İran(lı) devlet aklının Kürdistan’ı

Muhammed Ali Furuğî, “Zekaü’l Mülk”, yani devlet aklı lakabı ile ünlüdür. Yirminci yüzyıl modern İran devletinin ortaya çıkmasında önemli rolü olan bir devlet, siyaset ve kültür adamıdır.

Google Haberlere Abone ol

Veysel Başçı*

Türkiye ile İran arasında Kürt ve Kürdistan meselesine yaklaşımda siyasî, tarihî, kültürel, güvenlik ve jeostratejik boyutları kapsayan birtakım temel farklılıkların olduğu malum. İki ülkenin söz konusu meseleye yaklaşım farkını ortaya koyan jenerik niteliğinde birçok referans rapor mevcuttur. Bunlardan bir kısmı, İran siyasî tarihinde iz bırakmış Muhammed Ali Furuğî’nin 1928 yılında İran’ın Ankara Büyükelçisi iken, gözlemlerine dayanarak kaleme aldığı raporlardan oluşuyor. Furuğî’nin, Şeyh Said ayaklanmasından üç yıl sonra Ankara’da Kürt meselesini, yaklaşım ve önermeleriyle birlikte Rıza Han’a sunmak üzere kaleme aldığı raporlar, İran devletinin yüzyıla yakın süredir izlediği Kürt politikasının temel yaklaşımını göstermesi açısından son derece önemlidir. Ayrıca raporları kaleme alan kişinin siyasî kimliği ile modern İran devletinin ortaya çıkmasındaki etkin rolü, sözü edilen raporların önemini daha da artırmaktadır. Nitekim Furuğî’nin meseleyi ele alış biçimi, İran iç siyasetinde Kürt ve Kürdistan meselesine yaklaşımda izlenilmesi gereken alternatif bir referans noktası olarak bugün bile tartışılmaktadır. Örneğin; 25 Eylül 2017’de Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ndeki bağımsızlık referandumuyla birlikte [1] Furuğî’nin söz konusu raporları, günün sıcak meselesi olarak İran kamuoyunda tekrar gündeme gelmişti. Bu raporlara yansıyan bazı görüşler, İranlı siyaset bilimci Sadık Zibakelam ve Ahmed Nakibzade gibi isimler tarafından da savunulmuştur. Dolayısıyla Furuğî’nin gerek siyasî kişiliğine değinmek gerekse de söz konusu raporlardaki meseleyi özetlemekte fayda vardır.

Muhammed Ali Furuğî, “Zekaü’l Mülk”, yani devlet aklı lakabı ile ünlüdür. Yirminci yüzyıl modern İran devletinin ortaya çıkmasında önemli rolü olan bir devlet, siyaset ve kültür adamıdır. Bu lakap, babası Muhammed Hüseyin Furuğî’nin Kacarların kudretli şahı Nasıreddin’in huzurunda okuduğu bir şiir nedeniyle aldığı, kendisinden de oğluna miras kalan bir lakaptır.[2] Dedesi Muhammed Mehdi ise, aslen Bağdat Yahudilerinden olup İsfahan’a yerleşmiş ve İsfahanî nisbetini almış bir tüccardır. Furuğî’nin sahip olduğu Zekaü’l Mülk lakabını, güneş anlamına gelen “Zûka” şeklinde okuyup Furuğî (aydınlık/parlak) olan soy ismiyle özdeşleştirenler de olmuştur. Arap ve Fars alfabesindeki üstün ve ötre değişikliğiyle iki şekilde de okunabilen bu lakabın hakkını, siyasî kariyeri boyunca İran devlet politikalarını yönlendiren parlak zekasıyla ziyadesiyle vermiş bir isimdir Furuğî.

Furuğî 1907 yılında, soy ismi ile özdeş “İran Aydınlanma Locası” adlı mason yapılanmasını Tahran’da kurar. Bu locanın büyük üstat unvanını alışından kısa bir süre önce de aktif siyasete atılmıştır. Siyasi kariyerindeki ilk rejim değişikliğini ise Kacar rejiminin anayasal monarşiye geçişini sağlayarak gösterir. Kacarların çiçeği burnundaki genç şahı Muhammed Ali tarafından aynı lakapla Tahran Ulum-i Siyasî Medresesi’nin başına getirilmesi de aynı yıllara rastlar. Meşrutiyetin ilanından sonra kurulan Birinci Meclis'te çeşitli görevler alır. İkinci Meclis oluşturulduğunda, Tahran Vekili sıfatıyla Meclis Başkanlığına kadar yükselir. Ardından kurulan hükûmet kabinelerinde sırasıyla maliye ve adalet bakanlığı yapar.

