YAZARLAR

İslamofobi ve minare savaşları

Birbirinden bu denli farklı yapıların ‘İslam mimarisi’ başlığı altında anılması nasıl ki sanat tarihçiliği için bir handikapsa Avrupa aşırı sağının ve ümmetçi İslamcıların da Faslıları, Türkleri, Arnavutları, Hintlileri vb ‘Müslüman’ kimliği altında tek bir aile gibi algılamaları da o denli sorunlu. İslamofobinin ikiz kardeşleri olan İslamcı-ümmetçiler de aslında Müslümanların kültürel çeşitliliğine karşılar.

Bir tartışma meselesi antropoloji, sanat tarihi ve tarih gibi disiplinlerin alanından çıkıp da stratejistlerin ve siyasetçilerin eline düştüğünde kaçınılmaz olan yaşanıyor. Anlamaya, anlamlandırmaya, kavramaya çalışmanın yerini, baştan tuttuğunuz tarafın hakkını savunmak, karşı tarafı da bulduğunuz delillerle çürütmek alıyor. Bir nevi Hıristiyan teolojisiyle birlikte doğan ve ortazamanlarda yaygın olan adversus geleneği gibi. O dönemlerde yazarlar kendilerine bir düşünürü veya bir düşünceyi, inancı hedef alarak onun yanlışlığını kanıtlamak maksadıyla tenkit/cevap yazarlardı. Adversus Iudaeos (Yahudilere cevap), adversus Galileanae (Hıristiyanlara cevap), adversus  Aristoteleos (Aristotelesçilere cevap) gibi. Bu türden polemiklerde –ki İslamofobi tartışmaları da genelde bu minvalde- amaç bir sorunun tahlili değil; rakip her kimse ona haddini bildirmekti.

İslamofobi tartışmalarının tarafları aynadaki yansımalar gibi birbirlerine benziyorlar. Bir tarafta İslam dini, kültürü ve tarihsel İslam hakkında şöyle böyle bir bilgisi olan, İslam’ı Avrupa’ya yerleşen göçmenler veya medya kanallarından takip ettiği görseller üzerinden algılayan, tanımlayan Avrupa aşırı sağı var. Öte yanda da yine İslam mirası hakkında sadece kendi arzuladığı örnekleri görmek isteyen ve meseleleri yine tek yanlı yorumlayan İslamcı veya liberal anti-islamofobistler var. Tartışma düzeylerindeki yanlılık, acelecilik, genellemecilik vb ise ortak noktaları.

Avrupalı İslamofobistler malum olduğu üzere İslam’ı şeytani bir din ve kültür olarak gördükleri gibi ‘Müslüman’ tanımlamaları da Müslüman ülkelerden gelen herkesi kapsayacak şekilde genelleştirilmiş ve basitleştirilmiş. Aşırı sağın gözünde Avrupa’da yaşayan ‘Müslümanlar’ adeta bir ‘ırk’ olarak algılanmakta. Tıpkı bir zamanlar tanrıya inanmadığı, Marksist, liberal; hatta Alman milliyetçisi oldukları halde tüm Alman Yahudilerinin aynı şeytani amaca odaklanmış tek bir aile gibi görülüp toplu olarak tasfiye edilmeleri örneğinde olduğu gibi Avrupa aşırı sağına göre de Müslüman kimliği insana anne-babasından ‘yapışan’ ırki bir nitelik gibi. Halbuki Alman Yahudilerinin büyük bölümünün kendilerini ‘Musevi Almanlar’ olarak gördüklerini ve Almanya’ya milliyetçi duygularla bağlı olduğunu biliyoruz. Zaten Aydınlanma çağının Almanya’sı Katolik baskısından kaçan Yahudiler için öncelikli sığınma mekanlarından biriydi. Bir yerde I. Dünya Savaşında 12.000 kadar Alman Yahudisinin –savaş kahramanlarına verilen- Demir Haç madalyası aldığını okumuştum. Şimdi adını hatırlamadığım Nazi liderlerinden biri (sanırım Dietrich Eckart) ‘I. Dünya savaşında Alman Yahudilerinin cepheden kaçtıklarını ve savaşta şehit düşmüş tek bir Yahudi bile olmadığını’ savunduğunda, savaşta üç oğlunu kaybetmiş Yahudi bir baba adamı mahkemeye vermiş ve -henüz Weimer yasaları geçerli olduğundan- Nazi önderini tazminat ödemeye mahkum ettirmişti.

