İspanyol Cumhuriyeti'nin çöküşü
İspanya'da geçici reel savaşı sağ kazandı; ama uzun süreli tarihsel anlatımı ve bütün bir gelecek kuşaklar için savaşın tasvirini sol çoktan kazanmış durumda. Acaba hangisi hakiki bir zafer; anlık olan mı tarihsel olan mı?
Her nedense son günlerde ilgimi tarihteki cumhuriyet deneyimleri çekmekte. Bunlar arasında elbette gelmiş geçmiş en meşhur cumhuriyet örneği olan antik Roma (SPQR) geliyor. Ama Roma Cumhuriyeti ve onun çöküşü üzerine yazmak buradaki sınırlarımız hayli aşar. O nedenle yakın tarihli bir başka cumhuriyetin, İspanyol Cumhuriyetinin hikayesine değineceğim.
Bu arada İspanya’ya geçmeden önce yirmi senedir ülkeyi yöneten ama son yıllarda klasik olgunluğa erişen, otoriter eğilimli Türk/İslam sentezci mevcut iktidarın ideolojisini tanımlamakta hayli zorlanmaktaydım. Nasyonal-Sosyalistlere benzetemeyiz; zira o ölçüde disiplinli, ırkçı, teknoloji ve bilim düşkünü, agresif-saldırgan değiller. Bizim memleket sağının tavırları bazı açılardan İtalyan faşistlerini bir nebze andırmakla birlikte tam olarak onlara da benzemiyorlar. Mesela Mare Nostrum ihtiraslarına sahip değiller. Ara-sıra yeni-Osmanlıcılık damarları kabarsa da savunmacı pozisyondalar, millici kanat ümmetçileri dizginlediğinden sonu belirsiz maceralardan kaçınacak kadar temkinliler. Suriye meselesi bu açıdan önemli bir sınav oldu.
Öte yandan bana göre İspanyol falanjizmi ile ikiz kardeş gibiler. Aynı romantik tarih algısı, aynı ‘bir zamanlar neydik gene olabiliriz, olacağız’ motivasyonu, aynı din, aile, ahlak edebiyatı, kadınları sosyal yaşamdan çekip aile içine sıkıştırma merakı, masonlar-kızıllar-liberaller ülkemizi yok edecek korkusu ve biz bize benzeriz söylemleriyle aynı kenetlenme, dünyanın geri kalanına küslük, çok seslilik yerine tek seslilik, karizmatik bir önder etrafında birleşme gibi nitelikleriyle Türkiye’deki mevcut iktidar falanjistlerin adeta bir reenkarnasyonu gibi. Bundan sonra Türkiye’deki sistemi uzun uzun tarifler yerine ekonomik olsun diye Türk/İslam falanjizmi diye tanımlayabilirim.
Nitekim ülkedeki gerilim hattı geçmişte İspanya’nın yaşadıklarını andırıyor. Elbette post-modern zamanlarda yaşadığımız için, gerilim modern çağlardaki kadar radikal kopuşlarla yaşanmıyor. Ama yine de çok benzerlik var. Mesela İzmir ve çevresi Barselona ve Katalonya’ya benziyor. Müzmin muhaliflerin umutsuz kalesi. Ankara falanjist bölgeyle çevrelenmiş ve ‘kuşatılmış’ Madrid gibi dengede. Farklar da çok elbette. Mesela İspanya’nın bir İstanbul’u yok. Ayrıca cumhuriyetçi solun gönülsüz destekçisi Basklarının nüfusu Kürtlerin yanında çok az kalıyordu. Ama harita yaklaşık aynı. Deniz kıyıları İspanyol cumhuriyetin sağlam kaleleriydi bir de Bask bölgesi. Geri kalan kırsal/karasal alan ise falanjistler ve Karlosçular gibi kralcı/Katolik sağın kalesiydi.
