İnsanlık Diyarbakır Adliyesi'nde: Kutuda, ölü...
Ölülerin sokaklarda sürüklenmesi, mezarlıkların tahrip edilmesi, son olarak posta marifetiyle veya adliyede kutuda teslim edilmesi, insanlığın tarihsel mirasına aykırıdır ve insanlık suçudur.
Mehmet KAYA*
Ölü bedenlere saygı eski çağlarda ahlaki bir yükümlülük olarak görülmüş; günümüzde ise hem ahlaki hem etik hem de hukuki bir mesele. Tarihsel ve hukuksal arka perdesi olan bu mesele Türkiye’de, söz konusu resmi ideolojinin ötekileştirdiği kişilerin ölü bedeni olunca kamusal akla ve insan hakları hukukuna aykırı saldırı ve uygulamalar rutinden sayılmaktadır. Milliyetçi Sünni İslamcı AKP hükümetlerinin iktidarda olduğu son 20 yılda daha da yoğunlaşan bu saldırı ve uygulamaların son örneği önceki gün Diyarbakır’da yaşandı.
Bilindiği üzere Diyarbakır’ın Sur ilçesinde 2 Aralık 2015’te sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Bu dönemde Sur’da çıkan çatışmalarının birinde Hakan Aslan da yaşamını yitirdi. 22 Ocak 2016’da yaşamını yitiren Hakan Arslan’ın cenazesi, yıllarca bulunamadı. Erzurum’un Karayazı ilçesine bağlı Çavuşköy’de oturan Arslan ailesi, çocuklarının cenazesini almak için 19 kez Diyarbakır’a geldi; Cumhuriyet Başsavcılığı’na ve ilgili devlet kurumlarına başvurdu. Sonuçsuz kalan başvurulardan sonra avukatların ve ailenin çabasıyla Hakan Arslan’ın mezarı bulundu. Uzun süren bir hukuki mücadelenin sonunda mezarından çıkarıldı, DNA tespiti için naaşı İstanbul Adli Tıp Kurumu’na gönderildi. Naaşın Hakan Aslan’a ait olduğu tespit edildi. Kemikleri günlerce cumhuriyet savcısının odasında bekletildikten sonra babasına bir kutuda teslim edildi.
Ölülerin sokaklarda sürüklenmesi, işkence yapılması, mezarlıkların tahrip edilmesi ve son olarak posta marifetiyle veya adliyede kutuda teslim edilmesi uygulamaları; insanlığın tarihsel mirasına ve insancıl hukuka aykırı ve insanlık suçudur. Ölüye saygı tarihte bildiğimiz bütün kültürlerde var ve uygulanagelen bir normdur. Gerek pagan gerekse İslam kültüründe tanrı emri bir hak olarak görülmüştür. Yunan mitolojisinde Aşil’in, Prens Hektor’u öldürdükten sonra cesedi sürüklemesi, hakaret etmesi, şiddet uygulaması ve gömülmesine izin vermemesi hikâyesini bilmeyenimiz yok sanırım. Hektor’un babası Troya kralı Priamos, Aşil’in çadırına giderek, gözyaşı ve dil dökerek, ölüsünü gömme hakkının, tanrıların emri olduğunu söyler. İnsafa gelen Aşil, Hektor’un naaşını babasına verir. Yine çoğumuz Hz Muhammed’in Yahudi inancına mensup bir ölünün cenazesi geçerken ayağa kalktığını veya İslam’a karşı en çok mücadele eden ve lanetlendiğine dair hakkında ayet indirilen amcası Ebu Leheb’in ölüm haberi üzerine gözyaşı döktüğünü ve ‘’uygun şekilde taziyesini yapın’’ dediğini rivayetlerden biliyoruz. Gerek Pagan kültürü gerekse İslam’ın ilk dönem uygulaması bu iken Sünni İslam’ı referans alan siyasal iktidara ve resmi ideolojiye bu kabul edilemez uygulama nereden miras kalmıştır? Yakın tarihte IŞİD’in ölüye saygısızlığı içeren teşhir görüntülerine sosyal medya eliyle tüm dünya tanıklık ettikten sonra bu kültürün Sünni İslam’da var olduğunu iddia edenler olsa da yine de bakılması gereken ilk yerin Türk Tarihi ve Osmanlı Tarihi olması gerektiğini düşünüyorum. ‘‘İbreti âlem olsun tiz kafası kesile, cesedi meydana asıla’ sözü bu kültürün ürünüdür çünkü…
Osmanlı Tarihi’nde 'Her şey Osmanlı İmparatorluğu'nun devamı için' denilerek ‘‘ibreti âlem için’’ kimi rejim muhaliflerinin ve sadrazamların cesetlerine ‘’vahşet’’ niteliğinde uygulamalar yapılmıştır. Çoğumuz Şeyh Bedrettin’e ve naaşına yapılanı biliriz. Ancak Osmanlı tarihinde bir örnek var ki akıllara durgunluk veren bu ölüye saygısızlık olayını çok az kişi bilir. Sultan İbrahim döneminin Sadrazamı Ahmed Paşa, şeyhülislâm fetvasıyla boğularak öldürüldü (7-8 Ağustos 1648). Cesedi çıplak olarak Atmeydanı’nda bir çınarın altına konuldu ve burada “insan yağı mafsal ağrılarına iyi gelir” inancıyla kılıç darbeleriyle parça parça edildi (Evliya Çelebi). Bundan dolayı Ahmed Paşa ölümünden sonra “bin parça” anlamına gelen Hezarpâre lakabıyla anılmıştır. Devlet için her şeyi mubah gören resmi ideoloji ve siyasal iktidarın arkaik kodları burada gizlidir.
