İşçinin öfkesi dünyayı değiştirebilir mi?
'Sınıfın Duyguları, İşçiler, Duygular ve Sınıf Mücadelesi' kitabının yazarı Mustafa Kemal Coşkun, saha araştırmasına dayanan kitabı hakkında, "Duyguyla devrim olmaz. Yani dünyanın herhangi bir yerinde işçi sınıfının giriştiği bir mücadele kaybedildiyse bunu işçilerdeki duyguların, örneğin öfke ve hıncın yetersiz olmasıyla açıklamak saçma olur. Ama yeterince incelendiğinde işçi sınıfının bir mücadeleye girişmesinde duyguların önemli bir yeri olduğu görülecektir" diyor.
“Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisini imzaladığı için üniversitedeki görevlerinden ihraç edilen bir grup akademisyen, akademinin üniversiteler ile sınırlı olmadığını kanıtlıyor yıllardır. 2017’de Ankara Üniversitesi DTCF Sosyoloji Bölümü’ndeki görevinden ihraç edilen Mustafa Kemal Coşkun da bunlardan birisi. Mustafa Kemal, saha çalışmasına dayanan son kitabı Sınıfın Duyguları, İşçiler, Duygular ve Sınıf Mücadelesi’nde Türkiye’de sosyal bilimler literatüründe sınırlı bir ilgi gören bir alana yönelerek, işçi sınıfının duygu durumunun sınıf mücadelesine etkisini sorguluyor. İşçilerle yaptığı görüşmelerde öne çıkan öfke, hınç ve korkunun altında yatan sebepleri ve bunların işçi sınıfı lehine bir dönüşümün dinamosu olup olamayacağını tartışıyor. Bunu yaparken sosyolojinin dünyayı değiştirmenin bilimi olduğunu fikrinden hareket ediyor. Ve hem bir sosyolog, hem de bir sosyalist olarak bu duyguların toplumu değiştirme ve dönüştürme gücünü anlamanın önemine, mümkünse bu duyguları örgütlemek gereğine vurgu yapıyor. Mustafa Kemal’le yeni kitabı hakkında konuştuk.
Bize Sınıfın Duyguları kitabından kısaca bahseder misin? Ne bekliyor okuru bu kitapta? Seni bu konuda çalışmaya yönelten saikler nelerdi?
Bu son çalışma üzerine düşünmeye başlamam daha önce yayınlanan başka bir çalışmamda (Sınıf, Kültür ve Bilinç, 2013, Dipnot Yayınları) işçilerle görüşme yaparken ifade ettiklerine ve o çalışma sırasındaki gözlemlerime dayanıyor aslında. Örneğin Zonguldak’ta özel bir maden işletmesinde çalışan bir işçi, “Ben hep ellerim cepte dolaşırım hocam, baksana ellerime, kocaman” deyip ellerini göstermişti. Yani kazma sallamaktan dolayı kocaman olmuş ellerinden utanıyordu. Bu ifade beni çok etkilemişti o zaman. İşçi olmaktan utanıyordu ama mesela daha az gelir elde ettiğinden ya da toplumda alt sınıf olarak görülmekten değil, kocaman olmuş ellerinden utanıyordu. Dolayısıyla ekonomik bir kategori olarak incelemenin yanında işçi sınıfının içinde bulunduğu duygu durumunu da anlamak gerektiği fikri o dönem kafamda yer etmişti.
Ancak araya KHK girdi, işsiz kalınca para kazanmak için başka işler yapmam gerekti, bu türden çalışmalar mecburen ikinci planda kaldı ve bu nedenle bu zamana kadar beklemesi gerekti çalışmanın. Bu çalışmada duygusal emek ya da duygulanımsal emek gibi konularla ilgilenmiyorum açıkçası, tek yapmak istediğim şey insanların sırf işçi olmaktan kaynaklanan duygularını anlamak ve bunu sınıf mücadelesiyle ilişkilendirmek. İlgili literatürü okudukça özellikle sınıf mücadelesi söz konusu ise işçilerin öfkesi ve hıncının oldukça önemli bir işlev göreceğini düşünmeye başladım. Bu nedenle de çalışmada korku, utanç, onur ve saygı arayışı gibi duyguları öfke ve hınç ile ilişkilendirmeye çalıştım. Ne kadar başarılı oldum bilemiyorum, tek umudum bu konuda çalışan başka araştırmacılara bir ön açabilecek olması.
