Irak Kürdistanı'nda taht oyunları
KDP ve KYB ile ilişkilerde hep bir iki yönlülük ve “zor oyunu bozar” yaklaşımı egemen. IKB’de istikrarsızlıktan medet uman kısa vadeli, dar görüşlü, tek boyutlu, güvenlik dosyasına indirgemeci yaklaşım baskın. Oysa hafızayı canlı tutmakla birlikte hatıralarla nihayet vedalaşmak akılcılık gereği.
Önce temel ansiklopedik bilgiler: Irak Kürdistanı, bugün ulaştığı anayasal statüyle, Irak’ın bir federe bölgesi. Irak Kürdistan Bölgesi’ni “IKB” diye kısaltıp, öyle kullanmak; zorlanınca IKB kısaltmasını “Irak Kürt Bölgesi” diye açmak, komşu ülkenin anayasasını tanımamak da demek. Gerekçesi, bizim siyasal meşruiyeti kendinden menkul çakmak bakışlı, çatık kaşlı atmaca tayfanın “Kürdistan’ı ‘tanıdınız’ mı yoksa?” sorgulaması. Örnekse, “Münih’te başkonsolosluk var, Bavyera’yı tanıdık mı yoksa?” diye sorulduğunu düşünün.
Irak’ta Kürdistan dışında federe bölge (henüz) yok. Hiç bir zaman olmayabilir de, Iraklıların kendi bilecekleri iş. Ayrıca, Irak’ın yeni (2005) federal anayasasına göre vilayetlerin de (bunlar çoğu zaman kağıt üzerinde kalsa da) valiler ve vilayet meclisleri üzerinden bizimle karşılaştırıldığında olağanüstü, neredeyse bölgelerinkini aratmayacak yetkileri var. En azından valileri halkın doğrudan seçtiğini belirtmek yeterli. Diğer kadim sorun ise IKB’nin güney sınırının hukuken belirlenememiş oluşu ve bu bağlamda Kerkük’ün statüsü. Saddam’dan çok önce 1959’ta KDP’nin etkin işbirliğiyle yapılan Türkmen katliamı bugüne dek hafızalarda canlı. Doğal olarak, Musul-Kerkük’ün “Lozan’da yenilen gol” olarak nitelenmesi de öyle.
Gomaşinen’de Ruşen Çakır’ın da hafızamızı tazelediği üzere Saddam’ın o 1959 Kerkük kırımını kat be kat aşan insanlık suçu hatta soykırım niteliğindeki harekâtları önce 1988 sonra daha büyük ölçekte 1991’de yaşanan Kürt göçleri gerçekleşti. IKB’nin nüvesi de o günlerde ortaya çıktı. Türkiye, bir yandan Irak Kürtlerine insani yardım yapmaya çalışırken, temel olarak sınırötesinde kalıcı askeri varlık yerleştirmeye, perde gerisinden siyasal yönetime ortak olmaya ve bir yandan Kürt sorununun uluslararasılaşmasını, diğer yandan Irak ve Türkiye Kürt sorunları arasında doğrudan ilinti kurulmasını önlemeye çabaladı. Bunun gerekçesi PKK’nin terör eylemleri oldu.
Siparişçileri iyi kötü belli olup, failleri meçhul bırakılan 1993 cinayetlerinin, o 1991’in ardından gelişi rastlantı olamaz*. Yukarıda Çakır’a atfen değindiğim Saddam’ın 1988’deki Anfal kimyasal saldırısı ve Halepçe katliamının ardından 1994’te KDP ve 1975’te Talabani önderliğinde ondan kopan KYB arasında üç yıl sürecek “brakuji” (kardeş katli, iç savaş) başladı. Haritadaki konumları itibarıyla KYB İran’dan, KDP Türkiye’den destek bulageldi. Ankara, ABD arabuluculuğunda Türkmen ve Süryanilerden oluşan Ateşkes İzleme Gücü ile KDP ve KYB arasına girerken, askeri varlığını da sağlamlaştırdı. O günlerde çekilen Yeşil Hat, bugün de kırmızı bereli peşmergelerin yerini yeşil berelilere, duvarlardaki Barzani resimlerinin yerini Talabani resimlerine bıraktığı Köysancak havalisinde iç sınır olarak IKB’yi tam ortasından ikiye bölmeyi sürdürüyor.
