Işığın dağılan kozası: İpek Kıramer
İpek Kıramer, Cumhuriyet’in başkentinde doğdu, bir dönemin en yakın tanıklarından biri oldu. Görkemli, pırıltılı hayatının arka bahçesinde idamlar, intiharlar, ağır sağlık sorunları, depresyonlar vardı. Güçlü kişiliği ile hayatın üstesinden gelmeyi bildi. Geriye dönüp baktığında “Beş farklı insanın hayatını yaşamışım” diyor.
DUVAR - O yıllara göre pek rastlanmayan bu ismi hiç kimse onun kadar iyi taşıyamazdı. Güzelliğini, çekiciliğini annesi Vuslat Hanım’dan alıyordu. Bugün Kumbaracıbaşı Ailesi’ni yakından tanıyan, “o yıllar”ın tanığı hemen herkes, İpek’in adı geçtiğinde, önce onun “ne kadar zarif” olduğunu anlatır. Hakkında yazılanların hemen hepsi “snob” ve “çekici” bir kadın olduğu konusunda hemfikirdir. Şüphesiz ki bu tanımların haklılık payı yok sayılamaz. Fakat İpek Kumbaracıbaşı veya bilinen ismiyle İpek Kıramer, bütün bunların ötesinde bir duyarlılığa sahipti. Bu kesin! Burada onun, bir dönemin yakın tanığı, en özel kadınlarından birinin, İpek Kıramer’in hayatının çok kısa bir öyküsünü okuyacaksınız.
Annesi Vuslat (Muşkara) Hanım İzmirli, babası Şefik (Kumbaracıbaşı) Bey Giritli’dir. Şefik Bey, son derece mütevazı bir aileye mensuptur. Galatasaray Lisesi mezunu olması ona yepyeni hayat verir. İlerleyen yıllarda başarılı bir iş insanı olacaktır. Vuslat Hanım ise hem Osmanlı hem de Cumhuriyet dönemlerinde söz sahibi olmuş, karar mekanizması içinde yer almış bir ailenin üyesidir. Vuslat Hanım’ın babası Sultan Abdülhamid’in doktorlarından Mehmet Emin Paşa’dır. Paşa, Beyrut Üniversitesi’nden mezun, mükemmel Fransızca ve Arapça konuşan biridir. Vuslat Hanım’ın büyük dayısı Talat Muşkara ise “Atatürk’ün gizli silahı” olarak anılır. İttihâd ve Terakki Cemiyeti’nin İzmir genel sekreteridir. Talat Paşa ile karıştırılmaması için lakabı “Küçük Talat”tır. Vuslat Hanım, varlıklı ailesi sayesinde el bebek gül bebek büyütülür. İlk gençlik fotoğraflarında, gramofon eşliğinde dans eden, şık giysiler içinde arkadaşlarıyla piknik yapan, oldukça neşeli bir genç kız görürüz. Vuslat Hanım ve Şefik Bey’in yolları İzmir’de kesişir. Bir akraba vesilesiyle tanışır, aşık olur ve evlenirler. Bu aşktan iki çocuk doğar; Erim ve İpek.
ANKARA, 1950'LER, 60'LAR...