Yahudi meselesinde olduğu gibi bugün de Avrupa’nın Müslümanlarca istila edildiği, Müslüman nüfusunun 2050’de yetmiş milyona ulaşacağı söylemleriyle korku iklimini yayan çevreler ‘Müslümanları’ ortak değerler etrafında birleşmiş ve aynı amaçlara odaklanmış bir aile gibi lanse etmekteler. Gerçek yaşamda ise ‘Avrupalı Müslümanlar’ diye bir kategori olup olmadığını; eğer varsa da bu kategoriyle kimlerin kastedildiğini sorabiliriz. Zira bu ‘genişletilmiş’ kategori içinde İslamcıların hedefi olmuş heterodoks mezheplere bağlı insanlar, İranlı rejim muhalifleri, Kürt veya Berberi milliyetçileri, Bektaşi geleneğinden gelen Arnavutlar, dinsel kimliğiyle hiçbir zaman ilgilenmemiş ‘işinde gücünde’ yığınlar, askeri darbeler nedeniyle ‘ricat etmiş’ Türk solcuları, son zamanlarda Türkiye’den umudu keserek Avrupa’ya yerleşmiş orta sınıf seküler okumuşlar da yer almakta. Bu toplulukların tekmili birden İslamofobiklerce ‘Müslüman’ etiketi altında değerlendirilebilmekte. Doğal olarak bu yapay değerlendirme karşımıza gerçek bir sosyal topluluk değil hayali bir yığışım sunmakta.

Öte yandan bu yapay yığışımı tek bir ailenin fertleri gibi algılayanlar sadece İslamofobik sağ değil. İslamcılar ve onlara yakın duran anti-İslamofobist liberallerde de bu yığışımı bir aile (ümmet) gibi algılama, gösterme çabası var. Bambaşka kültürlerden gelen ve hayattan beklentileri çok farklı, kendilerini çeşitli kimliklerle ifade etmeye alışık bu zengin çeşniyi İslamcılar ve kimi liberal-demokratlar da ‘Müslümanlar’ ortak etiketi altında basitleştirmek ve kaynaştırmak derdinde. 2015’te Hollanda’da kurulan ve Türklerle Faslıları bir araya getirmeye gayret eden Denk Partisi deneyimini buna örnek verebiliriz.

Bu durum tıpkı Müslüman dünyadaki sanat ve kültürün homojen bir bütünmüş gibi algılanmasına benziyor. 19. yüzyılda İslam dünyasında üretilmiş tüm sanat eserleri için toptancı ve genellemeci bir yaklaşımla ‘İslam Sanatı’ tabiri kullanılmaya başlanmıştı. Daha iyisi bulunamadığı için de bu tabir yerleşip kaldı.  Suut Kemal Yetkin (1903-1980) ve Doğan Kuban (1926-2012) gibi sanat tarihçilerimiz farklılıkları es geçen bu tabire dönük eleştiriler getirmişlerdi. İtirazları sadece İslam sanatı başlığı altında değerlendirilen nesnelerin din dışı; hatta dinen sakıncalı olarak görülen unsurları içermesinden değildi. Aynı zamanda birbirleriyle pek az ortak noktası olan mimari veya plastik eserlerin yapay bir şekilde tek bir geleneğin parçası olarak görülmelerine de itiraz etmekteydiler.[1] Doğan Kuban, Suriye Emevi sanatıyla, Semerkand’ta Timuri dönemi camilerini, Kurtuba Camisi ile Selimiye’yi bir ve aynı sanatsal üslubun parçaları olarak kabul etmenin zorluğundan söz ederdi. Ona göre zorlama bir tanım olan ‘İslam Sanatı’ yerine Emevi, Selçuklu, Memlük, Timurî, Osmanlı sanatı gibi terimler kullanılması coğrafi ve zamansal açıdan konuyu daha anlaşılır hale getirecekti.[2]

Şam Emevi Camisi (8. yüzyıl) arkada Osmanlılarca eklenmiş minaresiyle.

