İslam ve Sosyalizm: 'Müslüman Sovyet cumhuriyetleri, sistemin yıkılmaması için direndi'
Osman Tiftikçi'nin kaleminden 'İslam-Sosyalizm: Bolşevik Devrimi ve Din' kitabı Nota Bene Yayınları tarafından yayımlandı. Tiftikçi ile Bolşeviklerin dini alandaki politikalarını ve bu politikaların Müslüman toplumlar üzerindeki etkilerini incelediği kitabını konuştuk.
DUVAR - Türkiye ve Osmanlı tarihinde İslam alanında yaptığı çalışmalarla bilinen Osman Tiftikçi'nin 'İslam-Sosyalizm: Bolşevik Devrimi ve Din' isimli kitabı Nota Bene Yayınları'ndan çıktı. Kitapta Bolşeviklerin İslam tartışmalarından bu tartışmaların Türkiye yansımalarına kadar pek çok dikkat çekici bölüm bulunuyor.
Biz de araştırmalarının detaylarını konuşmak üzere Tiftikçi'ye sorularımızı yönelttik. Kendisiyle kitaptan yola çıkarak bir sohbet gerçekleştirsek de Tiftikçi, eski Sovyet cumhuriyetlerinin bugününe dair de aydınlatıcı noktaların altını çizdi: “Eski sistemi bizzat yerinde inceleyen araştırmacılar, Müslüman cumhuriyetlerde Sovyet sistemine karşı kitlelerin ciddi bir tepkisinin olmadığı konusunda fikir birliği içindedirler. Zaten eski sistem, durumlarından hoşnut olmayan kitlelerin eylemleriyle yıkılmadı.”
'BOLŞEVİKLER MÜSLÜMAN HALKLARLA DEVRİMDEN SONRA İLİŞKİ GELİŞTİRDİ'
Öncelikle 'İslam-Sosyalizm: Bolşevik Devrimi ve Din' isimli yeni kitabınızın oluşum sürecinden bahsederek söze başlayalım. Daha önce de İslamcılık üzerine çalışmalarınız var, bu anlamda son kitabınızın tamamlayıcı nitelikte olduğunuzu söyleyebilir miyiz? Sizi konuyu araştırmaya sevk eden şey ne oldu?
Beni böyle bir çalışmaya iten nedenler ne olursa olsun, bunun gerekli bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Bu son kitapla birlikte İslamcı düşünceyi 19. yüzyıl sonlarında ortaya çıkışından, emperyalizme bağımlı devletlerde gösterdiği gelişim sürecinden ve ilk sosyalizm deneyimi altında yok oluşuna kadar, tarihi seyri içinde incelemeyi tamamlamış oldum.
Ekim Devrimi’nden sonra Müslüman halkların sosyalist düşünceyle iyi ya da kötü bir etkileşime geçmesi, Türkiye’deki sosyalist harekette nasıl yankı buldu? Osmanlı’dan Birinci Paylaşım Savaşı döneminde, hatta Cumhuriyette dahi İslam ile sosyalist düşüncenin yer yer iç içe geçtiği hareketler vardı fakat Ekim Devrimi’nin kendi etki alanındaki Müslüman halklarla ilişkisi bizim coğrafyamızda bir ses getirdi mi?
Rusya’daki Müslüman halklar Ekim Devrimi'nden önce de sosyalist düşünceyle ilişki içindeydiler. İlişkinin düzeyi Orta Asya Müslümanlarında, Tatarlarda, Azerilerde farklıydı. Bu ilişki esas olarak 1905 devrim sürecinde başlamıştı. Müslüman önderlerin Sosyalist Devrimcilerle (Es-Er’ler), Menşeviklerle ilişkileri daha gelişkindi. Ama Müslüman yenilikçi liderlerin çok büyük bölümü Kadet’lerle yani Rusya muhalefetinin sağ kesimiyle birlikte çalışıyordu. Kadimci diye adlandırılan dini gerici hareket ise Çarlık işbirlikçisiydi. İslam’la sosyalizmi bağdaştıran düşünceler de bu dönemde ortaya çıktı. Bu arada Bolşeviklerin Müslüman halklarla ilişkileri diğer muhalif örgütlere göre çok zayıftı. Bolşevikler Müslüman halklarla, esas olarak Ekim Devrimi’nden sonra ilişkiler geliştirebildiler.