Kültür savaşı denilen alan da birbirine benziyor. Falanjistler politik savaşı kazanmakla birlikte savaşın propaganda, kültür, ideoloji kanadında hep cumhuriyetçi solun gerisindeydiler. Bugün bile İspanya İç Savaşı denilince Garcia Lorca, Andre Malraux, George Orwell, Ernst Hemingway, Aragon, Picasso gibi cumhuriyetin yanında yer almış isimler anılıyor. Öbür tarafın da yazarı-çizeri boldu. Ama onları bilen tanıyan yok (hem fiziken hem ruhen, hem sanatı açısından, hem de soldan sağa transferiyle Necip Fazıl’a benzettiğim Dali bir istisna). İnsan şunu sormadan edemiyor: Falanjistler neden güçlü bir ideoloji üretemediler ve kültürel alanda kalıcı bir varlık gösteremediler? Bu acaba eşyanın tabiatı mı? Bence tabiatı; zira falanjistler ideolojik-düşünsel sarsıntı, muhakeme, çok yönlü bakış, şüphe, yaratıcılık krizi gibi ‘lüzumsuz işlerle’ zaman kaybetmiyorlardı. İspanyoluz, şanlı bir tarihimiz var, yüce bir ulusuz, üstelik bir de Katoliğiz, yani en doğru inanca sahibiz, göklerde babamız, ailede ve kilisede pederimiz, başımızda liderimiz var. Daha ne olsun? Böyle konforlu bir düşünsel ortamda geleneğin mirasını hazırdan yemek dururken yeni usullere yaratıcılık için çırpınmaya ne hacet?
Öte yandan kalıcı bir kültür üretmeyen falanjistler nasıl oluyor da sürekli olarak gündemi belirliyordu? Halkı nasıl cumhuriyeti aleyhine manipüle etmeyi başardılar? Çünkü kalıcı kültürel birikim yaratmak gibi ‘lüzumsuz işlere’ ayıracakları zaman ve enerjiyi siyasete, örgütlenmeye ve toplumsal hegemonyalarını genişletmeye ayırıyorlardı. Bunları da genellikle beynin rasyonel alanlarından ziyade hissi bölgelerine dönük malzemeden türettiklerinden enlem ve boylam da uygun olduğundan başarılı oldular.
Böylece bir sarmalın içine giriyoruz. Gündem yaratmadaki başarı kalıcı kültür inşa etmede bir zaafa dönüşüyor. Aradan on yıllar geçtikten sonra Franko dönemini neredeyse bütünüyle Franco’nun muhaliflerinden öğreniyoruz. Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Katalonya’ya Selam gibi metinler veya bunların sinema versiyonları her ideolojiden okur ve izleyici tarafından takip ediliyor. Ortaya Kelebeklerin Dili (La Lengua de la Mariposas/1999) gibi güçlü yapımlar çıkıyor. Falanjistleri öven hemen hiçbir yapımının günümüz İspanya’sında sesini duyurma şansı yok. Bu açıdan İç Savaşı kaybeden sol, senelerdir mükerrer biçimde sağdan intikamını almakta. Her yıl yeni kültür yapımlarıyla yeniden ve yeniden falanjistlerin imajını daha da aşağılara çekmekte (genelde doğrudan politik mesaj vermeyen Almodovar bile Paralel Anneler adlı filminde falanjistlerin toplu katliamlarını teşhir ederek ilk kez bu denli açık bir tutum takınmış oldu). Başka bir deyişle geçici reel savaşı sağ kazandı; ama uzun süreli tarihsel anlatımı ve bütün bir gelecek kuşaklar için savaşın tasvirini sol çoktan kazanmış durumda. Acaba hangisi hakiki bir zafer; anlık olan mı tarihsel olan mı?
İspanya İç Savaşı’na ılımlı Katolik pencereden bakmaya çalışan sağcı yapımlar dahi cumhuriyetçileri kötüleyemiyorlar (mesela RolanD Joffe’un Türkçeye Devlerin Günahı adıyla çevrilen film gibi). Otuz seneden fazla ülkeyi yöneten Franco devrinde İspanya’da kültür namına ne üretildi diye de sorulabilir. Salazar demişti galiba, futbol, fiesta, fado diye... İşte günü kurtarmanın sonu, gelecekteki büyük tarihsel meşruluk savaşına olan hazırlıksızlık. Gramsci 1921’de şöyle yazmıştı “Faşistler (o Maymun-insanlar demeyi tercih ediyordu) tarih değil haber yaratırlar. Gazetelere kendi işaretlerini bırakırlar; ama kitaplar için hiçbir materyal sağlayamazlar”.(1) Gündeme dair bombardıman falanjistlerin hegemonya yaratma başarısının temel dayanaklarından biri. Bunun ne ölçüde başarılı olduğunu bugün de görmekteyiz.
