İrem Uzunhasanoğlu: Güçlü kadınları yazmaya devam edeceğim
İrem Uzunhasanoğlu’nun Doğan Kitap’tan çıkan üçüncü romanı Evvel Bahar’ı toplumsal bellek ve kadın olmak ekseninde konuştuk. Uzunhasanoğlu, "Güçlü kadınları yazmaya devam edeceğim. Bunu yaparken de kutsal atfedilen şeyleri yıkmak istiyorum" dedi.
Rezzan Akçatepe
DUVAR - Yazar ve çevirmen İrem Uzunhasanoğlu'nun son romanı 'Evvel Bahar' geçtiğimiz aylarda Doğan Kitap tarafından yayımlandı. Güçlü kadın karakterler yazmak istediğini ve metinlerinde tarihten yararlandığını vurgulayan Uzunhasanoğlu, "Benim roman karakterlerim hayata bir sıfır yenik başlamışlar, sırtlarını yaslayabilecekleri bir aile/toplum düzeninden yoksunlar, badireler ve acılar atlatmışlar ama buna rağmen kurtulmayı başarmışlar. Kâh birbirlerinin saçlarını ördükleri yatılı okul yıllarında tamamlanmışlar, kâh uzak kıtalarda dik duran güçlü kadınlar olmayı başararak. Simone de Beauvoir 'başkasına yaslanmak yıkılmanın en kolay yoludur' derken işte tam da bu mesajı vermek istiyordu. Ben de güçlü kadınları yazmaya devam edeceğim. Bunu yaparken de kutsal atfedilen şeyleri yıkmak istiyorum" dedi.
Sevgili İrem, seninle tanışıklığımız aslında ben tarih doktora tezimi çalışırken senin ilk romanın Gitme Gül Yanakların Solar’ı okumamla başlıyor. Senin özelliğin tüm kitaplarında tarihsel dokuyu, tarihsel atmosferi kurmacaya yediriyor olman, hatta birçok yerde belgeler, hatıratlar ve sözlü tarih unsurlarından da yardım alıyorsun. Ben de bir tarihçi olarak, bu söyleşimize senin tarih sevdandan yola çıkarak başlamak istiyorum. İlk iki romanın hakkında neler söylemek istersin?
Tarihi tutkulu bir biçimde seviyorum. Zamanın ileri doğru giderken tarihin geriye doğru gitmesi ve beni geçmişte hapsetmesi hoşuma gidiyor. Çığır açan tarihi bir olayı yaşayan insanlar ânın içinden çerçevenin bütününü göremiyor ya da eksik görüyor ama ileri sarılmış zaman diliminden geçmişe baktığınızda çok daha kapsamlı bir bakış açısına sahip oluyorsunuz. Hele ki insanların yaşanmışlıklarını dinleyip bunları kayıt altına almak paha biçilmez. Hikâyeler suya yazılmasın, anılar hikâyelere dönüşüp sonsuzluk döngüsünde kalsın istiyorum. Svetlana Aleksiyeviç’in tarihe tanıklık eden insanlarla kısa röportajlar yapıp bunları anlatılara dönüştürmesini, edebiyata yeni bir form kazandırmasını ve Nobel Edebiyat ödülüne layık görülmesini çok kıymetli bulmuştum. Tarih sevgimi alıp başka boyuta taşıyansa psikolojiye olan ilgim oldu. Tarihi olayların insanlar üzerlerindeki travmatik boyutlarını hem araştırmayı hem de anlatmayı seviyorum. İlk romanım Gitme Gül Yanakların Solar’da karpuz lambalarını at arabasına yükleyip diğer yakaya götüremediği için bir ömür boyu yas tutan bir kadın karakter vardı mesela, ninemin gerçek hikâyesiydi, hem çok sahici hem de çok travmatikti. Mübadele sonraki kuşakların omuzlarına bir yük bindirmişti, tüm bunlar bizi bir yıkıntı edebiyatına sürüklüyordu. İkinci romanım Ufkun Öte Yanı’nda ise kendisi iki gün sürse de etkilerini bir ömür hissettiğimiz 6-7 Eylül olayları vardı. Fitzgerald’ın deyimiyle insanda kocaman bir “çatlak” yaratan bu süreçleri araştırmayı ve bu çatlağın yarattığı boşlukla insanoğlunun nasıl baş ettiğini incelemek benim için büyülü bir dünyanın kapısını aralıyor. Sadece yakın tarih de değil, yaratılış mitlerinden, kadim anlatılara geniş yelpazede bir gezintiye çıkıyor, birçok metin inceliyor ve daha sonra bunların çağımız metinlerine nasıl sirayet ettiğini keşfetmeyi seviyorum.