Rusya Müslümanları içindeki gelişmelerin Osmanlı’daki sosyalist harekete etkisine gelince... Önce şu önemli olguyu belirtmemiz gerekir: 20. yüzyıl başlarında, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, Müslüman halklar arasındaki yatay ilişkiler çok daha gelişkindi. Rusya Müslümanları, Mısır, Orta Doğu, Balkan Müslümanları, Hindistan hatta Çin Müslümanları arasında yakın ilişkiler vardı. Bunlar birbirlerine gidip geliyorlar, aynı yayın organlarında (örneğin Sırat-ı Müstakim, İslam Mecmuası gibi) yazı yazıyorlardı. Osmanlı henüz parçalanmamış, Rusya Müslümanları ve Hindistan Müslümanları da kendi devletlerini (Pakistan) kurmamışlardı. Birinci Dünya Savaşı sonrasında bağımlı Müslüman devletlerin ve Sovyetlerde de Müslüman Sovyet devletlerinin kurulmasıyla birlikte bu yatay ilişkiler hemen hemen son buldu. Bağımlı devletlerin dış ilişkileri emperyalist merkezler tarafından düzenlenmeye başladı. Sonuçta Sovyetlerdeki, Orta Doğu ve Afrika’daki, Hindistan’daki, Balkanlardaki Müslüman topluluklar birbirinden tecrit oldular. İslami kesim bu olguya dikkat çeker ve Türkiye Cumhuriyeti devletini, bizi Müslüman dünyadan koparmakla suçlar. Aslında bu kopuş iradi bir müdahaleden çok, tarihi sürecin gelişiminin doğal bir ürünüydü.
Bunu belirttikten sonra konumuza dönersek. Rusya’daki Cedidci (yenilikçi, ilerici) hareketle, Osmanlı Türkçü, İslamcı ve Sosyalist hareketi çok daha özel ilişkilere sahipti. Bunlar Rusya’daki 1905 devriminden ve Osmanlı’daki 1908 devriminden sonra iç içe geçmişlerdi, birlikte çalışıyorlardı, İstanbul’da ortak dergiler çıkarıyorlardı, aynı derneklerde yer alıyorlardı.
Sosyalizmle ilişkiye gelince, Osmanlı İslamcıları sosyalizm karşıtı olarak ortaya çıktılar. Buna karşılık Osmanlı’da 1910 yılında Osmanlı Sosyalist Fırkası’nı kuran İştirakçi Hilmi, İslamla sosyalizmin çelişmediğini öne sürüyordu. Bu görüş Rusya’daki bazı Cedidciler tarafından 1905 devriminden beri savunulmaktaydı.
1913 İttihatçı darbesinden sonra bu görüşler unutuldu. Araya Dünya Savaşı girdi ve 1918 Mütareke ve Milli Mücadele döneminde tekrar ortaya çıktılar. Bolşevik Devrimi, büyük bir sempati yaratmıştı. Bolşevizmin İslam’la çelişmediği tezi de bir dönem moda oldu. Yeşil Ordu, Ankara’daki Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası bu tezi savunuyorlardı. Öne çıkan Nakşi Şeyhi bir din adamı da vardı; Şeyh Servet. Yeşil Ordu’nun İslamcı- sosyalizmi, THİF ve Rusya’daki Mustafa Suphi üzerinde, Rusya’daki Komünist Müslümanların belirleyici etkisi vardı. Bu dönem kısa sürdü. Ankara Hükümeti'nin 1921 yılında başlattığı saldırıyla, hem komünist hareket, hem İslamcı sosyalizm tasfiye edildi.