İpek Kumbaracıbaşı, 1945 yılında Ankara’da dünyaya gelir. Doğduğu yıl, İkinci Dünya Savaşı Almanların yenilgisi ile sonuçlanmış, Türkiye savaşa doğrudan dahil olmamayı başarmıştır. Bir yıl sonra, 7 Ocak 1946 tarihinde, Celal Bayar önderliğinde kurulacak olan Demokrat Parti, İpek’in yaşamında önemli bir yer tutacaktır. Ankara o yıllarda, sadece devletin resmi başkenti değil, adeta bir kültür sanat başkentidir de… Kumbaracıbaşı çiftinin evleri dönemin en nezih bölgelerinden, Kızılay’a yakın, Sümer Sokak’tadır. Beş katlı evi, baba Şefik Bey tasarlar. İpek’e göre orası bir evden çok, bir “yuva”dır: “Annem, babam, ağabeyim ve dadımla beraber yaşadığımız Sümer Sokak günleri unutulmazdı. Birbirine çok bağlı, mutlu bir aileydik. Bu mutluluğun temelinde şüphesiz ki anne ve babamın birbirlerine aşık olması yatıyordu. İnsan çocukken ne görürse, onu taklit eder. Biz sevgi, saygı görmüştük. Çocuk deyip geçmezlerdi, el üstünde tutulduk. Akşam yemeklerinde minik ailemiz sofrada toplanırdı. Bizim evde öyle özel günlere ayrılan sofra takımları filan da yoktu. Annem ve babam için en büyük misafir bizdik ve daima şık sofralarda ağırlandık”. Kumbaracıbaşı çiftinin evi, misafirlerle dolup taşar. Sevenleri, dostları çoktur. Bayram günlerinde Vuslat Hanım, çikolatasını, likörünü eksik etmez. Cumhuriyet Ankara’sında likör ikram etmek adeta bir gelenektir. O yıllarda likör, sadece bir içki ikramı değil, genç Cumhuriyet’in modernleşme sürecinin de bir parçasıdır. Tıpkı operaya ve baleye gitmek gibi! Kumbaracıbaşı çifti üst katlarında yaşayan Rus kiracıları ile birlikte sık sık Rus balelerini izlemeye gider; yeni kurulan Ankara Sanat Tiyatrosu’nun hiçbir oyununu kaçırmazlar. Şefik Bey, Hisar ve Varlık dergilerine abonedir. İpek’in şiir zevki, eve gelen bu dergiler sayesinde gelişir. Öyle ki Ankara Koleji öğrencisiyken şiir okuma yarışmalarında birinciliği kimseye bırakmaz. En sevdiği şair ise hiç değişmez. Attila İlhan’ın şiirlerindeki gerilimli hava, hayal ve gerçek, gizemli karakterler, kentsoylu duyarlık İpek’i elbette derinden etkiler. Vuslat Hanım ise sıkı bir Vogue Paris okurudur. 50’li yıllarda kadınların pek çoğunun ilham kaynağı, Marilyn Monroe olsa da Demokrat Partili hanımefendilerin “ikon"u Jacqueline Kennedy’dir. Berbere saç taratılırken, eve gelen terziye model gösterilirken hep aynı şey duyulur: “Jacqueline gibi olsun”. Gündelik terzilerin, terzihanelerin önemini yitirmediği, giderek herkesin Amerikan estetik anlayışıyla biçimlendiği dönemde Vuslat Hanım özgün stilini korur. Berbere sık gitmez, topuzunu kendi yapar. Lanvin Arpege kokusu duyuldu mu herkes bilir ki oradan Vuslat Kumbaracıbaşı geçiyor. Her zaman şık, bakımlı, güzel kokan; ipekler, danteller ve incilerle süslenmiş Vuslat Hanım, İpek’in hayatı boyunca en önemli rol modeli olarak kalır.
22 Mayıs 1950 tarihinde Demokrat Parti, iktidarı CHP’den devralır. Vuslat Hanım, Demokrat Parti iktidarını sevinçle karşılar. Öyle ya, Berin Menderes de yakın arkadaşıdır. İpek de beş yaşından bu yana ileride “kayınvalide”si olacak “Berin teyze”sini tanıyordur. Ülkedeki hemen hemen her kesimin desteğiyle iktidar olan DP, süreç içinde büyük bir düş kırıklığı yaratır, istenileni veremez. Vuslat Hanım’ın sevinci uzun sürmez. Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde bir grup subay, on yıllık Demokrat Parti iktidarının ülkeyi gitgide bir baskı rejimine ve kardeş kavgasına götürdüğü gerekçelerini ileri sürerek, 27 Mayıs 1960 sabahı ülke yönetimine bütünüyle el koyar. 37 subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi bu harekat ile anayasa ve TBMM'yi fesheder, siyasi faaliyetleri askıya alır. Yargılamalar neticesinde, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edilir. Ülkeye bir sis çökmüştür…
BEKLENMEDİK BİR AŞK: İPEK VE YÜKSEL...