KDP ve KYB ayrılığı da coğrafi olarak Zap Suyu’nun böldüğü Behdinan ve Soran bölgelerine dayanıyor. Düşünsel açıdan ise 1890 ortalarında Mevlana Halid’den (Kafkasya’daki Şeyh Şâmil gibi) alınan halifelikten bu yana gelen gelenekçilik ve 1970’ler sol kurtuluş hareketler esinli (ve hem Bağdat, hem Ankara’ya karşı Şam’dan Hafız Esat destekli) ideoloji farkları var. Tarihsel bakımdan belki eskinin Baban hanedanı içindeki iktidar mücadelesi bugün de bulunuyor. Coğrafi, tarihsel, toplumsal, ideolojik gerekçeleri körüklemek, canlı tutmak ve IKB’de istikrarsızlığı sürekli kılmak kuşkusuz Ankara, Tahran ve Bağdat yönetimlerinin de işine geliyor.
Buna karşılık, IKB’deki önderlik sorunu da yadsınamaz. KDP ve KYB’nin ayrı istihbarat teşkilâtlarını ve milis (peşmerge) güçlerini barındıran “stalinist” parti yapılanmaları günümüzde köhnemiş durumda. Kaldı ki, mali birlik dahi sağlanamadı. Denetim altında tutulan sınır kapıları ve gündüz gözüyle zoraki süregiden kaçakçılık faaliyetinden elde edilen gelir karanlıkta paylaşılıyor. 2003’teki ABD askeri işgali Irak’ın olağanüstü petrol zenginliğine IKB’yi de ortak etti. Petrol sahalarının paylaşımı ve uluslararası şirketlerle yapılan sözleşmeler de aynı saydamlık eksikliğinden payını aldı.
Çok sonraları 2017’deki mahut IKB bağımsızlık referandumunda gösterilen aşırı tepkiden yine görüleceği üzere, zaten IKB’nin özerkliğini yok saymakta direnen, “hükümet” yerine “yönetim” tanımını, “Kürdistan” yerine “Kürt” tamlamasını yeğleyen Ankara, IKB’ye baktıkça kendi cumhuriyetinin yurttaşı Kürtlerin bölücülüğe özenecekleri olasılığını, “varoluşsal tehdit” olarak algılamayı sürdürdü. Cihet-i askeriye de “Kuzey Irak” bile demeyip “Irak kuzeyi” gibi tuhaf bir tanımı dayattı.
Yalnızca Türkiye’nin değil İran, ABD ve Bağdat’ın da karşı çıktığı ancak Mesut Barzani’nin vazgeçmediği 2017 bağımsızlık referandumunun akim kalmasının hemen ardından Celâl Talabani öldü. 2018’de KYB’den Barham Salih Irak cumhurbaşkanı, ardından 2019’da KDP’den (Mesut Barzani’nin oğlu) Mesrur Barzani başbakan ve (Mesut Barzani’nin ağabeyi İdris’in oğlu) Neçirvan Barzani başkan olurken Mesut Barzani de görünürde siyasetten çekildi. Bölgede fiili başkanlık, ülkede başbakanlık (parlamenter) sistemlerinin yarattığı burulma sürse de, böylece yeni ancak kırılgan bir denge kuruldu. ABD askeri işgalinin de zemin yarattığı “Bağdat’ta Mam Celal-Erbil’de Kak Mesut” denklemi ise kurumlara değil isimlere dayandığı cihetle geçmişte kaldı. KYB içindeyse, önce kurucu payandalardan ve uzun süre genel sekreter Nuşirvan Mustafa’nın 2009’da Goran’ı kurması ve ardından onun da sözkonusu referandumdan hemen önce 2017’de ölümü ile Mam Celâl’in rahatsızlığı ve vefatı, bir boşluk yarattı.