'ETNİK VE DİNİ BOĞAZLAŞMALAR, SİSTEM ÇÖKÜNCE BAŞLADI'
Sovyet deneyimine baktığımızda çeşitli dönemlerde dine yaklaşımın farklılaştığını görüyoruz. Mesela bir dönem ‘kızıl imamlar’ı dahi görüyoruz. Fakat kimi zamansa uzlaşıdan daha farklı yollar da tercih edilmiş. Kabaca yaklaşımlardan bahsetmek gerekirse nasıl kategorize edebiliriz? Bolşevikleri bu uygulamalara iten noktalar sizce neler?
Sovyetlerin dini gericiliğe karşı mücadelesi düz bir çizgi izlemedi. 1918 yılında başlayıp 1921-1922 yıllarına kadar süren Savaş Komünizmi dönemi, bu dönem sonrasında gelen ve 1928-1929 yıllarına kadar devam eden uzlaşıcı, nispeten tavizkar politikalar, 1929’dan 1941’e yani II. Dünya Savaşı’na kadar süren sertleşme dönemi, İkinci Dünya Savaşı’nda tekrar uzlaşıcı, tavizkar politikalara dönülmesi. Stalin’in ölümüne kadar (1953) dine yönelik politikalarda böyle değişmeler oldu. Bu değişiklikleri yaratan olgu, dine yönelik politikaların karşılaştığı tepkilerdi. Örneğin 1918 Ocak ayında dini devletten, eğitimi dinden ayıran kanun uygulamaya başlandı. Dini kurumların mal varlıklarına el konuldu, dini eğitim kurumları, dini mahkemeler kapatıldı. 1918 Temmuz ayında kabul edilen ilk sosyalist anayasa ile din adamlarının seçme ve seçilme hakları elinden alındı. Bu dini önlemlerin, Savaş Komünizmi kararlarıyla birlikte, örneğin; özel mülkiyetin yasaklanması, kamulaştırmalar, ücretlerin ayni ödenmesi, köylü ürünlerine yer yer zorla el konulması, zorunlu çalışma vs. gibi ekonomik önlemlerle beraber uygulandığını not etmek gerekir. Tüm bunlar önemli bir kitle tepkisiyle karşılaştı. Orta Asya’da Basmacı İsyanı'nın kitle desteği arttı. 1921 yılı Mart’ında Savaş Komünizmi politikalarına son verildiği gibi, dini alanda da bazı geri adımlar atılmaya başlandı. Örneğin Orta Asya’da 1921 yılında dini mahkemeler, medreseler yeniden açıldı, okullara din dersi konuldu. Mayıs 1922’de RKP(b) kararıyla bu geri adımlar resmileştirildi ve kamulaştırılan vakıf malları geri verildi.
NEP döneminde din adamlarını kazanacak politikalar geliştirildi. Örneğin “Yenilikçi Kilise” adıyla Ortodoks kiliseye alternatif, Sovyet yanlısı bir kurum oluşturuldu. 1923 yılında Taşkent’te Orta Asya Müslümanları için ilk kez dini idare (Mahkeme-i Şeriye) kuruldu. O zamana kadar, Kafkaslar’da, Kırım’da, Ufa’da dini idareler vardı ama Orta Asya’da dini idare yoktu.
Bolşevikler bu tavizkar politikaların hem faydasını gördüler hem de sakıncalı sonuçlarıyla karşılaştılar. Bolşevikler bu politikayla Cedidci ulemanın önemli bir kesimini yanlarına çekebildiler. Bu ulema kesimi, toprak devriminin, modern okulların, Sovyet sisteminin İslam’la çelişmediğini anlatan fetvalar yayımladılar. Bu fetvalar kitle üzerinde etkili oldu. Fakat bu süreçte tarımda ve ticarette özel mülk sahipleri, tüccarlar da önemli bir güç haline geldiler, dini kurumlar üzerinde güçlenen burjuva kesimlerin etkisi arttı, milliyetçilik gelişti.