Zaman geçer… Hayat yine olağan akışına dönmeye başlar. Vuslat Hanım yeniden davetler veriyordur. Bir poker davetinde Yüksel Menderes ve İpek yakınlaşır. Kısa süre sonra Berin Menderes, İpek’i oğluna ister. Adnan Menderes, idam edileli üç yıl olmuştur. Şefik Bey, önceleri “Ben acıya kızımı vermem” diyerek bu evliliğe karşı çıkar. Süreç içinde onay verir. İpek’in bu evliliği istemesinin nedenlerinden biri de, Menderes Ailesi’nin o yıllarda maddi manevi olarak zor günler yaşıyor olmasıdır. İpek, yoktan var etme tutkusuyla evlenmek ister. Her şeyi baştan yaratacağına inandığı için, ona göre ideal bir evlilik yapıyordur. Bu evlilik ile kederli Menderes’lere adeta bir güneş girer… Nikahlarının yapılacağı salon tıklım tıklım dolar. Kumbaracıbaşı ve Menderes ailelerin yakın çevresi, İpek’in kolejli arkadaşları ve böylesi bir güne şahitlik yapmak isteyen pek çok Ankaralı, nikah salonundan sokaklara taşar. İzdihamdan dolayı gelin ve damat, arabadan inemez. Berin Menderes, fenalaşır. Nikah memuru bu kalabalıktan ürküp, kayıplara karışır. Mecburen Berin Hanım’ın evine geri dönerler. Gece yarısı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı tarafından nikahları kıyılır. Şefik Bey, o gece günlüğüne “Kızım gitti, uğurum bitti” notunu düşerken, yeni evli çift, İstanbul’a, Çınar Oteli’nde balayına çıkar. Yeşilköy Çınar Otel, 60’lı, 70’li yıllarda oldukça gözdedir. Öyle ki İstanbul’u ziyaret eden Grace Kelly bile bu otelde konuk olur. Çiçeği burnunda evliler, balaylarında çok mutludur. Tek sorun, İpek’in Ankara’da geçen kültür-sanat dolu yıllardan sonra, İstanbul’u oldukça “görgüsüz” bulmasıdır.
DOSTLUKLAR: GÜZİDE ZORLU, EMEL ZORLU...
Hem İstanbul hem de Ankara yıllarında, İpek’in yakın çevresinde “Güzide hanımefendi” diye andığı Güzide Zorlu ve gelini Emel Zorlu vardır. Önceleri başbakan yardımcısı, sonraları dışişleri bakanı olan Fatin Rüştü Zorlu’nun annesi Güzide Zorlu’nun çocukluğu, genç kızlığı Osmanlı sarayında geçer. Son derece varlıklıdır. Hüseyin Rıfkı Paşa’nın kızı Güzide Hanım’ın ağzından çıkan her söz emir sayılır. Kolay kolay kimseleri sevmeyen Güzide Hanım, İpek’e bayılıyordur. İpek, Güzide Hanım’ın bir defasında “Bana genç kızlığımda mücevher hediye ederlerdi. Ben de ne olduğunu anlamaz, gidip, perdeye asardım” dediğini hiç unutmuyor. Güzide Zorlu, mücevherleri kadar, sahip olduğu gayrimenkuller ile de ünlüdür; “kırk anahtar” diye anılır. Güzide Zorlu, o yıllarda Taksim’deki Miramar Apartmanı’nın son katında yaşıyordur. İpek, sık sık Güzide Hanım’a yatılı misafirliğe gider. O günlerden birinde rüyasında babasının öldüğünü görür. Gözyaşları içinde uyanır. Hemen rüyasını anlatır. Güzide Hanım, İpek’i “Hadi canım, düşünme böyle şeyler. Baban inşallah çok yaşayacak” diye teselli eder. Bu rüyanın üstünden kısa süre geçer. Şefik Bey, birkaç ay sonra trafik kazasında hayatını kaybeder (Eylül, 1963). Öldüğünde henüz 50’li yaşlarındadır. İpek, Güzide Hanım’ın gelini Emel Zorlu ile de yakın bir ilişki kurar. Emel Hanım da tıpkı kayınvalidesi gibi, kimselere yüz vermemesi ile ünlüdür ama İpek’i öz kızı Sevin (Zorlu) kadar sever. İpek Kıramer, onu “Hayatımda gördüğüm en yüksek kalitede insandı” diye anıyor. Emel Zorlu, şıklığı ile meşhur bir hanımefendidir. Kendi çevresinde bile kimseler henüz bilmezken, Nina Ricci, Christian Dior gibi Fransız moda evlerinden başka hiçbir yerden giyinmez. Bir gün İpek’e, “Yukarıya, odama çık. Gardırobumdaki elbiselerle