Sınıf temelli siyaset ile duygu dünyası gibi birbirinden farklı ve hatta kimilerince birbirini çapraz kestiği düşünülen iki konuyu bir araya getirmeye nasıl karar verdin? Sol literatürde dünyada bu alanda çalışmalar var gördüğüm kadarıyla. Seninki Türkiye'de ilk mi?
Ben duygular meselesine makro sosyolojik ve tarihselci bakma eğilimindeyim. Zaten sınıf temelli siyaset ile duyguları bir arada düşünebilmem de böyle bakmaktan kaynaklanıyor sanırım. Ama beni daha çok motive eden şey, Marksist literatür içerisinde sınıfın çoğunlukla ekonomik bir kategori olarak düşünülmesi ve kültür, duygu gibi alanların sadece bu ekonomik kategori çerçevesinde ya da nasıl diyeyim, bu alanların bu ekonomik kategoriye indirgenerek ele alınması aslında. Yani sınıfı sadece ekonomik bir kategori olarak ele alıp diğer alanları bu kategori ile açıklamak ya da anlamlandırmak önemli bir sorun gibi geliyor bana. Ben kültür, duygular gibi alanların ekonomik kategoriye indirgenmeden ama yine Marksist bir problematik ve kavramlar çerçevesinde ele alınabileceğini düşünüyorum. Mesela yabancılaşma dediğimiz şey baştan aşağıya bir duygu meselesi zaten. Belki de şöyle söylemek daha doğru: üst yapısal olanı altyapıya tabi olarak değil ama her ikisini bir bütün olarak düşünüp üstyapıyı da kendine özgü sınıfsallığı olan, yani maddi ilişkilerin ortaya çıkardığı sınıfsallığın kültür, duygu gibi alanlarda özgül olarak ortaya çıkardığı ilişkiler olarak ele almak. Yani maddi/ekonomik olana karşı duygu ya da tam tersi değil, hissedilen biçimiyle ekonomi, sınıfsallığa bağlı olarak duygu. Yoksa bahsettiğim şey Althusser’ci bir üst belirleme değil.
Dünyada sınıf kültürü ve duygular üzerine Marksist bir perspektifle yapılan birtakım çalışmalar var evet. Ama Türkiye’de işçilerin duygularını merkeze alan ampirik bir çalışma varsa da ben bilmiyorum. İşçiler, örneğin gündelikçi kadınlar üzerine yapılmış bazı çalışmalarda (Aksu Bora, Gül Özyeğin vb.) kadınların duygularına da yer veriliyor, ama bu çalışmaların teorik perspektifleri duygular üzerine literatürden yola çıkılarak oluşturulmuş değil. Bu anlamda benimki Türkiye’de galiba ilk. Bilmediğim bir çalışma varsa kusuruma bakılmasın bu arada.
Duygulardan söz ederken öfke ve hınç öne çıkıyor. Bazı örneklerde ve zamanla olumsuza dönüşme potansiyeli olmasına rağmen genel anlamda daha olumlu karşılık bulan, sevgi, arzu, şefkat vb. duygulara değinilmiyor. Öfke ve hınç, sınıf mücadelesinin enstrümanı, dinamosu olabilecek duygular oldukları için mi öne çıktılar?