Yine Kuban’a göre coğrafya bu açıdan daha belirleyiciydi. Zira Şam Emevi Camisi, mimari üslup olarak Timbuktu camileriyle değil Bizans bazilikalarıyla akrabaydı. Osmanlı camilerinin de Ayasofya’nın torunları olması gibi. Emeviler Roma/Bizans mimarisinin geleneği olan kubbeyi sahiplenirken ve Doğu Akdeniz İslam mimarisinde kalıcı hale gelmesini sağlarken aslında Roma mimari geleneğini tatbik etmekteydiler. Nitekim Şam Emevi camisinde gezinirken –Osmanlıların sonradan eklediği minareler olmasa- kendinizi bir kilisede geziyor sanabilirsiniz.  Djene’nin bir cami olduğunu ise Türk mimarisine aşina bir okur asla anlayamaz. Benzer şekilde Çin’in en eski camilerini de Budist pagodalarından ayırt etmek mümkün değildir. Zira bunlar kubbe veya minare kullanılmadan inşa edilmişlerdi.

Bu konuya daha önceki bir yazımda değinmiş ve ‘anti-İslamofobist’ araştırmacı Nilüfer Göle’nin Avrupa’da yaşanan ‘minare savaşlarında’ minareleri savunmak adına İslam sanatı ve kültürü açısından ne denli hatalı çıkarımlarda bulunduğuna dikkat çekmiştim. Göle eleştirdiğim yazısında minarelerin camilerin ‘dingin ve değişmez’ unsurları olduğunu iddia ediyordu. Halbuki böyle bir genel-geçer kural İslam mimarisinde asla var olmadı. Buradaki bilgi eksikliği, İslamofobistler ve anti-islamofobistlerin İslam kültür ve medeniyetini değerlendirme konusunda nasıl da aynı noktada –tarih ve sanat tarihi bilgisi eksikliği konusunda- buluşabildiklerini göstermesi açısından ilginçtir.

Djenne Camisi (14.yy)

Birbirinden bu denli farklı yapıların ‘İslam mimarisi’ başlığı altında anılması nasıl ki sanat tarihçiliği için bir handikapsa Avrupa aşırı sağının ve ümmetçi İslamcıların da Faslıları, Türkleri, Arnavutları, Hintlileri vb ‘Müslüman’ kimliği altında tek bir aile gibi algılamaları da o denli sorunlu (ki 21. yüzyıl bireyleri olarak bu insanların kaçta kaçının dini değerleri ne ölçüde önemsedikleri, kimliklenme sürecinde dini ne ölçüde merkezi bir yere koydukları da apayrı bir mevzu). Avrupa aşırı sağı ve ümmetçi iştirakçıları bu konulara kafa yorma zahmetine girmeyerek İsa’nın çarmıha gerilmesinden dolayı bütün Yahudi nesillerini suçlayan Kilise Babaları gibi her renk ve düşünceden ‘Müslüman’ı tek bir potada eritme derdinde. Her iki kesime göre de İslam ‘genetik’ bir din ve kültür. Babadan oğula anadan kıza geçen şamanlık gibi.

İslamofobinin ikiz kardeşleri olan İslamcı-ümmetçiler de aslında Müslümanların kültürel çeşitliliğine karşılar. Onlar da tek bir Müslüman tipinin, kültürünün, mimarisinin vb. yerleşmesi için gayret ediyorlar ve gayret ettikleri bu tek tipleştirme Avrupa aşırı sağının kafasındaki karikatürize Müslüman tipine hayli yakın. Bu eğilimlerin yansımalarını sanat ve mimaride çeşitliliğe karşı yürütülen sessiz savaşta görebilmekteyiz. Örneğin Uzungöl’e 2002’de yapılan camiyi ele alalım. İstanbul selatin camilerini taklit eden yapı yüksek ince minareleri ve kubbesiyle gölün doğal manzarasını dahi gölgede bırakacak bir iddiada. Peki bu yapı Karadeniz kültürü ve yerel İslami mimariyi yansıtması adına ne ifade ediyor? Rus turistleri çekmek için Akdeniz kıyılarında Kremlin Sarayı biçiminde inşa edilen oteller gibi İstanbul camilerinin kopyalarının da Anadolu’nun dört bir yanına yapılmasının faydası nedir? Dört asır sonra Karadeniz bölgesi İslam mimarisi veya sanatının tarihsel gelişimini inceleyecek bir araştırmacı için bu yapı ne anlam ifade edecek?  Beton ömrünü uzun tutsak bile bundan dört asır sonra Karadeniz İslam mimarisinin tarihiyle ilgilenen bir arkeolog/sanat tarihçi bu yapıyı plan olarak bile incelemeye gerek görmeyecektir.