bize bir defile yap” der. Şöyle anlatıyor: “Ben o gün, bana kendi elbiselerini giydirerek, geçmişi yaşamak istiyor sandım. Bunun için defile yapacağımı düşündüm”. Emel Hanım, İpek’i, 1956 yılından kalma Christian Dior, kırmızı uzun tuvalet içinde görünce çok mutlu olur. İpek’e çok yaraştığını söyler, başka elbise denemesini istemez. O elbiseyi de hediye eder. Yıllar yılı özenle sakladığı bu elbiseden hâlâ heyecanla söz ediyor. Bu büyük dostluk, Emel Zorlu’nun vefat ettiği 5 Temmuz 1965 tarihine kadar sürer. Emel Hanım, öldüğünde henüz elli bir yaşındadır. Güzide Zorlu ise “İsmet İnönü ölmeden ölmeyeceğim” diyerek, iki kanser atlatır. Gerçekten de İnönü’den sonra, 1978 yılında, doksanlı yaşlarını sürerken vefat eder. Her iki kadın da yaşamlarının sonuna dek, İpek ile “anne-kız”/ “abla-kardeş” ilişkisini sürdürürler. İpek’in hayatını derinden etkileyen bütün kadınlar, giyim-kuşamları, görkemleri ile göz kamaştırır. Ne yazık ki, hemen hepsi büyük trajediler yaşar, intiharlar, idamlar gibi insan hayatını derinden sarsan olayları göğüslemek zorunda kalır. Yine de içlerine kapanmazlar!
MENDERES AİLESİ'NİN YENİ ÜYELERİ: IŞIK VE LÂLE
1963’te ilk çocukları Işık, 1968’de ikinci kızları Lâle dünyaya gelir. Küçük yaşta iki çocuğun bakımını üstlenmesi, üstelik Lale’nin beyin retardasyonu ile doğması, Yüksel Bey’in zor kişiliği ile birleşince mutlu başlayan bu evlilik, kısa süre içinde bunaltıcı hâle dönüşür. Vuslat Hanım’ın nazlı kızı için zor zamanlar başlar. Geriye dönüp baktığında, “Bu evlilikle birlikte birdenbire büyüdüm” diyor. Kötü giden evliliği içinde kendisini Lâle’ye adar. Hastalığa çare bulmak için gitmediği doktor kalmaz. En sonunda çok güvendiği bir doktor şöyle der: “Kızım, bu hastalığın tek çaresi var, o da sevgi. Her şeyi unut. Tüm sevginle kızına sarıl. Ancak o zaman düzelir”. Bu tavsiyeye bugün dahi harfiyen uyan İpek, kızının günbegün iyiye gittiğini görür. Annesi Vuslat Hanım, her daim yanı başında, en büyük desteğidir. İpek küçük kızı için bakım kurslarına giderken, Vuslat Hanım torunları için özel öğretmenler tutar. 23 yaşındaki İpek, iki yaşındaki kızının hastalığı ile yıpranmış, üstelik evliliği de günden güne kötüye giden, yorgun bir genç kadındır. Yüksel Menderes ile yollarını ayırmaya karar verirler. “Ayrılık da sevdaya dahil” midir, yeniden bir araya gelme çabaları oldu mu? Bilinmez… Tarih 8 Mart 1972’i gösterdiğinde Kavaklıdere’de, Kuğulu Park'ın hemen altındaki Güney Apartmanı'nın 10 numaralı çatı katında Yüksel Menderes intihar eder. Ölmeden önce, İpek’ e yazdığı mektupta şunlar yazıyordur: "Yıllar önce beni seven, benim de sevdiğim eşsiz sevgilim...İpeğim...Canım İpeğim... Sana bazı günlerimizin hatırası olarak benden kalan biçare buseyi bırakırım. Ne olur eşsiz sevgilim, aşkımızın eseri olarak çocuklarımızı sen kabullen. Seni sevdim. Yanından uzak olsam da yine sana yakınım. Gerisi boş. Bir an için var, sonra yokuz. Ne olur kabir acımı paylaş. Seni severek, sana veda ederim." İpek, Ankara’yı yaşadı… İpek, bir dönemi yaşadı. Bunca yıl sonra, Demokrat Parti’ye “içerden” bakan biri olarak şunları söylüyor: “Ben tarihçi veya politikacı değilim. Demokrat Parti iktidarı günümüze kadar süren ne hatalara yol açtı, derinlemesine bilemem. Bildiğim şu ki, Adnan Bey, vizyon sahibi bir insandı. Çalıp, çırpmadı! Fakat şu da bir gerçek ki, DP iktidarında İslamcı çevre ile yakınlaşıldı. Din üzerinden politika üretmek bu dönemde başladı”.