Ben işçilerin gerek iş yerinde gerekse gündelik hayatta deneyimlediklerinden yola çıkarak duygularını anlamaya çalışırken bunları bir noktada ortaklaştırmaya da çalıştım. Dolayısıyla örneğin işten atılma korkusunun, utancın, yabancılaşmanın vb. işçilerde yarattığı en önemli duygu öfke ve hınç olabilir. Bu noktada işçilerin duygular aracılığıyla, örneğin öfke ve hınç aracılığıyla örgütlenebileceğini ve harekete geçebileceğini düşünüyorum. İşte bakın ekonomik olandan farklı bir noktaya vurgu yapıyoruz artık. Yani, diyelim işçi olmaktan kaynaklanan utanç duygusu bir devrimci kırılma anını yaratabilir. Ya da korku örneğin, insanların çıkarlarının nerede yattığının farkına varmalarına yol açabilir ve bu çıkarlara ulaşmak için neler yapılabileceğine dair doğru yönü gösterebilir. Bu nedenle korkunun mutlaka işçileri sindirip pasifleştireceğini söylemek doğru olmaz sanırım.
Tabii bu noktada benim çalışmamda özellikle öfke ve hınç öne çıkıyor. Burada da işçilerin bu öfkesini ve hıncını bir ahlaki öfke ya da ontolojik öfke olarak değil, daha çok sosyo-politik bir öfke olarak değerlendiriyorum. Yani bu öfke ve hınç, işsiz kalmaktan duyulan korkuya, aşağılanmadan kaynaklanan utanca, yeniden üretim araçlarının metalaştırılmasına, ahlaki ekonominin giderek erimesine vb. karşı verilen bir tepki gibi düşünülebilir. Bu durumun önemi, bu türden tehditlere karşı koymaya, yüzleşmeye ve direnmeye olanak tanıması aslında. Gerçekten de öfke ve hınç, aslında yeniyi yaratma duygusu olarak düşünülebilir.
Hazır bu konu açılmışken bir noktaya vurgu yapmama izin verin. Şimdi sadece işçilerin duygularından bahsetmek ya da yukarıda bahsettiğiniz türden değişkenlerin duygular üzerindeki etkilerine bakmak bir sosyolog olarak yapmam gerekenlerden biri. Zaten bunu yapıyorum. Ancak ben sadece burada kalmak istemiyorum, zira sosyolojinin dünyayı değiştirmenin bilimi olduğunu düşündüğümden bir adım daha atarak ve bu sefer hem bir sosyolog ama hem de bir sosyalist olarak bu duyguların toplumu değiştirme ve dönüştürme gücünü de anlamak ve yapabiliyorsak bu duyguları bahsettiğim çerçevede örgütlemek gerektiğini düşünüyorum. Aslında burada bahsettiğim meşhur 11. Tez: mesele sadece olan biteni anlamak ve yorumlamak değil, onu değiştirmektir ve ben sosyolojiyi dünyayı değiştirmenin bilimi olarak görüyorum doğrusu.
Çalışmada, duyguları belirleyen cinsiyet, etnik kimlik, inanç, kültür, eğitim, medeni hal vb. gibi değişkenler daha fazla yer alsın isterdim.
Aslında evet, farklı değişkenler duyguları belirleyici bir etken olabiliyor. Nitekim kadın işçiler ile erkek işçiler arasında örneğin işten atılma korkusu ya da işçi olmaktan kaynaklanan utanç arasında önemli farklılıklar ortaya çıkabiliyor. Bunun bir başka örneği medeni durum olabilir. Örneğin işsiz kalmanın yarattığı huzursuzluk ya da utanç diyeyim, evli olan işçilerde daha belirgin olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim “evini geçindirememek” gibi dışarıdan, başka insanlardan gelen yargılayıcı tutumlarla baş etmek zorunda kalıyorlar. Ama bekar ve yalnız yaşayan bir işçi için bu yargılayıcı tutum çok fazla geçerli olmayabilir. Ama orada da mesela bu sefer “bir baltaya sap olamamak” gibi bir durumdan kaynaklanan utanç daha yoğun olabiliyor. Ama sonuçta utanç duygusu bekar ya da evli olsun bir biçimde bu işçilerde ortaklaşıyor. Benim için önemli olan nokta daha çok buydu, yani ortaklaşa ortaya çıkan duygular ve bunların ortaya çıkardığı öfke ve hınç. Bunu farklılıklar önemsizdir anlamında söylemiyorum, belki bir başka çalışmada bahsettiğiniz türden değişkenlerin yarattığı farklılıklara yoğunlaşmak önemli olabilir. Hatta sektörel farklılıklar bile önemli bir değişken olarak görülebilir. Ancak ben şimdilik ortak biçimde ortaya çıkan duygulara yoğunlaştım. Zira buradan yola çıkarak işçileri örgütlemenin ve bir sınıf mücadelesine girişmelerinin yolunun açılabileceğini düşünmüştüm.