'90'LARI MADONNASIZ ANLATAMAZDIM'
Buradan Evvel Bahar’a geçmek istiyorum, yine önce Evvel Bahar’daki tarihsel platformdan ilerlemek istiyorum. Öykü ve Firuze üzerinden doksanlı yılları anlatıyorsun, Firuze sokakları dolaşırken tabelalarda, şarkılarda doksanları yaşıyoruz, o yılların dokusunu, değişen atmosferi, doksanların tarihsel sürecinde neoliberalist akımı, Amerikanlaşmayı, batı kültürünün içimize işlemeye başladığını hissettiriyorsun. İstanbul’un değişimini, dönüşümünü, kent ve insanın iç içe geçmişliğini ve doksanların bize neler aktardığını bize anlatır mısın? Türkiye’nin doksanlarda neoliberalist etkide kalması, serbest piyasa ekonomisinin etkisiyle hayatımıza giren Amerikanlaşma, bize toplumsal belleğimizi unutturma gayesi güdüyor mu? Bu bilinçle baktığımızda neler söylemek istersin?
İçinde bulunduğumuz zaman dilimin gerek sosyolojik gerek politik unsurları nasıl her birimizin içine, ruhuna sirayet ediyorsa, aynısı kurmacadaki karakterler için de geçerli. Yirmi birinci yüzyıla ait bir kahraman yarattığınızda onu dijital çağdan sıyıramayacağınız gibi Evvel Bahar’ın doksanlarını da Michael Jacksonsız ve Madonnasız anlatamazdım. Dergilerden çıkan posterleri duvarlara astığımız, batının pop kültürüne maruz kaldığımız, walkmen dinlediğimiz yıllardı. Firuze de Öykü de doğu kültürüne ait kızlar olmalarına rağmen okudukları yatılı okulda yoğun bir batı kültürü etkisi altında kalıyor. Her ikisi de olamayınca ortaya melez bir karışım çıkıyor. Öykü’nün gazeteci arkadaşının ona “sen doğu musun batı mı?” diye sorması gibi o yıllarda hepimiz maruz kaldık bu baskın kültüre. Unutturulma gayesi gütmese de güçlü bir tahakkümün altındaydık. Bunun yanı sıra politik belleğimizde de yer etmiş bombalı eylemler, faili meçhul cinayetler, üzeri kapatılan dosyalar var. Öykü’nün babası arabasına konan bombayla öldürülmüş bir gazeteci. Her ne kadar bu gerçek ondan bir süre saklansa da tüm hayatına sirayet ediyor, baba kaybının yanı sıra katledilmiş bir babanın kızı olması bu travmayı kuvvetlendiriyor. Böylece doksanların kentsel, toplumsal, politik belleği de bireysel belleğimize sızıveriyor.
Firuze de Öykü de çocukluk travmalarıyla var olmuşlar. Hem anneden hem babadan yaralı iki kadın karakter. Çocukluk travmalarının doldurulamayan bir boşluğu var, zaman zaman bunu birbirleriyle doldurmaya çalışsalar da yetersiz kalıyor. Romanın bir yerinde “Neden terk etmiyor çocukluğumuz bizi" diye soruyorsun. Ben de sana bunu soruyorum, neden terk etmiyor çocukluğumuz bizi?