İlerleyen yıllarda, Yüksek Temyiz Mahkemesi Başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve Saltanat Naibliği (Sadrazamlık) gibi önemli görevleri olur. 1919’daki Paris Barış Konferansı'na katılan İran heyetinde yer alır ve iki yıl boyunca Almanya ve Fransa’da diplomatik faaliyetlerde bulunur. Yıkılmaya yüz tutan Kacar monarşisinin Pehlevi monarşisine evrilmesindeki süreçte de siyaset sahnesinde yine o vardır. Bir yandan Dışişleri Bakanı sıfatıyla ülkenin bütünlüğüne zarar gelmemesi adına İngiliz ve Ruslarla açık/gizli yazışır, diğer yandan Batı tipi sekürlerleşmeye hız vererek içerideki yeni monarşi düzeninin temellerinin atılmasında öncü rol oynar. 1925 yılında Ahmed Şah’ın Saltanat Naibi iken, anayasa değişikliğiyle kabinede Savunma Bakanı olan Rıza Han’ın geçici hükümet başkanlığına getirilmesini sağlar. Bu dönemde, Geçiş Hükümeti Başbakanı sıfatını alan Furuğî’nin ilk icraatı ise Saltanat Anayasası’nı ıslah etmek olmuştur. Kısa süre içerisinde Rıza Han’a “Pehlevî” lakabını önererek, Abdülhüseyin Timurtaş ile birlikte Rıza Han’ın saltanat tacını giyinmesinin önünü açar. Böylelikle Baba Şah’ı İran tahtına oturtarak ikinci kez siyasetteki dengeleri değiştirmiştir.

Rıza Han’ın tahta çıkışından iki ay sonra Başbakanlığı altındaki kabine lağvedilir ve bir sonraki kabinede tekrar Savunma Bakanı olarak görevlendirilir. Ancak Savunma Bakanı yapılmasına karşı çıkan vekiller olur o dönem. Karşı çıkan vekiller arasında 1953 yılında Başbakan iken ABD ve İngiltere’nin ortak bir operasyonu ile koltuğundan ettiği, Milliyetçi Cephe’nin önde gelen isimlerinden Muhammed Musaddık da vardır. Musaddık, Furuğî’yi İngiliz ve Ruslarla irtibatlı olduğu için sert sözlerle eleştirenlerin başında gelmiştir. O dönemki eleştirilere daha fazla dayanamayan Furuğî, 1927’de Savunma Bakanlığından istifa eder. Müstafi bakan, Rıza Han tarafından bu sefer, İran’ın yönünü Batı’ya dönebildiği tek nefes borusu olan Türkiye’ye büyükelçi olarak atanır. Türkiye’deki görevi sırasında Mustafa Kemal Atatürk’le yakın dostluk kurar. Bu arada Rıza Han’ın resmî unvanla ilk ve son yurtdışı gezisi sayılan Türkiye seyahatini yirmi üç gün sürecek kusursuz bir ziyaret şeklinde, A’dan Z’ye organize eden kişi de Furuğî’dir. Zira Rıza Han’ın Türkiye’deki Batılılaşma pratiğini yerinde görmesini istemiştir.

İran’ın Ankara Büyükelçisi iken Eylül 1929’da Cenevre’deki Milletler Cemiyeti’nde İran’ı temsil eden komisyona başkan seçilir. Komisyona başkan yapılmasında Atatürk’ün Ankara’daki büyükelçilere yaptığı bir konuşma esnasında onun hakkında; “Milletler Cemiyeti’ndeki en büyük temsilci İran Sefiri Furuğî’dir. Ben bugüne kadar onun gibi vatanperest, etkili bir siyaset adamı görmedim; keşke bizim ülkemizde de onun gibi birisi olsaydı” dediği rivayet edilir [3].

Furuğî’nin İran siyasetindeki en önemli icraatları ise, ikinci dönem Başbakanlık koltuğunda oturduğu Baba Şah dönemindeki uluslaşma ve ulus-devlet temelli Batılılaşma sürecindeki icraatlarıdır. Uluslaşma sürecinin ideologlarından olan Furuğî, hem Başbakanlık hem de Dışişleri Bakanı olarak görev yaptığı ikinci döneminde, başta Darülfünun’un Tahran Üniversitesine evrilmesi olmak üzere, ülkedeki bütün milli kurumların (Milli Müze, Milli Kütüphane, Fars Dili ve Edebiyatı Kurumu vb.) kuruluşuna öncülük eder. Ayrıca Türkiye’deki Batılılaşma sürecini taklîden resmî kurum ve kuruluşlar ile okullarda örtünme yasağını getirir. Ancak bu yasaklar ileriki günlerde siyasî otoritesini sarsacak olaylara da neden olur.