Bu trajik olayın yarattığı etkiye rağmen hayata dört elle sarılmayı bırakmayan İpek Kıramer, yıllar içinde iki evlilik daha yapar. 1977 yılında oğlu Emre doğar. Oğlunun doğumu, hayatını tazelese de, tanık olduğu bunca olaydan sonra ağır bir depresyon geçirir.
YENİ HAYAT...
Tarih 1979 yılını gösterdiğinde İpek’in hayatında yepyeni bir dönüm noktası yaşanır. Aynı apartmandan komşusu, onun iç giyimi çok sevdiğini, tasarımcı yönünü yakından bildiği için küçük bir fikir verir. “Sen parlak bir zekaya sahipsin. İç giyimi çok seviyorsun. Neden kendi markanı kurmuyorsun?" “İpek Kıramer” markası bu fikirden yola çıkarak doğar. İşine dört elle sarılır. Hayatında yeni bir dönem başlar. 1979 yılında atölye kurulur, 1985 yılında iç giyimde adını duyurur. O günden bu yana, 8 bin koleksiyona imza atar. Tek tasarımcı kendisi, ilham kaynağı ise annesi Vuslat Hanım’dır. 79 yaşında, bağırsak kanserinden vefat eden annesini, ölüm döşeğinde bile küpesiz görmediğini hiç aklından çıkarmaz. Tasarımlarında şiirlerin, Amerikan filmlerindeki ipek geceliklerin, dansların etkisi görülür. Sade, şık, etkileyici bir beğenisi vardır. Güzelliğin ise içten dışa geldiğine inanır. Onun için güzel olmak demek, beden temizliği, kişilerarası ilişki, saygı, sevgi ve üslupla doğrudan ilişkilidir. Günümüze dair sitemi de var: “Kadınlar marka çanta kullanmayı kendini gerçekleştirmek ile eşdeğer tutuyor. Dolayısıyla kadınlar çantayı değil, çantalar kadınları taşıyor. Paranızın olması sizi asil, gusto sahibi yapmaz”.
BİR DÖNEM, BİR KADIN...
İpek Kıramer, Cumhuriyet’in başkentinde doğdu, bir dönemin en yakın tanıklarından biri oldu. Görkemli, pırıltılı hayatının arka bahçesinde idamlar, intiharlar, ağır sağlık sorunları, depresyonlar vardı. Güçlü kişiliği ile hayatın üstesinden gelmeyi bildi. Geriye dönüp baktığında “Beş farklı insanın hayatını yaşamışım” diyor. Kalabalıklara karışmayı sevmiyor. Geçmişten yâdigar sağlam dostları ile görüşmeye devam ediyor. Yeni, sürprizli ve “orijinal” hiç kimseyle kolay kolay karşılaşmadığı için nesnelere daha çok bağlanıyor: “Emek verdiğin her şey seninle konuşur. Asla cansız olarak düşünmemek gerekir”. Sanırım, nesnelerin kendisini de değil, imgesini yaşamayı seviyor. Anlamsız bir kalabalığın ortasında olmaktansa, evinde vakit geçirmeyi tercih ediyor. Çocuklarının üçü ile de yakın arkadaş, üçü de kendi ayaklarının üstünde duruyor. Lâle bugün resimler yapan, renkleri çok iyi kullanan biri. Annesiyle birlikte çalışıyor.
Vuslat Hanım’ın “snob” kızı, şimdi ulaşılmaz derinliklerinde mücevher dolu anforalar, gemi enkazları, savaşlardan kalma kılıçlar barındıran, kendi kıyılarına çekilmiş dingin bir deniz gibi… Bağışlamaya ve yaratmaya hazır…