Uzungöl Camisi hemen arkada Filak Camisi.

Halbuki Karadeniz’in kendine has ahşap cami geleneği var(dı). Nitekim aynı yörede İslam sanatının gelişimi için incelenen örnek yapı 1819’da inşa edildiği sanılan Uzungöl Filak Camisi. Gerçi bu yapının da orijinalliği 1980 yılında ‘dingin ve değişmez bir’ beton minare eklenerek bozulmuş ya neyse. Minare eklenecekse de ahşap yapıya uygun bir malzeme ve plan kullanmaya gerek görülmemiş, her camiye aynı beton minarenin eklenmesi yeterli demek ki. Karadenizli yetkililer neden kendilerine has yerel gelenekleri yaşatmak ve ondan ilham almak yerine İstanbul camilerini kopyalama gereği duymuşlar? Yaptıkları işin kendi doğalarına, geleneklerine uyumlu olup olmadığı sorusunu neden sormamışlar? Yeknesaklaşma, tek tipleşme ve kopyalamadan neden bu denli hoşlanmaktalar? Neden dedelerinin yaptığı orijinal işlerden feyz alarak Karadeniz’e özgü yeni bir mimari gelenek inşa etmek yerine bu türden bir hazırcılığı tercih ediyorlar? Bu soruların cevabını bilmiyorum.

Uzungöl Filak Camisi.

Gerçi bu sadece Karadeniz’e mahsus bir durum değil. Yerel geleneklere dayalı camilerin yok edilerek yerlerini İstanbul'dakilerin kopyalarının alması -tek örnek planla yapılan TOKİ’ler gibi- tüm ülkede yaygın ve sanat tarihimiz açısından oldukça tehlikeli bir durum. Örneğin benim coğrafyam olan güney Marmara’da geleneksel camiler kubbeli değil kırma çatılıdır. Minareler bodur bombeli ve kalındır. Halbuki eski camiler restorasyon adı altında yenilenirken ya da köylerde eskileri kaderine terk edilip yenileri inşa edilirken yeni yapılar hemen İstanbulvarileşiyorlar. Her biri fabrikadan çıkmışcasına kubbelendirilip, ince uzun minareler eklenmekte. Yani bir yüzyıl sonra yerel cami mimarisini merak eden uzmanların inceleyeceği orijinal bir köy camisi kalmayacak gibi.

İsviçre 2009 Referandumunda minare karşıtı poster.

Bir mimari unsurun politik simge haline gelişi hatırlanacağı üzere İsviçre’deki ‘minare savaşları esnasında’ İslam ve minare karşıtı bir dizi afişi de meşhur etmişti. Afişleri yapanların minare denilince Osmanlı üslubunu anladıkları görülüyor. Bu afişlerin temel felsefesi minarelerin mimari bir unsurdan ziyade ideolojik bir tehdit simgesi olduğu iddiası üzerine kurulmuştu. Yani eski zamanlarda müezzinin sesini duyurabilmesi için icat edilmiş pragmatik bir mimari unsur artık taraflarca İslam’ın zaferini-gücünü simgeliyordu. Yani mimari iddia anlam ve tözün önüne geçmişti... İslamofobistler ve İslamcılar bu konuda uzlaşmış görünüyorlar.

İsviçrelilere şu soru sorulabilir: İsviçreliler 2009’da neyi oyladılar? Bu afiş ne anlatıyordu? Karşı oldukları İslam mıydı? Camiler mi? Yoksa benim de Uzungöl örneğinde eleştirdiğim üzere çevre-doğa uyumunu, yerel kültürel tavrı esas almayan, estetik yoksunu bir mimari üslup muydu? Bunun cevabını bilemiyorum. Mesela İsviçreliler Heidi’den bildiğimiz İsviçre dağ kulübeleri tarzında yapılacak sivri, çatılı bir camiyi kabullenip içselleştiriyorlar mı? Yoksa onu da mı istemiyorlar?