Keza 2017’de, IŞİD’le mücadele punduna getirip Kerkük’te denetimi almış olan KDP/KYB, bu defa yine IŞİD’le mücadelenin kazanılması bağlamında deyim yerindeyse “kurşun atmadan” Kerkük’ü boşalttı. Iraklı Kürtler tarafından bir diğer “hezimet” olarak görülen bu olay da KYB’nin Bağdat’la (Bafil ve Lahur Talabani aracılığıyla) vardığı gizli uzlaşıya bağlandı. Nasıl zamanında Anfal ve Halepçe’ye rağmen Mesut Barzani Erbil’den Celal Talabani’ye bağlı güçleri çıkarmak için Saddam’la anlaşabildiyse, bu defa da KDP’nin gücünü kırmak adına KYB’nin Bağdat’la uzlaştığı yorumunu yapanlar oldu.
KYB içindeki yatışmayan çalkantı 2019 sonunda yapılan kongrede Mam Celâl’in kendi sürgün ettiği büyük oğlu Bafil’in, annesi Hero İbrahim Ahmed’in ve kurucu kuşak önde gelen KYB’li isimlerin desteğiyle, yeğen Lahur’un ise tabana dayanarak eş başkan seçilmesiyle tatlıya bağlanır gözüktü. Bafil ve Hero İbrahim’le ters düşen küçük kardeş Kubat ise 2014’ten bu yana zaten Neçirvan’ın başbakanlığı döneminde Erbil’e geçip bugüne dek sürdürdüğü bölgesel başbakan yardımcılığını yeğlemişti.
Yukarıda kabataslak aktardığım arkaplan önünde son günlerde yaşananları Fehim Taştekin dün eksiksiz özetledi. ABD desteğiyle kendi kurdurup, başına kardeşi Polat’ı geçirerek yalnızca IKB’nin değil IKB’nin en disiplinli ve etkin silâhlı güçlerinden birine dönüşen Terörle Mücadele Timi’ni ve KYB’nin istihbarat teşkilâtı Zenyari’nin dolaylı yönetimini Lahur, Bafil’e kaptırmışa benzer. Medya olanakları da elinden zorla alındı ve siyasal geleceği sallantıda.
KDP’yi andıran biçimde kardeşlik, yeğenlikten önce geldi; Bafil ve Kubat ayrılığı şimdilik bitti. KDP’ye benzemeyen biçimde kol kırılıp, yen içinde kalmadı, her şey herkesin gözü önünde oldu. ABD ve Britanya gibi artık Irak’tan elini yıkamış devletlere dayanmak, Türkiye ve İran gibi komşular karşısında artık etkili değil. Tabandan kazanılan siyasal destek, parti içindeki silâhlı ve mali güç odakları ile aşiret yapılarının yerini halen tutmuyor. Mam Celâl’e atfedilen (mealen) “pazarda müttefik aranmaz” sözü gibi, IKB gibi kapalı alanda oynanan oyunda ittifakları akılcı kurmak gerekiyor. Kasım Süleymani suikastine katkı sunmak gibi siyaseten “şuyuu vukuundan beter” serüvenlere kalkışmak kırılma anlarında yalnız kalmak sonucu verebiliyor. Nelerin değiştiğini, nelerin aynı kaldığını iyi anlamak, iktidar mücadelesinde başarı için zorunlu.
2003’te teskerenin reddi ve ABD’nin birden Irak Kürdistanı’nda Türkiye’ye adeta ansızın beliren bir heyulayı andıran komşuluğu sıradışı bir ara dönem yaratmıştı. O döneme hasbelkader ön koltuklardan tanıklık ettim. Petrol zenginliği, IKB’nin kimine göre bir Dubai, kimine göre bir İsrail olacağı yanılsamasını doğurdu. Büyüyen pasta, ortakları da ortaklığa heveslileri de çoğalttı, yolsuzluğu da genişletti. Oysa insani gelişmişlik bakımından o gün de bugün de Diyarbakır, Erbil’in de Süleymaniye’nin de fersah fersah ilerisinde. IKB’nin çok genç nüfusu güncel durumdan hoşnut değil. Belki beterin beterinden sakınmak adına şimdilik homurtu alttan alta sürüyor. Hem KDP, hem KYB, dönüşen gençliğe yine belki örgüt olarak değilse de, öğreti olarak PKK’nin çekici gelmesinden çekiniyor.