1935 yılında Timurtaş dâhil etkili birçok siyasetçi Baba Şah’ın gazabına uğramış ve kurşuna dizilmiştir. Furuğî, pek çok etkili siyasetçinin infaz edildiği bu iç hesaplaşma cenderesini sadece oturduğu Başbakanlık koltuğundan azledilerek atlatır, çünkü rejimin kolayca vazgeçeceği bir isim değildir. Altı yıllık bir siyasî inziva sürecinden sonra, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından tekrar Başbakanlığa dönmesi istenir. İkinci kez siyasete döndüğünde, üçüncü dönem Başbakanlığa getirilir. Üçüncü döneminde, Baba Şah’ı saltanattan istifa ettiren metni yazan yine Furuğî’dir. Baba Şah’ı saltanattan feragat ettirerek İran’ın müttefik güçlerin hamisi ülkeler arasına katılmasını sağlar. Saltanatın oğul Pehlevi’ye geçişi de yine onun sayesindedir. Oğul Pehlevi döneminin ilk Başbakanı, daha doğrusu ülke yönetiminin perde arkasındaki ismidir. Bu arada İran, soylularla Arî ırkı ortak paydasında buluştuklarını iddia eden Nazi Almanyası radyolarından Furuğî’nin Yahudi kökenli olup güvenilmez bir isim olduğu da zaman zaman anons edilir. 1942 yılında başbakanlıktan istifa ederek oğul Pehlevi’nin sarayında yüksek istişare şurasında Saray Bakanı olarak yer alır ve aynı yıl altmış beş yaşında iken hayatını kaybeder.

Altmış beş yıllık ömrüne felsefeden edebiyata, sanat, tasavvuf ve bilim tarihinden uluslararası ilişkiler ve siyasal bilimler disiplinine kadar pek çok şey sığdırmış, gazetecilik ve mütercimlik de yapmış olan Furuğî, 1928 yılında Ankara’daki siyasî elitlerle yakın temasta olur. Aynı günlerde Türkiye-İran ilişkileri bağlamında pek çok ayrıntıya sahip birtakım raporlar kaleme alır. Günlük şeklinde kaleme alınan ancak dil ve üslup yönüyle Rıza Han’a hitap ettiği açıkça anlaşılan bu raporlarda iki ülke arasındaki ikili ilişkilerden, bölgesel konulara kadar pek çok hususta görüşlerini belirtmiştir. Türk devlet ricalinden isimlerle yapmış olduğu toplantı bilgilerini de havi bu raporlar, Türkiye ve İran’ın güvenlik ve jeostratejik açılardan birçok çekincesini de içerir. Örneğin, bugünün sıcak konularından olan Afganistan meselesi dahi bu raporlarda göze çarpar. Türklerle iyi ilişiklere sahip Afganların, muhtemel bir Türkiye-İran karşılaşmasında Türkiye’nin safında yer alarak İran’ın Güneydoğu bölgesi olan Sistan ve Beluçistan üzerinden denize açılmak isteyebilecekleri konusu dahi bu raporlara yansımıştır.

Raporların önemli bir kısmı ise Kürtleri ilgilendiren sınır meselesine, sınırın iki yakasındaki Kürt aşiretlerine ve Kürtlerin siyasal ve bölgesel statüsüne ayrılmıştır. Örneğin, Türk devletinin Şeyh Sait ayaklanmasını bastırmak için Kürdistan’a sekiz bin asker yolladığı, askerî hareket kapsamında toplam on milyon lira harcandığı, olayları şimdilik bastırmış olsa bile etkisini kontrol altına almakta zorlandığı belirtilmektedir. Raporlarda ayrıca Türk devletinin Kürtler aleyhine İran devletinden beklentileri de ele alınmıştır. Türklerin, Kürtlerin tasfiyesi üzerine kendilerinden yardım aldıkları takdirde işlerinin kolaylaşacağını düşündüklerini ifade eden Furuğî, “Kürtler, Ermeniler ve Süryaniler hususunda Türkler bizi korkutmaya çalışsa da İran topraklarında bu grupların yeni bir isyan başlatması muhtemeldir. Dolayısıyla kendilerine yardımcı olmamızı teminen ifade ettikleri bu ihtimali asla göz ardı etmemek lazım” diyerek bazı konularda kişisel önerilerini de dile getirmiştir.