Neyse falanjistlerin günü kurtarma adına tarihsel kavgalarında sola karşı mağlup olmaları elbette reel zaferlerinin nedenlerini incelememe tembelliği doğurmamalı. Bu konuyla ilgili hazırlop metinler var. Çoğu araştırmacı İspanyol cumhuriyetinin yenilgisinden Stalin’i, Sovyetleri ve Komünist Enternasyonali (Komintern) sorumlu tutuyor. Mesela 20. yüzyılın yetiştirdiği en büyük tarihçilerden biri olan E. H. Carr’ın Komintern ve İspanya İç Savaşı adlı kitabına yazdığı önsözde Ömer Laçiner bu iddiaları hem sahiplenmiş hem de özetlemiş. Carr diplomatik geleneğin rahle-yi tedrisatından geçtiği için her metninde olduğu gibi burada da gayet serinkanlı. Metni İspanya’daki yenilgiden Stalin ve İspanya Komünist Partisi’ni (PCE) sorumlu tutma kolaycılığına kaçmadığı gibi İspanya’da cumhuriyetçi solun tüm bileşenlerinin (merkez sol, Bask milliyetçileri, ‘Troçkistler’, komünistler, Sosyalist İşçi Partisi/PSOE, anarşistler vb) hem hatalarını hem de doğrularını nesnel biçimde yansıtmakta.(2) Böyle sarih ve anlaşılır bir kitapta Carr’ın alışık olduğumuz bu serinkanlı ve objektif yaklaşımının tam aksine Ömer Laçiner’in önsözü ise gayet ‘sıcakkanlı’ ve subjektif. Önsöz, Carr’ın kitabını veya kitabı yazma sebeplerini açıklayan bir bağlamda da değil. Tamamıyla kitaba iliştirilmiş bir Stalin/PCE eleştirisi. Sanki kitabın Stalin ve PCE karşısında objektif tavrından hoşlanmamış bir yazarın illaki mezkurlar hakkında olumsuz bir iki cümle sarf ederek metni dengelemesi düşünülmüş gibi. Carr gibi dünyaca ünlü bir tarihçinin kitabında konuyla ilgisiz böyle bir önsöze ne gerek olduğu sorusunun bence başka bir açıklaması yok.
Yine de bu önsöz İspanya İç Savaşı hakkında ‘anti-Stalinist’ kalıpların mükemmel bir özeti. Ömer Laçiner’e göre 1936 İspanya’sında solun seçim zaferinin de gösterdiği üzere ‘toplumsal devrim olgunlaşmışken’ ve anarko-komünistler ve Marksist Birleşik İşçi Partisi (POUM) liderliğinde emekçiler bir devrim yapmak üzereyken Komünist Parti (PCE) ve Stalin duruma müdahale edip onları engellemiş. İngiltere ve Fransa’yı korkutmamak için devrimi durdurmuş. PCE tüm gücüyle ‘özgürlükçü solu’ yok etmeye odaklanarak falanjistlerin zaferini kolaylaştırmış.(3)
Sanırım yazarın ana kaynağı dönemin belge/bilgileri değil de Ken Loach’ın meşhur Ülke ve Özgürlük (1995) adlı filmi. Burada genç bir Britanyalı komünist savaşmak için İspanya’ya geliyor burada komünistlerin ne kadar kötü insanlar olduklarını gördükten sonra POUM’a katılıyordu. POUM savaşçıları cephede faşistleri durdurmaya çalışırken komünistler ise onları arkadan vuruyorlardı. Dalgalı saçları, kirli sakalları ve renkli kıyafetleri ile POUM'cular neşeli devrimcilerdi, faşistleri andıran tek düze üniformalar giyen komünistler ise POUM’cu kadınlar hakkında ileri geri konuşan ‘ahlaksız’ karakterlerdi. Yönetmen seyircideki duygusal etkileri arttırmak için yakışıklı delikanlıları ve güzel genç kadınları POUM’culara oynatmıştı; komünistleri ise suratsız (rabbiyesi silinmiş) karakterler oynamaktaydı. Bir anlığına Tarık Akan, Tuba Büyüküstün, Kıvanç Tatlıtuğ’dan oluşan bir POUM tugayı düşünün. Karşılarında Erol Taş, Danyal Topatan, Behçet Nacar ve Kazım Kartal’dan oluşan bir komünist grup var. Parti komiserliğine de Kenan Pars yakışırdı. İşte Loach’ın filmi böyle bir yapımdı. Sinemadan çıktığınızda İspanya’daki yenilgiden neredeyse faşistleri mağlup etmek üzere olan POUM’u arkadan vuran komünistlerin sorumlu olduğuna ikna olmaktaydınız.