Duyguların dile getirilişinde görüşme sırasında alınan pozisyonlar, soruların sorulma biçimi, hatta muhatabın demografik özellikleri ve başka değişkenlerin etkili olduğunu düşünüyor musun? Mesela sen, görüşmelerinden alıntı yaptığın diğer arkadaşların yerine ben veya bir başkası yapsaydı görüşmeleri neler değişirdi? Biraz onları merak ettim. Mesela bir erkek işçi bir kadın araştırmacıya karşı nasıl pozisyon alırdı duygularını dile getirirken?
Çok önemli bir soru bu ve biraz yöntemle ilgili sanırım. Bu konuda şöyle düşünüyorum. Her görüşme ya da yüz yüze yapılan her anket aslında aynı zamanda bir bilgilenme sürecidir, yani hem araştırmacı hem de görüşme yapılan kişinin bilgilenmesi anlamında. Şimdi bu söyleşiyi okuyan ve halen alan araştırması yapan arkadaşlara bu konuşmamız yararlı olabilir diye biraz ayrıntılandırmak istiyorum. Örneğin işçilerle görüşürken benim sorduğum sorular üzerine daha önce hiç düşünmemişlerdi. Yani ancak ben sorduğum zaman düşündüler. Aslında bu durum her araştırma için böyledir. Yani siz anlamak istediğiniz meseleye ilişkin bir anket ya da görüşme soruları hazırlarsınız, kaldı ki bilmediğiniz konular üzerine ne anket ne de görüşme soruları hazırlayabilirsiniz. Araştırmacı olarak siz zaten baştan az çok ne öğrenmek istediğinizi bilirsiniz. Çünkü sizin kafanızda konuya ilişkin henüz daha net olmayan ama anlamak istediğiniz meseleler, birtakım problemler vardır, Marx’ın deyişiyle düşüncedeki soyut budur ve soruları da buna göre hazırlarsınız.
Bu soruları yönelttiğiniz insanlar muhtemelen siz sorduğunuz zaman bunlar üzerine düşünmeye başlar, daha önce bu konularda hiç düşünmemişlerdir çoğunlukla. Yani siz sorunca yaşadıklarını, deneyimlerini vb. hatırlar, onları anlatırlar. Örneğin işçilerle görüşürken ilk sorumuz “işçi olmak sence ne demek” sorusuydu ve birçoğu öncelikle bu konuda daha önce hiç düşünmediklerini söylediler ve ancak görüşme ilerledikçe düşünceleri, söyledikleri daha bir netleşti. Bu verileri topladıktan sonra elde ettiğiniz verilerle düşüncedeki somut oluşur kafanızda. Yani şöyle: Kafanızda bir problem, mesele, sorun vardır ama henüz tam çözememiş, netleştirememişsinizdir, düşüncedeki soyut budur. Bunu netleştirmek için ampirik verilere ihtiyacınız vardır ve bunun için görüşme, anket vb. yapıp veriler toplarsınız. Bence Marx’ın Kapital’e doğrudan somut bir nesneyle, yani meta ile başlamasının nedeni budur. Sonra bu verilerden yola çıkıp teoride bir netliğe ulaşırsınız. Yani başlangıçta düşüncenizde henüz netleşmemiş, daha soyut olan bir sorun, ampirik verilerden dolayımlarla düşüncenizde somutlaşmaya başlar. Sosyal bilimlerde araştırma süreci böyle yürüyor bence.