8 Nisan 1929 Dini Kurumlar Kararnamesi ile bu uzlaşıcı politikalar son buldu. İbadet dışında her tür dini faaliyet (eğitim, propaganda, sosyal etkinlik gibi) yasaklandı. Vakıflar kamulaştırıldı, dini mahkemeler, kadılıklar kaldırıldı, medreseler kapatıldı, Taşkent’teki dini idare de kapatıldı. Birçok din adamı tutuklandı, sürgüne gönderildi, öldürüldü.
İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın Sovyetlere saldırısı ile birlikte bu politikalar da son buldu. Dini idareler tekrar faaliyete geçtiler, bu arada ateistliği yaymak için kurulan ve Sovyetler genelinde örgütlü olan Militan Ateistler Birliği kapatıldı.
Stalin’den sonrası ise -Kruşçev dönemindeki nispi sertleşmeyi bir yana bırakırsak- 1980’lere, hatta yıkılışa kadar süren istikrarlı bir durgunluk dönemiydi.
İkinci Dünya Savaşı’ndan Sovyet sisteminin çökmesine kadar süren neredeyse 60 yıllık bir istikrarlı dönemden söz ediyorsunuz. O zaman İslami kesimin ağzından düşürmediği; “Rusya’da Müslümanlara yapmadıklarını bırakmıyorlar, zulüm altındalar, katlediliyorlar” türünden iddialara ne diyeceğiz?
Bolşevik Devrimi’nden hemen sonraki iç savaş döneminde ve 1930’lu yıllarda, Müslümanlar üzerinde bir baskı ve zordan söz edebiliriz. Fakat İkinci Dünya Savaşı’ndan çöküşe kadar, yani 1990’ların başlarına kadar olan dönemde böyle bir şey olmadı. Etnik ve dini boğazlaşmalar eski sistem çöktükten sonra başladı. Eski sistemi bizzat yerinde inceleyen araştırmacılar, Müslüman cumhuriyetlerde Sovyet sistemine karşı kitlelerin ciddi bir tepkisinin olmadığı konusunda fikir birliği içindedirler. Zaten eski sistem, durumlarından hoşnut olmayan kitlelerin eylemleriyle yıkılmadı.
Üstelik Orta Asya Müslüman Sovyetlerinin hem yönetici kesimi hem de halkı, eski sistemin dağılmaması, devam etmesi için direndiler. 1991 yılı Mart ayında Sovyetler Birliği’nin korunup korunmaması üzerine bir referandum yapıldı. Orta Asya halklarının yüzde 90’dan fazlası birliğin korunması için oy kullandılar. Gene Orta Asya cumhuriyet yönetimleri, birliği dağıtan bir kişi olarak gördükleri Gorbaçov’a karşı Ağustos 1991’de yapılan darbeyi desteklediler. Bunlar, darbe başarısız olduktan sonra bağımsızlıklarını ilan ettiler.
Sistem çökertildikten sonra yapılan dini açılımların nedeni de, kitlesel tepkiler, istemler değildi. İlk dindarlaşanlar düzeni çökerten ve yeni düzenin de başına geçen eski yönetici kesimdi. Halkın önemli bir bölümü dinin okullara ve toplumsal yaşama sokulma çabalarına, dini kurumlara yasal statü ve devlet desteği sağlanmasına karşı direndi ve bu direniş etkili oldu. Selefi hareketler Amerika’nın, Türkiye’nin, Suudi Arabistan’ın, Pakistan’ın, Afganistan’daki grupların bütün gayretlerine rağmen bu ülkelerde taban bulamadılar.