HUKUK ÖTEKİLERE UYGULANMAMAKTADIR
Tarihsel arka plan bu olsa da modern dünyaya uyum ve çağın değerlerinin dayatmasıyla iç hukukta kimi düzenlemelerin yapıldığı görülmektedir. Gerek Anayasa’da gerekse iç hukukun parçası sayılan AİHS’de ölüye saygı; yaşayanların hukukundan görülmüş; ‘‘özel hayata saygı’’ ve ‘‘işkence yasağı’’ kapsamında ele alınmıştır. Doğrudan ölüye saygı meselesi için TCK’nın 130. maddesinde ‘‘Kişinin hatırasına hakaret suçu’’ düzenlenmiştir. Maddeye göre ‘‘ölen bir kimsenin hatırasına en az üç kişiyle ihtilat ederek hakaret edilmesi veya bir ölünün ceset veya kemiklerinin alınması ile ceset veya kemikler hakkında aşağılayıcı hareketlerde bulunma şeklinde fiiller işlenmesi’’yle suç meydana gelir.
Anayasa, AİHS ve TCK’da düzenlemeler böyle olsa da Taybet İnan’ın naaşının günlerce yerde kalması, Kürt siyasetçisi Ayşe Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un cenazesine ve mezarına yapılanlar, Garibe Gezer’in ölümü ve sonrasında şahit olduğumuz olaylar, çatışmalarda yaşamını yetiren PKK mensuplarının naaşının bir aracın arkasına bağlanarak şehir meydanında gezdirilmesi veya kadın militanların ölü bedenlerinin kıyafetlerinin çıkartılması suretiyle teşhir edilmesi, Agit İpek’in kemiklerinin posta marifetiyle, Hakan Arslan’ın adliyede elden kutuyla teslim edilmesi gibi sayılmayacak kadar çok olayda ‘‘Kişinin hatırasına hakaret suçu’’nun işlendiğine defalarca tanıklık ettik. Ancak herkesin gözü önünde alenen işlenen ve kamu vicdanını derinden yaralayan bu olaylarla ilgili herhangi bir dava açılmamıştır. Benzer şekilde gayri müslimlerin mezarlıklarına, LGBTİ bireylerin cenazelerine yapılan saldırılarda da yargı sessizliğini korumuştur. Bu aleni örnekler bize bir kez daha Türkiye’de hukukun ötekilerin ne yaşayanına ne de ölüsüne uygulanmadığını göstermiştir.