Elbette gerçekler Ömer Laçiner ve Kean Loach’ın iddia ettiği gibi değil. Bir kere solun seçim zaferi İspanya’da devrimci durumun olgunlaştığı anlamına falan gelmiyordu. Sol ittifak -ki asıl gücü merkez sol cumhuriyetçiler hatta sağ demokratlar ve ılımlı sosyalistlerden oluşmaktaydı 1936 seçimlerinde 4,6 milyon oy almıştı. Sağcılar da 4, 5 milyon oy almıştı. Sol sadece 150.000 oy farkla seçimi kazanmıştı. Yani öyle ezici bir zafer falan yoktu. Ortada gayet dikkatli davranılması gerekilen çok hassas bir denge vardı. Buna rağmen Ömer Laçiner’in övgülere boğduğu özgürlükçü anarşistlerin ilk işi Barselona ve Katalonya genelinde kiliseleri ateşe verip rahipleri öldürmek oldu. Bu haberler abartılarak ve rahibelere tecavüz edildiği yalanı da eklenerek İspanya’nın Kastilya, Navarra gibi Katolik/kralcı geleneğe bağlı taşrasına ulaştığında öfkeli kalabalıklar dağ köylerinden inerek ‘kızılları öldürmek için' hızla silahlandılar. “İsa Kralımızdır” sloganları atan sağcılar daha tek bir darbeci İspanyol askeri ortada yokken ülkenin yarısını ele geçirmişlerdi bile. Yani bazı kaynaklarda iddia edildiği gibi Franco’nun güçleri “zorla askere alınan köylülerden” oluşmamaktaydı. Toplamda 60.000’den fazla Katolik/kralcı savaşçı kızıllara karşı silahlanmıştı. Franco’nun elinde bile o zaman ancak 40.000 asker vardı. Komünistler kiliseleri korumak ve anarşistlerin din karşıtı ‘özgürlükçü’ kampanyasını bastırmak için yoğun bir çabaya girdiklerinde artık çok geçti. Solu taşrada yok eden ve şehirleri kuşatıp açlığa mahkum eden Katolik dinci birlikler dağların hakimi Basklıları bile ezdiler. Sağın kitlesel gücü hesap edildiğinde PCE’nin temkinli siyasetinin gayet rasyonel olduğu görülebilir. Ama bundan söz etmezseniz elbette PCE’nin sadece ‘devrimi boğmak’ adına hareket eden bir ‘ajan güç’ olduğu iddiasına ikna olabiliriz.
Türkiye’de de sadece Diyaneti, imam hatipleri, kuran kurslarını hedef alan, Diyanetin kapatılması gerektiğini savunan bir muhalif kanat var. Haklı oldukları çok yan da var. Ama onların söylemleri sayesinde yerli falanjizmin ‘bunlar iktidara gelince dini diyaneti kaldıracaklar’ söylemleriyle Orta Anadolu illerindeki insanları muhalefetten nasıl uzak tuttuğuna gözlerimizle şahit olmaktayız. Acaba Ömer Laçiner bu durum hakkında ne düşünüyordur? İspanyol anarşistleri gibi sonucu her ne olursa olsun zihnimize pranga vuranlara karşı özgürlük çağrısına kulak verilmesinden yana mıdır?