Müslüman kitlelerin Sovyet sistemine karşı bu tavrı sebepsiz değildi. Müslüman halklar, tarihte ilk kez Sovyet sistemi altında ulusal devletlerini kurabildiler. Türkiye’deki ulusal devlet Sovyetlerden yıllar sonra kuruldu. Müslüman halklar ulusal dillerini, tarihlerini, edebiyatlarını, kültürlerini Sovyet sistemi sayesinde geliştirebildiler. Orta Asya’daki Türkmen, Özbek, Tacik, Kırgız, Kazak ulusları Sovyet sistemi altında oluştu. Daha önce bunlar ulus değildi. Aynı durum Kafkaslardaki (Azerbaycan’ı istisna tutarsak) Müslüman halklar için geçerlidir. Sovyetlerdeki Müslüman halklar, okur yazarlık düzeyi, kültürel gelişmişlik, kadın hakları, işçi hakları ve sosyal haklar bakımından bütün dünya Müslümanlarından ileri bir düzeye gelebildiler.
Sovyetlerde Müslümanlar kırıma uğradı, katledildi diyenler, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetlerde kaç Müslümanın katledildiğine, buna karşılık Amerika’nın kaç milyon Müslümanı katlettiğine (sadece Irak-İran savaşında milyonlarca insan, çoluk çocuk öldü), Müslüman devletlerin kaç Müslümanı öldürdüğüne bir bakmalıdır. Sovyetler Birliği'nde Müslümanların dini hakları engelleniyordu diyenler, Müslüman Kürtlere kendi dillerinde eğitim hakkının bile hala verilmediğini unutmamalıdırlar.
Bu söylediklerimizden eski Sovyet sistemini tümüyle olumladığımız gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Eski Sovyet sistemine nasıl baktığımızı kitabımızda anlattık.
'İŞÇİLERİN DİNİ İNANÇLARI, KOMÜNİST PARTİLİ OLMAYA ENGEL DEĞİLDİ'
Sizin de kitabınızda altını çizdiğiniz üzere İslam ve sol arasındaki ilişkiye dair iki temel yaklaşım var. Birinci yaklaşım İslamla sosyalizmin çeliştiğini, diğeri ise çelişmediğini tersine uzlaştığını söylüyor. Belki Sovyet deneyimiyle birlikte bu konu daha yaygın bir şekilde tartışılmış olsa da günümüzde de benzeri yaklaşımları görebiliyoruz. Hatta İslam haricinde Latin Amerika’ya baktığımızda Kurtuluş Teolojisininin kıta genelinde ciddi bir ses getirdiğini biliyoruz. Bugünün dünyasını ele aldığımızda geçmişte İslam-Sosyalizm ilişkisini nasıl bir şekilde okumalıyız?
İslam’la sosyalizmin, ya da Hıristiyanlıktaki Kurtuluş Teolojisini de hesaba katarak, genel olarak dinle sosyalizmin çelişmediği tezi, sınıf mücadelesi tarihinde, emperyalizm döneminde ortaya çıkan evrensel bir tez olarak görünüyor. Sosyalist hareketin ezilen kitleler gözünde prestij sağladığı her yerde, hangi dinden olursa olsun, dindar kesim içinde, sosyalizmle dinin çelişmediğini öne süren bir anlayış ortaya çıkmaktadır. Hıristiyanlık için daha çok Latin Amerika’da rastladığımız bu anlayış, 20. yüzyıl başlarında, çok güçlü olmasa da, Rusya’da ve Avrupa’da da ortaya çıkmıştı. Ben diğer dinleri, örneğin Budizmi, Hinduizmi incelemedim. Ama bu din mensupları arasında da, sosyalist ideolojinin prestijli olduğu dönemlerde, kendi inançlarını sosyalizmle uzlaştıranların var olduğunu tahmin ediyorum. Bizde Alevi inancında olanlar içinde, Aleviliğin sosyalizm olduğunu söyleyen epeyce insan var. Özetle dini inançla sosyalizmi bağdaştırmak, sınıflar mücadelesinde ortaya çıkan genel bir olgu olarak görünüyor.