İnsan çocukluğu karşısında çok aciz ve çok çıplak, onu bir türlü yenemiyor. Swannların Tarafı kitabında Proust her gece annesi gelip onu öpsün diye bekler lakin annesinin iyi geceler öpücüğü o kadar kısa sürer ki annenin gelişi onun için bir ıstırap anına dönüşür. Çocukluğumuza dair hatırladıklarımız her zaman şenlikli ve mutlu duygular değildir. Bellek adeta bir evin kileri gibidir, elzem yiyeceklerin yanı sıra lazım olmayanları da saklar. Zaman zaman bir koku yükselir, işte o an o kokmuş, çürümüş yemeği bulup atmak gerekir. Psikanaliz bunları keşfedip, o küflü yiyeceklerle yüzleşmemizi sağlayabilir ama hepsi bu kadar. Kurtulamayız, kesip atamayız. Hem bir çiçek bahçesidir hem de bir çöplük. Hem bir sığınaktır çocukluğumuz hem de ürkütücü bir labirent. Belleğimizin bir heyula gibi karşımıza dikilince elimize hesaplaşma dürtüsünden başka bir şey kalmaz. Tıpkı Firuze’nin bir gece yarısı, bir dağ kulübesinden kaçıp yirmi yılın hesabını sormak istemesi gibi. Çocukluğun travması yaşımız kaç olursa olsun bir yerimizden yakalar ve yaralar bizi, bazen bir türlü dikiş tutturamadığımız bir ilişkide, bazen de anlamsız bulduğumuz ama kurtulamadığımız bağımlılıklarımızda.
Travmalarının yarattıkları boşlukla sarıldıkları bir yer var, o da Masallar. Romanı yazarken Binbir Gece Masalları’ndaki Şehrazad’dan etkilendiğini biliyorum, peki romanına nasıl harmanladın, “ölmemek için yazacaksın, yaşamak için yazacaksın" cümleni de açarak bize bu masal izleğini anlatır mısın?
Şehrazad’ın ölmemek için masallara, hikâyelere tutunması ve gün doğumuyla birlikte Şah’a anlattığı masalı en heyecanlı yerinde kesip devamını yarına saklaması ve böylece yaşamaya devam etmesi edebi bir izlek olarak çok kuvvetli. Decameron’da vebadan kaçan on kişinin ölümden hikâyeye tutunarak kaçması da öyle... Karakterlerimin masallar sayesinde hayata tutunması; bir arabada mahsur kalan iki kahramanımın ölmemek için birbirilerine masal anlatmaları bu yüzden... Yaratılış mitlerinden başlayarak tüm kadim metinlerin, anlatıların benzer temalar, izlekler etrafında dönüyor olması da bana aslında anlatıların tekerrür ettiğini, sadece sahnelerin ve insanların değiştiğini düşündürttü. İşte bu yüzden “masallara olan inanç hiç yitmez, masallar ancak yeniden yazılır.” Ve insanlar o masallara tutunurken aslında ölmemek için yaşama tutunmuş olur.
'DİK DURUN, GÜÇLÜ OLUN'
İlk romanından beri güçlü kadınlar yaratmayı seviyorsun, Ufkun Öte Yanı’nda Refika Hanım, Evvel Bahar’da Öykü, Firuze. Kadın olmanın çok zor olduğu bir coğrafyada yaşıyoruz, hepimiz iyi anne, iyi rol model, iyi meslektaş olmak zorunda kalabiliyoruz. Acı ve badire atlatmış ve deneyimlerinin güçlendirdiği kadınlar var. Sadece bu coğrafyada değil kıta değiştirse bile terk etmeyen bir durum söz konusu. Tüm bunlara rağmen ayakta duran güçlü kadın yazma motivasyonunu bizimle paylaşır mısın?
