sıçrayıp onlara saldırmasından ibaret olmadığını, daha derin bir tehdit olarak insan doğasının ve karanlığın sınırlarında gizlendiğini görüyoruz.

Öte yandan, filmin içinde gizli kalan erotik temayı da vurguluyor Eggers. Burada, Batı’nın “öteki”yi fetişleştirme eğilimiyle birleşen, vebayı taşıyan fare sürülerinin simgelediği dışsal enfeksiyon korkusu, insan doğasının en karanlık yanlarını yüzeye çıkarıyor. Eggers, bu karşıtlıkla insanın primal arzu ve korkularına dair evrensel bir dil kuruyor: Cinsel saldırı, ölüm, ve arzu… Hepsi aynı Freudyen id kaynağından besleniyor.

“Nosferatu”, insanın en derin korkularını da derinlemesine işliyor. Savaş, hastalık ve delilik gibi evrensel kaygılar, Eggers’ın görsel estetiğiyle güçlü bir şekilde dile geliyor. Film, bu korkuları sadece anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda atmosferiyle bu korkuların derinliğini ve izleyicideki yankısını da yaratıyor. Gölgeler, karanlıklar ve asimetrik kompozisyonlar, izleyiciye sürekli bir tehdit hissi verirken, aynı zamanda korkuların yüzeyin altındaki karanlıkta nasıl büyüdüğünü de gösteriyor. Kötülüğün karanlıktan beslenmesi, filmdeki korkuların salt bir dış tehditten çok, insanın içindeki karanlıkla bağlantılı olduğuna dair güçlü bir metafor.

BİR KAYIP VE ARAYIŞ HİKAYESİ

Filmde yaşamın ve ölümün sınırları arasındaki boşluk, ölümsüzlerin varoluşsal bir çıkmaza girmesine sebep oluyor. Orlok ve diğer karakterler, ölümsüzlüklerini büyük bir boşluk içinde sürdürürken, ölümden sonraki yaşamları hakkında herhangi bir ipucu verilmiyor. Bu, “Nosferatu”yu aynı zamanda bir kayıp ve arayış hikayesine dönüştürüyor; çünkü film, ne ölümü ne de yaşamı tam anlamıyla sunuyor. Sonuç olarak, izleyiciye sadece varoluşun karanlık ve kasvetli bir yönü bırakılıyor, yaşamın kendisi gibi.

“Nosferatu”, finale doğru yaklaşırken izleyiciyi alışılmadık bir yola sokuyor. Son yüzleşmeye kadar devam eden hikaye, klasik bir katil ve kahraman temasıyla ilerlerken, Eggers’ın filmindeki anlatı başka bir yöne kayıyor. Kadın kahramanın Orlok’la olan mücadelesi, sadece bir kurtuluş arayışı değil, aynı zamanda acı ve zevkin iç içe geçtiği, neredeyse mistik bir deneyime dönüşüyor. Bu an, geçmişin sıkışmış, tıkanmış zamanına karşı bir tür uyanış gibi. Acı ve zevkin akışındaki bu derin, içgüdüsel çatışma, yalnızca karakterlerin değil, izleyicilerin de duyusal sınırlarını zorluyor. Eggers’ın filmindeki ham açlıklar, insanın en derin dürtülerini simgeliyor. Bu, bir anlamda, şimdiki zamana dair bir farkındalık yaratıyor; izleyici, karakterlerin yaşadığı travmalarla yüzleşirken, kendisini de bir tür uyanışın içinde buluyor. Bu, tıpkı bir rüyanın sonunda yaşanan keskin bir farkındalık gibi, insanın bilinçaltındaki en karanlık yerlerle yüzleşmesinin bir yansıması.