İngilizlerin Şeyh Mahmud Berzenci ile Kürdistan’ın bağımsızlığı üzerine yaptıkları görüşmelere kuşkuyla yaklaşan Furuğî, Kürdistan’ın bağımsızlığı meselesine yaklaşımını ise aşağıdaki şu sözlerle özetlemiştir. Onun bu yaklaşımı, İran devletinin son yüzyılda Kürtlere karşı uyguladığı yumuşak asimilasyon, te’dib, terbiye ve ehlileştirme programlarıyla örtüşmektedir. Furuğî’nin sözkonusu raporlarında yer alan Kürdistan’ın bağımsızlığı ile ilgili görüşlerinin literal çevirisi şu şekildedir:

“Kuşkusuz Kürtlerin aklına bu şom fikri (bağımsızlık fikrini), İngilizler soktu. İngilizlerin bu politikası Türkiye devletinin endişelenmesine yol açmıştır. Gerçi bundan bizim de en az Türkler kadar endişe etmemiz icap eder…

Kürdistan bölgesindeki zengin petrol yatakları, bu bölgenin önemini artırmıştır. Servet düşkünü İngilizlerin bu zenginliği gözardı ederek, Türklerin toparlamasına müsaade edeceklerini hiç sanmıyorum. İngilizler birkaç yıla kalmaz, zamanı gelince Musul’a girecek ve Türk tehdidini bertaraf etmek için de Kürtleri bağımsızlık vaadiyle kendi yanlarına çekecektir. İngilizlerin Kürtleri müttefik kılmak yönünde herhangi bir girişimleri olmayacağını farz etsek dahi Kürdistan’ın bağımsızlık düşüncesi bir kere ağızlara girdi ya! Artık Kürtler tabii şekilde bağımsızlığın ardına koyulacaklardır, çünkü Kürtler istidatlı bir millettir. Bu milletin ulusal onuru, bilhassa Arapların yönetimi altında kalmalarına rıza göstermeyecektir.

Öyleyse her ne şekilde olursa olsun bizler de kendi Kürdistan’ımızı düşünmek durumundayız. Evet, bu hususta Türklerle işbirliği içerisinde olmamız tabii ki iyi olurdu ama bunu, Kürtleri tasfiye ve kırmak için değil -zira bu boş bir hayaldir, onları şefkat ve ilgiyle, İranî bir kimlikle eğitmek ve yetiştirmek, böylelikle İran devletine bağlamak için yapmalıyız. Kürtleri kendimize bağlamak, biz İranlılar için Türkiye’nin bunu yapmasından daha kolaydır. Çünkü Kürtler dil olarak da köken olarak da İranîdirler. Bugün bile Kürtlerdeki ulusal duyguyu uyandırmak isteyenlerin başvurduğu ilk eser, Şahname ve Şahname’deki Cemşid ile Feridun destanıdır…

Dolayısıyla İranlı devlet yetkilileri azıcık akıllarını başlarına alır da açgözlülüğü bırakır, zulüm ve sitem elini Kürdün başından eksik ederek bu hususta pozitif ve yapıcı önlemler düşünürlerse, işte o vakit bu politikanın en bariz ve gözle görünür kazanımı, Kürd ile Fars arasında hiçbir kin ve düşmanlığın olmadığının görülmesi olacaktır. Ve günün birinde bağımsız Kürdistan hayali güçlenirse İran Kürtleri bizler için bir sorun teşkil etmez, bilakis onların İranî yönü daha ağır basar ve bize herhangi bir zarar ulaşmamış olur. Hatta böyle bir süreçten kazançlı dahi çıkabiliriz. Fakat İranlı yetkililer bu hususta önceki siyasetlerine devam eder de bu meseleye kayıtsız kalırlarsa ve Kürtleri de kendi hallerine terk ederlerse işte o zaman bana göre tehlike yakın demektir.” [4]

İran(lı) devlet aklının Kürtlere ve Kürdistan’a dair yaklaşımı yüz yıla yakın bir süredir yukarıdaki bu bakış açısına göre şekillenmiş ve buna göre politikalar geliştirilmiştir. Yüz yıldır hiç değişmemiş bu perspektifte, değişen tek bir şey varsa o da Kürtlerin İran’a bakışıdır.

NOTLAR

1- İran’ın IKBY’deki bağımsızlık referandumuna güncel yaklaşımı hakkında M. Akif Koç’un farklı dinamiklerle kaleme aldığı makalesi için Bkz. http://ijoks.com/tr/download/article-file/632285 
2- Bkz. Dr. Bakır Akilî, Şerh-i Hâli Rical-i Siyasi ve Nizami-yi Muasır-i İran, c. 2. s.1119. Neşr-i Goftar, Tahran, 1380 (2001).
3- Bkz. Dr. Bakır Akilî, Zekaü’l Mülk Furuğî ve Şehriver-i (13)20, s. 251, Neşr-i İlmi, Tahran, 1370 (1991).
4- Bkz. Siyasetnâmeyi Zekaü’l Mülk, Makaleha, Nameha ve Sûhenrânihayi Siyasî M. Ali Furuğî, s. 123 ve 129. Haz. İreç Efşâr, Hürmüz Homayûnpur, Kitab-ı Ruşen, Tahran, 1389 (2010).

*Dr., Bağımsız Araştırmacı