PCE’yle ilgili hatalı yargılar bununla sınırlı değil. İspanya iç savaşında filmler/romanlar genellikle en büyük direnişin anarşistler ve POUMcular tarafından yapıldığını tekrarlayıp duruyorlar. Gerçek tam tersi. Cephenin en tehlikeli noktası dört tarafı kuşatma altında olan Madrid’ti. Madrid’i savunan asıl güç komünistlerdi ve meşhur No Pasaran sloganı da PCE’nin sloganıydı. POUM ve anarşistler o dönemde hiçbir ciddi çatışmanın yaşanmadığı Katalonya’da adeta cephe gerisindeydiler ve sadece yardımcı güç olarak cepheye gelmekteydiler. Ken Loach’ın filminde POUMcu gibi gösterdiği meşhur uluslararası tugaylar da (ki Madrid’te sağcıları binlerce kayıp vererek durduran onlardı) asıl olarak Komintern’in yani komünistlerin örgütlediği askeri birliklerdi. Zaten POUM aslında birkaç bin savaşçısı olan yerel bir Katalan partisiydi. Ömer Laçiner PCE’nin Sovyet entrikaları ile giderek güçlendiğini söylerken yanılıyor. Cephedeki herkes en disiplinli savaşçıların PCE’liler ve onlarla hareket eden enternasyonal savaşçıları olduğunun farkındaydı. Komünistleri çekici kılan Madrid savunmasındaki rolleri ve kayıplarıydı. Oysa anarşistler savaşın cephede en kötü sınavını veren taraflardan biriydi. On binlerce militanlarının bulunduğu İspanya’daki en önemli kaleleri olan, adeta anarşizmin tarihiyle özdeşleşmiş Zaragoza’yı dahi koruyamamışlardı ve bunun sebebi silah ve malzeme açısından zayıf olmaları değildi. Anarşistlerin ideolojileri gereği disiplinli askeri bölükleri yoktu, emir-komuta zincirini tanımıyorlardı. Doğal olarak da falanjist birliklerle girdikleri hemen her çarpışmada yenilgiye uğramaktaydılar. Faşistlere karşı organize olacaklarına anarşistler küçük köy komünlerine dayalı parçalı sistemler inşa etmişlerdi. Falanjistler bunları tek tek yuttu.(4) POUM da cumhuriyetin düzenli bir ordu kurmasına ısrarla karşı koydu. Franco birliklerine karşı derme çatma silahlı çetelerle mücadelenin yeterli olacağına inanan bir romantizm içindeydi. İspanya’nın silah alabildiği tek ülke olan Sovyetler Birliği’ni sürekli olarak sosyalizme ihanet etmekle suçlayan zamansız bir politik doğruculukla meşguldüler.
İspanyol işçilerinin devrimin kıyısından PCE tarafından döndürüldüğü iddiası temelsiz görünüyor. Tam aksine cumhuriyet üç yıl direnebildiyse bunu Halk Cephesinin merkezi bir ordu kurma çabasına borçluydu. Ömer Laçiner’n tespitlerinin aksine Falanjistleri durdurabilecek tek güç çekirdeği PCE, PSOE ve merkez solca temsil edilen Halk Cephesi’ydi. Öte yandan Halk Cephesi bileşenlerinin anarşistlere ve POUM’a yönelik terörünün onu düşmanına benzettiği de doğru. Örneğin POUM liderlerinden Andreu Nin’in –ve daha birçoğunun- işkenceyle öldürülmesi hatta onların faşistlerle işbirliği yaptığına dair uydurma belgeler hazırlanması bu cenahın tarihsel hesap defterine yazılmıştır. Bu eleştirilerinde Laçiner haklı. Hatta bu kıyımlar genel halk kitlelerini iki taraf arasında bir fark olmadığına ikna ederek moral açıdan cumhuriyeti yıkmış oldu. Eğer silahlarınız karşı taraftan üstün değilse elinizde sadece ahlaki üstünlükten gelen gücünüz kalır (Vietnam gibi). Ama bu avantajınızı da yitirip her konuda düşmanınıza benzediğiniz zaman (ki Halk Cephesinin ve günümüzde pek yakın bir ülkedeki silahlı direniş hareketinin içine düştüğü hata buydu) halk kimin kazandığıyla ilgilenmeden sadece bir an önce savaşın sona ermesini diler. Anladığım kadarıyla İspanyol Cumhuriyeti, Halk Cephesi eliyle neredeyse düşmanına tamamen benzeme şartıyla kazanabilecekti. Bu durumda da cumhuriyetçiler belki de bu türden bir ‘zafer’ yerine ilkesel bir yenilgiyi iç güdüsel olarak kabul ettiler ve direnişten desteklerini çektiler. Ki ironik olarak bu onları bugünün tarihsel kazananları yaptı.
NOTLAR:
(1) A. Gramsci, Komünist Partiye Doğru, çev. Celal Kanat, Belge, İstanbul 1998, s.142.
(2) E.H. Carr, Komintern ve İspanya İç Savaşı, çev. Ali Selman, İletişim İstanbul,2017.
(3) Carr, a.g.e.s. 9-20.
(4) Anarşistlerin devimci inançlarına rağmen savaş alanındaki zaafiyetleri için bkz: A. Bevoor, s.313-321, ve daha birçok yerde.