Anlayacağınız “Kürtlerin dağlardan başka dostu yoktur” diye basmakalıp bir söz vardır da, “Kürtlerin başat düşmanı da yine kendileridir” dersek gerçeklerden çok uzağa düşmemiş oluruz. SİHA’lar ve değişen bölgesel dengeler, ittifaklar dağları da mutlak sığınaklıktan çıkarmış gibi. Tahran ve Ankara dikkate alınmadan atılan her adım o dağların açıkhava hapishanesine dönüşmesinin taşlarını döşüyor. AB’nin de Kürt sorununa, IKB’ye ilgisi yazıyla sıfır. “Kürdistan” adında eyaleti ve dilsel akrabalık olan İran’la, daha 1970’lerden itibaren kağıt üzerinde kendi Kürt yurttaşlarına sözde özerklik tanıyan Irak’la Kürtlerin gönül bağı tüm karanlık ve kanlı geçmişe rağmen Türkiye’yle olduğu denli hiç güçlü olmadı. Ortak tarih, ortak vatan bilinci bizim burada her şeye rağmen organik ve kendiliğinden.
Burada da zamanında Erdoğan gerek iki Barış Süreci, gerek Erbil Başkonsolosluğu’nun açılması gibi “vizyoner” denecek adımlar atabilmişti. Öteden beri, PKK ile bir kalıcı ateşkes ve çözüme varılamayışta başat etmenin Kürtlük, Kürtçülük değil artık dönüşmüş olsa da Marksist-Leninistlik ve “kadınlı-erkekli” denilen laiklik olduğunu savlarım. Kuşkusuz, iktidarı korumak her zaman en önce gelir. Ancak teslim etmek gerekir ki, silâhlı mücadele dönemi çoktan kapandı. Hatta bugün HDP’nin siyasal talepleri arasında kabaca “Öcalan’ın tecridinin kaldırılması” mı, yoksa “Demirtaş’ın özgürlüğü” mü öncelikli olmalı, bu soruya da yanıt gerekli. “O da, o da…” demek kolaya kaçmak. Tabandaki dönüşme, dağ-bölge-metropol üçgeni de herhalde iyi okunmalı. Hedef, “cumhuriyetimizin demokratikleşmesi” diye konulduğunda, o kaldırılacak sancağın sapına yapışacakların sayısı artacaktır. HDP bunu zaten yapıyor ama daha sık ve açıktan vurgulanmasında yarar var.
Ayrıca gözden kaçırmamak gerekir ki, görevine yavaş başladığı izlenimi veren Biden’in “MENA”** Koordinatörü Brett McGurk Bağdat’taydı ve oradan Süleymaniye’ye geçti. Temaslardan sızdırılan McGurk’ün muhataplarına Afganistan’a benzer biçimde ABD’nin Irak’tan da peyderpey ancak toptan çekileceğini ilettiği bilgisi henüz teyide muhtaç. Afganistan’dan çekilişin İran’da büyük iştah canlandırdığı ise açık. Ankara’nın yapması gereken de kalıpların dışına çıkmaya düşünsel cüret gösterip, Bağdat’la ekonomi, Erbil ve Süleymaniye’yle güvenlik ve istihbarat ilişkilerini, boyunduruk altına alma hedefi gütmeden canlı tutmak. Ne denli güçlü Bağdat ve Şam, Ankara’nın çıkarınadır, o soru da hep ortada. Ne olursa, ne olduğunda Irak ve Suriye’deki askeri varlık sonlanır, o da ortada duran diğer soru.