Bazı coğrafyalarda kadın olmak daha zor. Bizler de bir ortamda sessizlik olduğunda “kız mı doğdu?” denilen bir coğrafyada yaşıyoruz. Bazı ayrıcalıklardan mahrum olarak doğmuş; aile baskısından, baba tahakkümünden, eril düzenin şiddetinden nasibini almış tüm kadınlara “dik durun, güçlü olun,” demek istiyorum. Gemisi su aldığı halde bir çare bulup kurtulan, kafasını her daim suyun üzerinde tutan kadınlara olan hayranlığım beni bunu anlatmaya itiyor. Benim roman karakterlerim hayata bir sıfır yenik başlamışlar, sırtlarını yaslayabilecekleri bir aile/toplum düzeninden yoksunlar, badireler ve acılar atlatmışlar ama buna rağmen kurtulmayı başarmışlar. Kâh birbirlerinin saçlarını ördükleri yatılı okul yıllarında tamamlanmışlar, kâh uzak kıtalarda dik duran güçlü kadınlar olmayı başararak. Simone de Beauvoir “başkasına yaslanmak yıkılmanın en kolay yoludur,” derken işte tam da bu mesajı vermek istiyordu. Ben de güçlü kadınları yazmaya devam edeceğim. Bunu yaparken de kutsal atfedilen şeyleri yıkmak istiyorum. Her kadın iyi anne, iyi eş olmak zorunda değildir. Her aile kutsal olamaz, bazen madalyonun ters çevrilmesi gerekir.
Evvel Bahar’ın ismine de değinmek istiyorum. Bilge bir kadın var romanında ve “Evvel baharlara aldanmamak gerekir" diyor, bize isim seçme hikâyeni de anlatır mısın?
Evvel Bahar, baharın ilk günlerine verilen bir isim olmasından dolayı hem çiçekleri hem de umudu temsil ediyor. Doğanın uyandığı, toprağın silkindiği, karların kalktığı, çiçeklerin açtığı bir zaman dilimi. Kar, kış ve zemherinin geride kaldığı, umudun yeşertildiği bu zaman dilimi aynı zamanda bir kısır döngüyü de işaret ediyor. İki kadın karakterimin de her düşüşlerinde yeniden ayağa kalktıkları, her yağmurdan sonra gökkuşağının açtığı ama sonra yeniden kışın bastıracağını bildiğiniz o mevsimsel kısır döngü. Hem bir umut hem de bir umutsuzluk hâli. Zemheriden sonra evvel baharın geleceğini bilmemize rağmen yeniden aynı kısır döngüye teslim olacağımızı bilme hâli... Bilge kadın işte bunu öğütlüyor bize, “evvel baharlara aldanmayın,” diyor, çiçek açıp hemen donan bahar dallarının aldanışı gibi...
'ÇEVİRİLERİN METİNLERİME SIZMAMASI İÇİN UĞRAŞIYORUM'
Çevirilerine de değinmek istiyorum. Virginia Woolf, William Shakespeare ve Fitzgerald gibi önemli yazarların metinlerini çeviriyorsun. Çevirilerin edebiyatına sızıyor mu?
Metinlerime sızmaması için uğraşıyor, kendi üslubumu korumaya çalışıyorum ama büyük yazarların en önemli özelliği üsluplarının güçlü ve baskın olması. Haliyle sadece metinlere değil insanın hayatına ve ruhuna da sirayet ediyorlar. Fitzgerald’ın “Çatlak” isimli metnini ya da Woolf’un “Dalgalar”ını çevirdikten sonra melankoliye bürünmem bundan. Onların metinlerini en iyi şekilde aktarabilmem için kendim de o melankoli giysisini üzerime giymem gerekti. Shakespeare’in Hırçın Kız’ını çevirirken de çok eğlendiğimi ve yüzlerce yıllık bir mirasın ellerimde olduğunu hissedip, büyülendiğimi itiraf edeyim. Çevirilerimin hem beni hem de edebiyatımı beslediği kaçınılmaz bir gerçek.
'EVVEL BAHAR'DA EKSİK BIRAKTIĞIM MESELEYİ TAMAMLAMAK İSTİYORUM'
Son olarak İrem Uzunhasanoğlu şu aralar neler yapıyor? Okurlara yeni bir roman sürprizin var mı?
Üzerinde çalıştığım yeni bir romanım var. Yine dizlerinden bükülmüş ama ayağa kalkmayı başarmış güçlü bir kadını anlatıyorum ama bu sefer ailemin diğer yarısının köklerine, Güneydoğuya seyahat ediyorum. Oradaki mistik hikâyelere dalmak, koruyamadığımız kültürel miraslarımızı korumak, yazmak, anlatmak istiyorum. Henüz ismi olmayan dördüncü romanımda Evvel Bahar’da eksik bıraktığım bir meseleyi tamamlamak ve onunla hesaplaşmak istiyorum.