UYGULAMALARLA İNSANLIK SUÇU İŞLENMEKTEDİR
İnsan Hakları hukuku’nda "ölüye saygı " alanında hala çok büyük bir boşluk olsa da konunun Uluslararası İnsancıl Hukuk'ta önemli düzeyde yer bulduğunu da kabul etmek gerekir. Kızılhaç’ın derlediği insancıl hukuk kurallarına göre çatışan taraflar; ölüleri aramak, onları tespit etmek, karşı tarafa veya varsa yakınlarına teslim etmek, mümkün değilse defnetmek ve ölülerin kimliklerini tespit etmek zorundadır. Defnederken, mümkünse ölülerin mensubu olduğu dini vecibeler yerine getirilerek defnetmek, bireyleri tek tek defnetmek, defnedilen yerleri işaretlemek, aile/yakınlarını durumdan haberdar etmek, ölülerin üzerindeki kişisel maddi ve manevi değerlerin yani bütün eşyaların bir envanterini tutmak, yakınlara veya karşı tarafa iade etmek de zorunludur. Ölünün bedenine işkence yapılması ve bedenin parçalanması mutlak yasak kapsamındadır. Bu haklar sadece çatışan tarafların mensuplarını değil sivilleri de kapsamaktadır. Ölüye saygı konusu 1949 tarihli Cenevre Sözleşmesi'nde de tek tek yeniden belirtilmiş taraflara birçok yükümlülük getirilmiştir. 1977 tarihli ikinci ek protokolde de uluslararası olmayan silahlı çatışmalar kapsam içine alınarak ölüye saygı kavramı daha da geniş bir alanda güvencelere bağlamıştır.
İnsancıl hukukta yer alan bu düzenlemelere uygun davranmayan devlet ve devlet dışı yapılar, 1907 tarihli Lahey Sözleşmesi'nde yer alan ‘‘ölü bedenlerin yağmalanmasının önlenmesi’’ hükmü uyarınca insanlık suçu işlemiş kabul edilmektedir. Diğer yandan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin 1998'de düzenlenen statü metninin 8. maddesinde insan onuruna yönelik savaş suçlarının ölü insanları da kapsadığı belirtilmiştir. Bu maddeyle ölü insanlara yapılanlar da savaş suçları kapsamına alınmıştır.
Sözü edilen insancıl hukuk düzenlemeleri ve yukarıda sayılan ve sayılmayan örnekler birlikte ele alınarak değerlendirildiğinde bu uygulamalarla insanlığa karşı suç işlendiği açık. Ancak bu suça ilişkin AİHM dışında başkaca uluslararası mekanizmalar nezdinde herhangi bir girişimin olmadığı da biliniyor. AİHM’in ise konu ile ilgili Türkiye aleyhine verdiği mahkûmiyet kararları olsa da genelde konjoktürel davranıp dosyaları reddetme yoluna tevessül ettiğini düşünüyorum.
KONU ULUSLARARASI KURUMLARA TAŞINMALI
İnsancıl hukukun konuyla ilgili düzenlemeleri açık, yaşanan kabul edilemez olayların da bu düzenlemelere aykırı olduğu açık. Peki konuya ilişkin etkili soruşturmalar yapılıyor mu, yapılmıyorsa konu uluslararası mekanizmalara taşınıyor mu? Maalesef insan hakları savunucuları ve hukukçular, ölü bedenlere yapılanları sadece iç hukuk çerçevesinde ele almaktalar. Sonuç alınamayınca konuyu AİHM taşımayı aşan bir çalışmanın içine hala girilebilmiş değil. Ölü kişinin hatırasına hakaret suçunun mağduru en çok Kürtlerdir. Çünkü Kürtler avukatsız bir halk. Geçmişten beri süregelen bu tespite kuşkusuz itiraz edenler var. Ölü bedenlere insancıl hukuka aykırı olarak yapılanların AİHM dışında BM, Uluslararası Ceza Mahkemesi veya Avrupa Konseyi vb mekanizmalara taşınmaması Kürtlerin avukatsız halk olduğu tespitini doğrulamaktadır. Kürt hak hareketini yürüttüğünü ileri süren hukukçuların "Hangi davayı, hangi meseleyi nereye götürelim" sorusundan hareketle ölüye saygı ve adalet meselesini Birleşmiş Milletler’in İnsan Hakları Komitesi başta olmak Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Avrupa konseyine taşıması, ölülerin hatırasına yapılan hakaretlerin devamının engellenmesi ihtimalini güçlendirir.
Sonsöz yerine; insanların bedenlerini yıkayan ve onları öbür dünyaya hazırlayan gassallar bir yandan da dua eder. “Allahım sen günahlarını af et"der. Buna bir nevi günahlardan arındırma şeklindeki yıkama işlemi de denilebilir. Peki, ülkemizin günahlarını kim yıkayacak? Adli yıl açılışında rutin meseleleri yeniden gündemleştirme yerine adliyelerin adalet dağıtan yer olmaktan çıkıp ölü bedenleri kutuda teslim eden ve böylece insanlığın ruhunun yavaş yavaş çekerek ölümüne neden olan yerler olduğuna dikkat çekersek belki de günahların yıkanılması sürecine el atmış olacağız.
*Avukat- Diyarbakır Barosu