Aslında uluslararasılaşan Kürt sorununun çözümünde de, Fransa’nın giriştiği ama küresel ölçekteki “İslâm’ın reformu” konularında da kilit ülke Türkiye. Bunları başaracak anahtar elinde. CHP’nin de bunlara kafa yorarak, taşrasallıktan kurtulması gerekiyor. “Doğu Masası” kurmak iyi ama yeterli değil. Yarın öbür gün iktidara geldiğinde TSK ve MİT’ten brifing alıp “ha bak biz bunları hiç bilmiyormuşuz, tekerinize taş değmesin paşam!” diye topuk selâmıyla odadan çıkılmamalı. Erbil Başkonsolosluğu’nu yeniden işlevsel kılmaktan, MİT’in hangi çalışmaları yürüteceğini belirlemekten, Süleymaniye’yi dışlamayıp aksine KYB’ye yeniden Ankara’da temsilcilik açmak olanağı sunmaktan, IKB’nin Kerkük dahil petrol sahaları ve doğalgaz yataklarını işletmekten, ulaşım ağları, hastane, okul, üniversite, Kürtçe TRT gibi türlü yumuşak güç araçlarını kullanmaya dek tüm yelpaze değerlendirilmeyi bekliyor.
KDP ve KYB ile ilişkilerde hep bir iki yönlülük ve “zor oyunu bozar” yaklaşımı egemen. IKB’de istikrarsızlıktan medet uman kısa vadeli, dar görüşlü, tek boyutlu, güvenlik dosyasına indirgemeci yaklaşım baskın. Oysa hafızayı canlı tutmakla birlikte hatıralarla nihayet vedalaşmak akılcılık gereği. Gelecek seçimi hesaplayan siyasetçi değil gelecek nesli düşünen devletadamı/kadını aranıyor. Seçimle işbaşına gelen yönetici yürütme erkinin kullanımında işin doğası gereği kıskanç davranır. Etkinlik adına da yetkiyi yerelle paylaşmayı bilir. Oysa burada siyasi meşruiyeti olmayan iktidar odaklarının ve ortaklarının kendinden menkul kerametlerinin altında Kürt sorununun ilanihaye güvenlik dosyası olarak tutulması yatar. TBMM’de yapılması gerekenle, MİT’in yürütmesi gereken arasındaki yapay ve bulanık bağlantı da bundan kurulur. Yine bana sorarsanız artık HDP’nin Kandil’le arabuluculuk, “çözüm süreci” gibi talepler karşısına tekrar çıkarsa “zorunda mıyım, kendin yap; ben TBMM’de bir partiyim, işim belli, nitekim işimi de zaten bu çatı altında yapıyorum” yanıtı verebilmesi gerekir. Başka deyişle günü geldiğinde HDP asıl böyle davrandığında muhataplık ve iktidara, yönetime ortaklık iddiasını güçlendirmiş olur.
Bafil ile Lahur’un hikâyesinden yola çıktık, buralara vardık. Yarın Allah geçinden versin, Kak Mesut’a emr-i hak vacip olduğunda, bir benzer mücadele Neçirvan ile Mesrur arasında da yaşanır mı bilemeyiz. Gerçekçi ve sağlamcı olmak gerekirse sözü “bu pilav daha çok su kaldırır”, “Kürtlerin yaşadığı dört ülkede de daha çok satışlar yaşanır”, “daha nice saray darbeleri görürüz” diye bağlayabiliriz. Kendimize dönüp, iyimserliğimizi canlı tutmak istersek darağacındaki Deniz Gezmiş’e öykünerek bitirebiliriz: Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği! Ve aciliyet duygusuyla da ekleyebiliriz: Selahattin Demirtaş’a özgürlük!
*Tıpkı, 2003 Ekim ortasında benim de içinde bulunduğum Bağdat Büyükelçiliği yerleşkesine yapılan intihar saldırısının ardından Kasım ortasında İstanbul’un göbeğinde dörtlü intihar saldırısı gerçekleşmesinin rastlantısal olamayacağı gibi.
**MENA: Middle East and North Africa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika.
***Burada ele aldığım konuda ve burada yazdıklarımdan pek farklı bir şey söylemediğim Gündem Dışı yayınını da dileyen okurlar MedyascopeTV’den izleyebilir/dinleyebilir.
Aydın Selcen Kimdir?
1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.
Kürt yurttaşların derdine Diyarbakır'dan bir bakış 06 Ekim 2021
Soçi'nin ardından dış politikada dağınıklık sürüyor 03 Ekim 2021
Almanya seçimlerinden bize bakan sonuçlar 29 Eylül 2021
Erdoğan'ın görkemli New York seferi 26 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI