YAZARLAR

İslamcılık ve demokrasi

Üzerinde durulacak somut konular var ve muhalefetten ayağını uzatması beklenen toplar da bunlar. Bu konular da battal boy bir çöp torbasına doldurulup, ağzı bağlanıp, “cumhuriyet demokrasiyle taçlandığında” kapının önüne konulacak gibi değil. Evin temeli lağımın üzerindeyse, çöpü dışarı da çıkarsanız, o kötü, burun direklerini sızlatan çürük yumurta kokusundan kurtulamazsınız.

Aslına bakarsanız İslamcılık değil hiçbirşeycilik. Yalnızca deneme-yanılma yoluyla, el yordamıyla, “ben öyle inanıyorum, öyleyse doğrudur” kafasıyla koca bir ülkeyi yönetmek. Buna eklemlenen harami yaklaşımı, mala mülke çökmek. Mağduriyet kısvesi altında yağma, çeşme akarken küpü doldurmak, bildik “bal tutan parmağını yalar” durumu. Tüm bunları paketleyen din, millilik, yerlilik, özetle hamaset. Hamaset acaba günümüzün “gerçek ötesi” tanımının atası olabilir mi? Sözde modern kısmı da, sürekli sersemletmeye, giderek bıktırmaya, uyuşturmaya dayalı bir iletişim stratejisi.

Bütün bunlar işin “soft” (yumuşak”) kısmı. Bu yumuşak bölüm “seçilmişlere”, seçimle iş başına gelen yönetime ait. Bu utangaç tekadamcı, parti-devletçi, korporatist ve hayli kleptokrat rejimin en fazla “ısırabildiği”, hukuku, yargıyı travestileştirerek, altındişli şark kurnazlığının aracı durumuna indirgemek. Kamu İhale Yasası’ndan, torba yasalara, atamayla mahkemeden mahkemeye gezdirilen “cellât” savcılardan, yıllarca uzatılan tutuklama sürelerine, uydurma “gizli tanık” garabetlerinden, oynanan, gizlenen, hasıraltı edilen istatistiksel verilere, satın alınmış medyadan, RTÜK eliyle yürütülen “aç-kapa” uygulamalarına, kaba hatlarıyla karadüzenin portresi bu.

Bu karadüzen portresine sırıtan bir yüz çizip, adını “İslamcılık” koyarak, onu ciddiye alıp, muhatap kabul ederek, bir düşünce tartışmasına girmek gereksiz. Hem gereksiz, hem sakınılması gereken, oyunu kendi sahasında kabul ederek, o karadüzene meşruiyet kazandıran bir tutum bu. Yılışmaya ortak olarak, tutup “şimdi siyaset zamanı değil” demekse akla aykırı, yozlaşmaya omuz vermek ve kısaca muhalefetin topluca istifasını gösteren bir hal. Hukuk dışılığı görmezden gelmek, bu yeni karadüzenle simbiyosise girmekte gecikmeyen karanlık geçmişin “zinde kuvvetlerini” de görmezden gelmek demek. Bir yanda ergen imam-hatipli, onun yanında ergen askeri liseli hayallerinin, “nihayet” sevinciyle, ittire kaktıra gerçekleştirilmesini teşhirden kaçınmak.

Bu “soft” yanakla, “hard” (“sert”) kanat arasındaki tuhaf yol arkadaşlığı bizi vardığımız durağa getiren, cumhuriyetimizi içeriden kemiren kurtlar. Burada biz yağmaya, laik cumhuriyeti iğdiş etmeye devam edelim; orada siz “saldıray vitesinde” motoru bağırtmaya devam edin. Yeter ki ekmeğe soğan doğranmasın. Gün ola harman ola. Seçilmişler, atanmışlar, seçilmemişler kol kola kendi nurlu ufuklarına. Sersemletilmiş, çocuklaştırılmış toplum da sürekli bir uğultu, sürekli bir alkış-kıyamet, sürekli bir beka, sancak-ezan tehlikede safsatası içinde sağırlaşmış, gözleri kamaşmış, elleri belinde, oyuncu değil seyirci konumunda. İhtiyaca göre yamultulmuş bir tarihsel anlatı ise bu olan bitenin sahne dekoru.      

Bunlar ciddiye alınıp üzerine konuşulacak, hatta devran nihayet bir gün döndüğünde herhangi bir tortu bırakacak işler de değil. Ayaklar oynak çamurun içinde, kaygan zemin üzerinde laf ebeliği, deve güreşi yapmaya çalışmaya gerek yok. Üzerinde durulacak somut konular var ve muhalefetten ayağını uzatması beklenen toplar da bunlar. Bu konular da battal boy bir çöp torbasına doldurulup, ağzı bağlanıp, “cumhuriyet demokrasiyle taçlandığında” kapının önüne konulacak gibi değil. Evin temeli lağımın üzerindeyse, çöpü dışarı da çıkarsanız, o kötü, burun direklerini sızlatan çürük yumurta kokusundan kurtulamazsınız.

Buraya kadar Yalçın Küçük gibi “on defa okudum, bu adamcağızın ne anlattığını anlamadım” demeden geldiyseniz eğer, esasen şunu anlatmaya çalışıyorum. Belki tarihin o uzun eğrisi biz doğru yere taşıyor olabilir. Ben öyle olduğuna da inananlardanım. Buna karşılık, hemen yarın her şey çok güzel filan olmayacak. Yarın, bugünden daha karanlık. Köşenin ardında kötünün iyisi değil beterin beteri bekliyor bizleri. Filmin sonu yaklaştıkça, daha nice bölüm sonu canavarları göreceğiz. Kibir dağlarına tünemiş, dudak büken kötücül büyücü yamakları buldukları her yangına odun taşımaya devam ediyor. Kerametleri kendinden menkul, çakmak bakışlı-çatık kaşlı, omuzlarına nereden edindikleri belirsiz “halaskâr zabitan” pırpırları takmış olanlar da söz konusu pusun içinde akıllarınca kendi hesap vermez programlarını uygulamayı sürdürüyor.        

Son altı yılda TBMM’deki üçüncü büyük parti HDP’nin eş başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları dahil yirmi bin üyesi gözaltına alınıp, on bini tutuklandı. Yine HDP’nin seçimle kazandığı belediyelerden kayyum atanmayan topu topu iki ilçe, dört belde. Siyasal rehinlikten yalnızca iki çarpıcı örnek vermek gerekirse Osman Kavala bin günü, Selahattin Demirtaş dört yılı aşkın süredir tutsak. Mahkemelerin durumu ortada: Yalnızca Burhan Kuzu’nun ölümüyle anımsatılan ülkemizde mukim İranlı narkotik baronu Zindaşti’nin serbest bırakılması ve “kozmik albay” Büyükköprülü’nün Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan söyleşide İpek Özbey’in sorularına yanıtla anlattıklarına bakmak dahi içinde bulunduğumuz traji-komik, üçüncü dünyayı mumla aratır durumu yeterince betimliyor.     

Düşünün, iyi ki eski sıkı gazeteci Ahmet Şık gibi bir girişken milletvekilimiz var da Van-Çatak’da iki yurttaşın* “askeri helikopterden atılması” diye yarım yamalak öğrendiğimiz ve Mezopotamya Ajansı ve JinNews’dan dört gazetecinin** olayı haberleştirdikleri (!) için tutuklanmalarıyla sonuçlanan olayın ayrıntılarına vakıf olduk. MV Şık’ın söz konusu raporu bile CHP için “uyandırma servisi” görevi görmemeli mi? Rapora göre, helikopterden beton zemine atılma da yok değil, ama asıl edim “askerler tarafından yapılan işkence ve kitlesel dayak.” Üstelik kurbanlar zaten 1990’ların köy yakmalarında yurtlarından devlet eliyle göçürtülmüş, son zamanlarda ise yaylalarına geçici olarak geri dönmüş köylüler.

Durum böyleyken AKP oyları ilk kez yüzde otuzun altına iniyor, buna karşılık MHP ile İYİP oyları da herhalde toplamda yüzde otuzu aşıyor. Görülmedik bir hızla sermaye Türkiye’yi terk ediyor ve ulusal para birimimizin değeri de o denli hızla eriyor. Yoksulluk, işsizlik, gelir dağılımdaki bozukluk artıyor. AKP il kongrelerinin de ortaya koyduğu üzere “soft” yanak, İzmir Depremi’nin dahi o sersemletici anlatısını kesintiye uğratmasına izin vermiyor. “Hard” kanat ise daha büyüyen bir pervasızlık ve hesapvermezlikle, içeride ve Irak’ta “PKK’ye nihai darbeyi vurma” ve yakın çevrede de “sahadaki kinetik yatırımların, masalarda diplomatik kazanıma tahvili” kısvesi altında gemi azıya almış gidiyor. Bu gidişatı da Doğu Akdeniz, Libya, Suriye’de Idlip ve Fırat’ın Doğusu ama özellikle “kendi çöplüğümüz” Irak zeminlerinde örneklendirmek, şurada yapmaya çalıştığım üzere mümkün.

Bu bağlamda, Prof. Dr. Baskın Oran son yazısında yine ufuk açıcı biçimde Toynbee’nin “Herodcular/Zelotlar” ayrımına değiniyor. Değerli hocamızla akıl yarıştırmaya ne muktesebatım, ne terbiyem el verir. Ancak burada tam katılamadığım yahut eksik gördüğüm iki husus var. Birincisi Atatürk’ün mücadeleyi kazandıktan sonra “herodcu” programı uygulama cüreti ama aynı zamanda altı yüz yıllık devlete başkaldırma cüreti de, yani “zelotluğu” da olması. İkincisi, Oran’ın “işte bu” diye olumladığı HDP açıklamasına, eşbaşkan Sancar’ın getirdiği özeleştiri. Ki, o özeleştiri de bizi başlıktaki “herhangi bir renk tonundaki İslamcıdan, samimi Müslüman demokrat çıkar mı?” sorusuna geri götürüyor.    

Dön, dolaş, yarınki kilidin anahtarı, bugünün ezilen, oyun dışına itilen HDP’si. Kürt meselesinin değil demokrasinin, benim yeğlediğim deyişle yeni cumhuriyetin de. Başka bir yana dönecek, kendimizden başkasından medet umacak halimiz yok. Önce aynaya bakacağız. Öyleyse CHP ve HDP’den beklentimiz, yerinde “herodcu”, yerinde “zelot” olmaları. Doğası gereği sosyoloji siyasetten ağır ilerliyor. Siyasetin doğrusu sosyolojik dönüşümü hızlandıracak olanı.

*Servet Turgut ve Osman Şiban

**Mezopotamya Ajansı muhabirleri Adnan Bilen ve Cemil Uğur ile Jinnews muhabiri Şehriban Abi ve gazeteci Nazan Sala.


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.