Dini, sosyalizmle uzlaştıran anlayışa karşı sosyalistlerin tavrı, tarihi koşullara ve sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına göre değişmiştir. Bu konuda elimizde Rusya ve Sovyetler örneği, Türkiye sosyalistlerinin 1920’li yıllardaki tavrı ve Latin Amerika devrimcilerinin tavrı var.
Lenin 1900’lerin başlarında işçilerin parti üyesi olabilmeleri için ateist olmalarının şart olmadığını yazıyordu. Ama aynı dönemde, aydınlar arasında ortaya çıkan dini sosyalizmle bağdaştıran anlayışa da karşı çıkıyordu. Dini, bilimsel olarak eleştirmeyi ihmal etmiyordu. Lenin’e göre dinle Marksizm arasında uzlaşmaz bir çelişki vardı. Ama işçilerin dini inançları, onların Komünist Parti üyesi olabilmelerinin önünde bir engel olarak görülmüyordu.
Bolşevikler iktidarı ele geçirdikten sonra, ateist çalışmalar başlayınca parti üyelerine ateist olma zorunluluğu getirildi. Parti üyeleri için din, artık kişisel bir sorun değildi. Bolşevikler Müslümanların yaşadığı bölgelerde İslam’la sosyalizmi bağdaştıran din adamlarıyla birlikte çalışıyorlardı. 1930’larda bu ittifak bitti ama İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra tekrar kuruldu.
1970’li yıllara gelindiğinde ise, İslam’ı sosyalizmle bağdaştıran dini idarelerin reformist fetvaları Sovyet yönetimi tarafından artık hoş karşılanmıyordu. Müslüman din adamları örneğin, oruç tutmanın, kurban kesmenin zorunlu olmadığını öne süren, çarşaf giymenin, türbe ziyaretlerinin İslami olmadığını belirten fetvalar yayımlıyorlardı. İslam ulemasının bu tavrı Sovyet yönetimi tarafından, dini modernleştirerek, dinden uzaklaşmış kitlelerle yeniden bağ kurmak, komünizmi kurma sürecinde dinin zorunluluğunu göstermeye çalışmak biçiminde yorumlanıyordu. Sovyet toplumunda inançlıların oranı 1970’li yıllarda işçi sınıfı içinde yüzde 10’lara kadar düşmüştü.
Rusya’da ve Sovyetlerde genel olarak dine karşı, özel olarak da dini sosyalizmle bağdaştıran anlayışa karşı tavır süreç içinde koşullara göre değişmişti.
Türkiye’de İslam’ı sosyalizmle, anti kapitalistlikle uzlaştıran görüşlere gelince... Bizim tarihimizde İslam’la sosyalizmi bağdaştıran görüşler ilk kez İslamcılar tarafından değil, 20. yüzyıl başlarında dönemin Türkiye solcuları tarafından öne sürüldü. Ama ben bu görüşü savunan Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın (İştirakçi Hilmi), Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası’nın (THİF) ve 1950’lerdeki Vatan Partisi’nin (Dr. Hikmet Kıvılcımlı), bu anlayış sayesinde siyasi olarak güçlendiklerine dair hiçbir veriye rastlamadım. Sözünü ettiğim sol örgütler bu anlayışla Müslüman kitlelere ulaşamadılar. Dindar kitle, sağ partilere eğilimli oldu. 1960’lı yıllardan itibaren kitleselleşen solun böyle bir tezi yoktu. Aynı şekilde 1980’lerden itibaren kitleselleşen Kürt hareketi de laik bir hareket olarak geniş kitlelere ulaşmayı başardı.
Milli Mücadele döneminde İslami kesimden olup da bu görüşü savunan tek kişi, THİF’nin de yönetiminde yer alan Nakşi Şeyhi Şeyh Servet Efendi idi. İslami kesimden gelme gençlerin, cemaatçi anlayıştan koparak, düzen karşıtı, soldan etkilenme görüşler öne sürmeleri 1970’li yılların sonlarına doğru gerçekleşti. Sedat Yenigün, Metin Yüksel, Şeyhmus Durgun gibi gençler bu anlayışın öncüleriydi. Bu üç genç de devlet tarafından katledildi. Bu gençlerin anlayışını '1960’lardan Günümüze Türkiye’de İslami Hareket' isimli çalışmamızın, “1970’li Yıllarda Tevhidi Hareket” başlıklı bölümünde anlattık.
Günümüzde İslami kesimden gelme bazı anlayışlar, Müslümanlığın anti-kapitalist olduğu tezini çıkış noktası olarak alıyorlar. Bu kesimin dini bağnazlığa ve siyasi iktidara karşı mücadelesi, dindar kitlelerden daha çok laik ve sol kesimin sempatisini topluyor. Bunlar dindar, Müslüman kitle içinde, örneğin cemaatler gibi ciddi bir dinamik güç haline gelemediler.
İslamı, Aleviliği, Hıristiyanlığı yani genel olarak dini sosyalizmle uzlaştıran anlayış bilimsel olarak eleştirilmelidir. Ama bu kesimlerin dini bağnazlığa, siyasi iktidara karşı verdikleri mücadeleye saygı duyulmalıdır. Bunlar mevcut koşullarda ülkemizdeki demokratik hareketin bileşenidirler.
İslamın bir din, sosyalizminse bir bilim olduğu gerçeğini kabul edersek eğer, elbette sizin de vurguladığınız üzere iki uzlaşmaz noktayı karşımızda bulacağız. Fakat aydınlanmacı sol anlayışla aradaki çizgiyi sizce nasıl çekmek gerekiyor?
Aydınlanmacı sol anlayış deyince Türkiye’de akla gelen Atatürkçü kesim oluyor. M. Kemal dönemi, ekonomik, siyasi, ideolojik bakımdan olduğu gibi, dini uygulamalar bakımından da günümüzdeki sistemin bir alternatifi olamaz. Unutulmamalıdır ki mevcut siyasi iktidarın toplumu dincileştirmek, dini bağnazlığı yaymak için kullandığı devlet kurumları M. Kemal tarafından kurulmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığı, din adamlarının devlet memuru yapılması, din eğitiminin, Kuran kurslarının, İmam hatip okullarının, ilahiyat fakültelerinin devlet tekeline verilmesi vs. bütün bunlar olmasaydı, mevcut siyasi iktidar dini politikaları uygulamada devlet imkanlarından ve kurumlarından büyük ölçüde yoksun kalacaktı.
Bugünkü dini gericiliğin alternatifi Diyanet'in, imam hatiplerin, din adamlarının, din derslerinin tekrar Atatürkçülerin eline verilmesi olamaz. Devletin resmi dininin, Sünni İslam’ın başına, kendine laik diyenlerin getirilmesi olamaz. Devlet, resmi din dayatmasından vazgeçmeli, tüm resmi dini kurumlar ve devletin dini okulları kapatılmalıdır. Bütün dinlere, inançlara ve inanmayanlara eşit statü tanınmalı, devlet hiçbir dini kuruma, cemaate yardım yapmamalıdır. Devlet, dinden tümüyle el çekmeli, bütün dini cemaat ve örgütlenmeleri, laik bir anlayışla denetleme görevini üstlenmelidir. Tüm dini cemaatlerin ekonomik faaliyetleri dini işlerle sınırlandırılmalıdır. Bu tedbirleri daha da uzatabiliriz. Fakat şurası kesindir: Gerçekten laik bir ülke kurabilmek için sadece mevcut dini gericiliğe karşı değil, CHP’nin altı okundan biri olan dejenere edilmiş laiklik anlayışına karşı da mücadele edilmesi gerekir.