Qīng Zhēn Sì Camii (7. yüzyıl)

Müslümanlara ise şu sorulabilir: Geçmiş asırlarda Müslümanlar yayıldıkları her coğrafyada o coğrafyanın geleneklerine uyum gösterme konusunda bu denli esnek olabilmişken neden günümüzde uyum sorunu had safhada. Çin’de veya Mali’de ilk camileri kuranlar yerel halk nasıl tapınak inşa etmişse aynısını yapmakta beis görmemişken -ki muhtemelen bu şekilde yerel halk içinde inançlarını da daha rahat yayabilmekteydiler- şimdi neden ‘Avrupalı’ görünmek yerine Avrupalı olmadıklarının, dünyanın belirli enlem-boylamlarına ait insanlar olduklarının, her durum ve koşulda Arap, Türk vb ataları nasıl binalar inşa ettilerse aynısını yapmaya devam edeceklerinin mesajını vermekteler? Yani evrensel tebliğci bir dinin temsilcilerinden ziyade neden etnik kültür temsilcileri gibi hareket etmekteler? Ki böylece tam da İslamofobistlerin görmek istedikleri gibi davranmaktalar.

Yazıyı empati yoksunluğuna dair çok ilginç bir yorumla son vereceğim. İsviçre’deki minare savaşlarını İlahiyatçı akademisyen Salih Aydemir bakın nasıl yorumlamış: “İsviçre’nin minare ile ilgili referandumunda kullandığı tüm afişler İslam’ı ve Müslümanları rencide edecek türdendir. Örneğin bir afişte minare bir füze biçiminde, bir başkasında İsviçre bayrağını parçalayan bir süngü biçiminde tasarlanmıştır. Baştan aşağı tahrik dolu bu uygulamaları düşünce özgürlüğü, basın özgürlüğü gibi kavramlarla savunmak samimiyetsizlik ve iki yüzlülüktür.”[3]

Dildeki sert tonu atlıyorum, son zamanlarda ‘akademik’ yayınlarda bu türün yaygınlaşmasına alıştık. Burada tuhaf olan nokta okurun dikkatini çekeceği üzerine minarelerin süngü gibi gösterilmesinin ‘İslam’a ve Müslümanlara hakaret’ ve ‘tahrik’ olarak yorumlanması. Halbuki her Türk vatandaşının ezbere bildiği üzere bizler minareleri süngü olarak gören bir terminolojiye hayli alışığız. Minareleri süngüye benzeten bir İsviçreliyse simge ‘İslamofobik’ anlam kazanırken; İslamcı biri bunu yaptığında bu dini kutsamak anlamına geliyor. Bu örnek Jackie Chan’in şimdi adını hatırlamadığım bir film sahnesini aklıma getirdi. Filmde Jackie Chan sadece siyahların mesken tuttuğu bir bara gidiyordu. Siyahlar birbirlerine ‘naber Zenci’! ‘iyiyim Zenci’! diyerek selamlaşıyorlardı. Jackie Chan de muhabbete katılmak için yanında oturan adama ‘Naber Zenci’ deyince adam dönüp ‘sen kime Zenci diyorsun serseri’ diyerek Jackie Chan’e saldırıyordu. Ardından Jackie Chan bir bar dolusu Afro-Amerikalıyla dövüşmek zorunda kalıyordu.

NOTLAR:

[1] Bu nedenle Suut Kemal Yetkin, İslam sanatı terimi yerine İslam ülkelerinde sanat başlığını kullanmayı tercih etmekteydi.

[2] Doğan Kuban, “İslam Sanatının Yorumlanması” Anadolu Sanatı Araştırmaları, I, 1968, s.17.

[3] Salih Aydemir, “İslamofobi Karşısında Müslümanların Sorumluluğu, (Özeleştirel Bir Kimlik ve Kişilik Sorgulaması), İlahiyat Akademi, Sayı 6, 2017, s.174.


U. Töre Sivrioğlu Kimdir?

1980 yılında Gönen'de doğdu. Ege Üniversitesi'nde arkeoloji bölümünden mezun oldu. Arkeoloji alanında yüksek lisans ve tarih alanında doktora eğitimi aldı. Türkiye'nin çeşitli illerinde ve İran, Özbekistan, Afganistan gibi ülkelerde kazı ve araştırma projelerine katıldı. İran, Bizans, Osmanlı/İslam sanatı ve arkeolojisi üzerine çeşitli araştırmaları yayınlanmıştır. Arkeoloji ve tarih temalı atölyeler yapmaya devam etmektedir.