İşin 'mutfağına' inelim!
Genel olarak mutfakta geçen "Son Akşam Yemeği", hem mekan hem anlatım açısından farklı bir atmosfer yaratmayı başarıyor. Bizce hepimizin bildiği bir tarihi akışın dışına çıkarak süreci daha kişisel bir bakış açısıyla anlatmaya çalışmak da yeterince değerli.
Dünya sinemasında dönem dönem tarihsel figürleri tekrar hatırlatan, hatta bazen az bilenen yönlerini de tanıtan filmler çekildi. Özellikle son dönemde sinema salonlarımıza uğrayan, 'biopic' olarak adlandırabileceğimiz yapımları sayarsak liste oldukça kabarık olabilir. Hayatı anlatılan karakter dünyaca ünlü bir şarkıcı, ressam, mucit veya heykeltıraş gibi bir sanatçı olunca filmin sinematografik başarısı kadar gerçek hayata uygunluğu da önem kazanıyor.
Özellikle eğer bu figür bir ülkenin kaderini değiştirmiş, savaş alanında başarıları kadar politik kimliğiyle de tarihte yerini almış bir karakter olursa yüklenilen 'iş' daha da zor bir hale geliyor.
Cumhuriyetin 100. yılının vesilesiyle de çekilen ve Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatını (bir kez daha!) anlatan filmler özellikle bu sene içerisinde arka arkaya gelmeye başladı. Kuşkusuz Atatürk’ü ve hayatını anlatan film ve diziler daha önce de izleyicilerle buluşmuştu ama bu sene 3 Kasım’da seyirciyle buluşacak (sadece ilk bölümü de olsa) "Atatürk" filmini de hesaba katarsak, bu döneme yoğunlaşan yapımların gelmesi dolayısıyla bir sürpriz sayılmayacak!
Levent Onan’ın ilk uzun metrajlı filmi "Son Akşam Yemeği", olaya daha değişik bir pencereden bakmaya çalışıyor: Filmini Cumhuriyet'in ilan edilmesinin bir gün öncesine konumlandırarak odağını Atatürk ve arkadaşlarından çok Çankaya Köşkü'nün mutfağına ve burada yaşanan yemek 'trafiğine' çeviriyor. Kuşkusuz filmde Atatürk var ve filmin kritik noktalarında hikayeye yön veriyor ama senaryo daha çok aralarında politik konularda görüş ayrılıkları yaşayan mutfak personeli ve aralarında oluşan hiyerarşi üzerinden şekilleniyor. Filmin başkarakteri ocakçı Ahir’in tam bir Atatürk destekçisi olmaması ve bunun zaman zaman herkesin işini etkileyecek kişisel bir boyuta taşınması bizce filme başka bir boyut ve benzenlerinden ayrışan bir yön katıyor. Bu kadar 'hassas' bir sınırı, hikayeyi zedelemeyecek bir şekilde sunmak bizce belli bir senaryo ve yönetmenlik başarısı!
Hikayeye dönecek olursak: Cumhuriyet ilan edilmeden tam bir gün önce, ülke politik açıdan adeta 'alev alevdir' ve halkın içerisinde ciddi bir heyecan ve sabırsızlık hakimdir. Bu 'tarihi' adımdan önce Atatürk ve kurmayları Çankaya köşkünde buluşup, bir akşam yemeği çevresinde konuyu etraflıca konuşacaktır. Doğal olarak yenilecek akşam yemeği de büyük bir önem kazanmıştır ve mutfakta hummalı bir çalışma ve hazırlık da başlamıştır. Aşçıbaşının alışveriş dönüşünde büyük bir kaza geçirmesi bütün planları altüst eder.
GEÇMİŞİ SEVMEK DEĞİL SAYMAK!
Film, aslında daha ilk sahnesinde hikayenin bir 'mutfak' etrafında örüleceğinin emarelerini veriyor. Nispeten genç bir kadın adeta ölüm döşeğindeyken yemek yapmakta olan kızına, dedesinin ne kadar büyük bir aşçı olduğunu, zamanında sultanlara, padişahlara en güzel yemekleri sunduğunu uzun uzun anlatıyor ve son nefesini veriyor. Babanın da ortada olmamasıyla bir anda kendisini dedesine emanet edilmiş olarak bulan kız, bulundukları Çankaya Köşkü'nde bir yandan dedesiyle olan bu yeni hayata ayak uydurmaya çalışıyor, bir yandan da hayran olduğu Atatürk’ü en azından görmek istiyor. Aslında filmin büyük bir kısmının mutfakta ve bu mutfakta yapılan yemekler etrafında döndüğünü göz önüne alırsak, sadece bu bile Türkiye sinemasında pek rastlanır bir şey değil! Senaryo bir anlamda yemek yapmanın sadece karın doyurmak için bir araç olmadığının, sunulan yemeğin insanları ağırlamanın en önemli mihenk taşlarından birini oluşturduğunun hatta önemli politik toplantılarda verilen yemeğin kalitesinin davetlilerin motivasyonunda bile etkili olabileceğinin altını ince bir şekilde çiziyor. Bu bağlamda davetlilerin afiyetle yemekleri yemesine ve takdir etmesine rağmen Atatürk’ün hiçbirine dokunmamasına daha sonra değineceğiz.
Ayrıca bu sunulan yemeğin şöyle bir özelliği de var: Başlarda o zamanlar Atatürk’le evli olan Latife Hanım, aşçıbaşı Mahmut Ağa’ya akşamki yemeğin çok önemli olduğunu, gerekli hassasiyet ve dikkatin gösterilmesi gerektiğini ciddi bir şekilde tembihliyor. Gördüğümüz kadarıyla sunulacak ana yemeklerden biri özel bir balık, tatlı olarak parfe (parfait) olarak seçiliyor vs. Yaşanan büyük kaza ve satın alınan bütün malzemelerin adeta heder olması sonrasında mutfağın başına geçen Ahir, oldukça kısıtlı imkanlarla, gerektiğinde bazı malzemeleri kendisi toplayarak o kadar süslü olmasa da yine de son derece lezzetli Osmanlı mutfağına özel (!) yemekler çıkarıyor. Hatta yemek takımlarını bile eski motifli olanlarla değiştiriyor. Bizce burada hem eski Osmanlı yemek kültürüne bir gönderi hem de o dönem ciddi bir yokluk çeken halkla paralel giden bir anlatım var.
BAŞAŞÇILIKTAN OCAKÇILIĞA DÜŞMEK…
Filmin başkarakteri Ahir’in duruşu da dikkat çekiyor. Kendisi mutfakta çok konuşmasa da söylediği ufak yorumlarında durum(un)dan bir memnuniyetsizlik ve bezginlik duyduğu anlaşılıyor. Bunun nedeni tabii ki zamanında 'sarayın' başaşçısıyken şimdi ayak işlerine bakan bir ocakçı mertebesine düşmesi olabilir ama bizce içinde bu kadar kişisel olmayan bir neden de var: Kendisi mutfağında çalıştığı Mustafa Kemal’e tamamen karşı ve vatansever duygulardan yoksun biri değil ama sarf ettiği "Koca padişahı bir kalemde sildiniz!" veya aşçıbaşı Mahmut yeni bir tencere almaya gittiğinde temizlediği eski tencereye bakarak "Zamanı gelince bu eski tencereyi de atarsınız!" gibi sözler kendisinin Osmanlı İmparatorluğu'na ve değerlerine belli bir saygı ve özlem duyduğunu gösteriyor. Aslında bu yakınlığı geçmişe duyulan bir sevgiden ziyade bir sadakat gibi görebiliriz. Bu politik duruş doğal olarak Atatürk’e hizmet etmekten gurur duyan ve ona büyük bir güvenle inanan mutfak personelini de rahatsız ediyor.
Öncelikle şunu da belirtmekte yarar var. Ahir de zamanında ülkesine hizmet etmiş hatta zamanında Çanakkale Savaşı'na katılmış ve bu esnada yaralanarak bir kolu felçli kalmış bir gazi. Ama şunu da unutmamak gerekir ki o dönemde Mustafa Kemal, Yarbay rütbesinde bir Osmanlı subayıydı ve bir rejimin kuruluşunda başrolü üstlenecek bir pozisyonda henüz değildi. Dolayısıyla Ahir’in Mustafa Kemal’e bir asker olarak verdiği değerde bir eksiklik yok. Sorun, onun Osmanlı İmparatorluğuna olan sadakatinden kaynaklanıyor.
Atatürk’ün misafirlerinin aksine yemeklere dokunmaması konusuna gelirsek: Burada bizce bir bilinmezlik yatıyor. Atatürk, sonrasında "Dişim ağrıyordu!" dese de aklımızda (kendisinin mutfak personeliyle kişisel bir ilişki kurmadığını düşünürsek) sorunun yemeklerin Osmanlı tarzında servis edilmesinden hoşnut olmamasından mı yoksa ertesi gün ilan edeceği Cumhuriyet’in kendi mutfağında bile bir kesim insan tarafından kabullenmediğini hissetmesinden mi kaynaklandığını tam olarak anlayamıyoruz. Bizce bu şüpheler basit bir cevapla geçiştirilecek sorular değil!
Ama sonunda bu şüpheler Atatürk’ün yemek sonrasında bizzat mutfağa inmesiyle ve Ahir’le yüz yüze konuşmasıyla bir ortak noktaya bağlanıyor.
Oyunculara bakacak olursak.. Atatürk rolünde Onur Tuna inandırıcı bir portre çiziyor. Uzun zamandır bu kadar karizmatik, kararlı ve enerjik bir Atatürk canlandırması görmemiştik herhalde. Başta Mahmut Ağa’yı oynayan Necip Memili olmak üzere mutfak personelini canlandıran ve usta oyuncularla genç isimleri harmanlayan kadro da başarılı performanslar sergiliyorlar. Bir de tabii asıl karakter Ahir’i oynayan büyük oyuncu Engin Şemkan bir kez daha derinlikli, dokunaklı ve çok hoş nüanslı bir portre çizmeyi başarıyor.
Sonuçta biraz karikatürel kokan Çanakkale Savaşı sekanslarını bir kenara koyarsak, genel olarak mutfakta geçen bu dram, hem mekan hem anlatım açısından farklı bir atmosfer yaratmayı başarıyor. Bizce hepimizin bildiği bir tarihi akışın dışına çıkarak süreci daha kişisel bir bakış açısıyla anlatmaya çalışmak da yeterince değerli.