Dolayısıyla çok haklısın. Yani sorunun sorulma biçimi, demografik özellikler, hatta soruyu nasıl sorduğunuz, görüştüğünüz kişiyle ilk başta nasıl ilişki kurduğunuz vb. çok etkiliyor. Ama bu sadece benim araştırmamla ilgili değil, sosyal bilimler alanında yapılan bütün araştırmalar aynı sorunla karşı karşıya aslında. Ama buna sorun demek doğru olmayabilir. Çünkü bir doğa olayı ile karşı karşıya değiliz ki her yerde aynı sonucu versin. İnsan doğa olayları karşısında pasiftir, yağmur yağar, neden yağmur yağıyor diye ah vah etmenin alemi yoktur, zira yapacağınız bir şey yoktur, olsa olsa bu doğa olayını anlamaya çalışırsınız. Ama toplumsal olaylar içinin ve anlamının bizzat insanlar tarafından doldurulduğu olaylardır. Örneğin birine işçi olmak sence ne demek diye sorarsanız “toplumun en altında olmak” diyebilir, bir başkası ise “üretim yapmak, üretken olmak” diyebilir. Sonuçta biz de bu elde ettiğimiz verilerden yola çıkarak konuyu düşüncemizde somutlaştırmaya çalışıyoruz.
Bitirirken söyleşinin başlığındaki soruya yanıt vermeni rica edeceğim.
Belki öfke ve hınç konusunda son olarak şunları da söylemek gerek. Duyguyla devrim olmaz. Yani dünyanın herhangi bir yerinde işçi sınıfının giriştiği bir mücadele kaybedildiyse bunu işçilerdeki duyguların, örneğin öfke ve hıncın yetersiz olmasıyla açıklamak saçma olur. Ama yeterince incelendiğinde işçi sınıfının bir mücadeleye girişmesinde duyguların önemli bir yeri olduğu görülecektir. Burada önemli olabilecek bir nokta, bu öfke ve hıncın bireysel bir duygu olarak değil kolektif bir duygu biçiminde ele alınması ve böyle örgütlenmesidir. Öbür türlü yukarıda vurguladığım sosyo-politik öfkenin/hıncın ontolojik hınca dönüşmesi tehlikesi ortaya çıkar ki bu hınç hedefinden tamamen saparak, yani kendisini sömüren sınıfa yönelmeyen, hatta linçci bir hınca yol açabilir. Nitekim Suriyeli bir işçiyi kendisi gibi bir işçi olmaktan ziyade bir düşman olarak gören bir Türk işçi bu ontolojik hınçtan mustariptir. Bu aynı zamanda insanın insana yabancılaşmasının en bariz örneğidir.
Düzeltme ricası: Birkaç ay önce yazdığım, eski dansör ve dans hocası Kudret Şandra hakkındaki yazıyı okuyan eşi, yazının sonunda yer alan videoda dans eden kişinin Şandra olmadığını iddia etti. Bu konuda okurları bilgilendirmemi istedi. Ricasını yerine getiriyorum.
Bu haftanın kitabı, Yahudi soykırımını sadece dedesinin yaşadıklarından bilen bir gencin bu kolektif travmanın sonraki kuşakların hayatlarında yarattığı etkiyi sorguladığı Bir Düşüşün Güncesi, Michel Laub, Çev. Canberk Koçak, Kafka.
Funda Şenol Kimdir?
Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.
Selim Sırrı Tarcan: Bedeni ve zihni terbiye etmek 18 Ekim 2024
Batının vaatkar bedeni: Baraj Gazinosu’nun Avrupalı artistleri 04 Ekim 2024
Dişil enerji dedikleri ne ola ki? 20 Eylül 2024
Annemin karnıyarık tenceresi 30 Ağustos 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI