YAZARLAR

İsrail tehlikesi. Kime?

Kibirin pekişmesi, “ne istersem yaparım” duygusunun karakter özelliği haline gelmesi… Sanırım böyle bir ruh haliydi, Amsterdam’da Ajax maçına giden Macabi Telaviv taraftarlarına hakim olan. İsrail devleti, onu yönetenlerin -ve destekçilerinin- faşist zihniyeti yüzünden dünya üstündeki bütün Yahudileri hedef haline, potansiyel kurban konumuna getiriyor.

İsrail devleti, dünyadaki Yahudilerin saldırıya uğrama tehlikesinden uzak, güvenli ortamda yaşayabilecekleri bir ülkeye kavuşmaları beklentisi ve iddiasıyla kuruldu. İsrail’in kuruluşuna varan süreçte Yahudi silahlı örgütlerinin sergilediği yoğun dehşet ve bunun -özellikle “Filistinli” bilincinde ve ruhundaki- bugüne uzanan sonuçları genellikle “Ortadoğu” bahsi konuşulurken pek zikredilmez. Aynı zamanda, birilerinin haklı-meşru güvenlik ihtiyacını karşılaması beklenen İsrail’in başka birileri için yerinden edilme, toprağını ve onunla birlikte insanî haklarını yitirme anlamına geldiği, layıkıyla hesaba katılmaz. Dönemin güçlü devletleri, Ortadoğu’da “Yahudi devleti”ne yer açılmasını çeşitli sebeplerle öngördüklerinde, bir kısım Filistinlinin topraklarından sürülmesini, vatansız kalmasını da göze almışlardı.

Yasalı, kurallı, denetim ve temsil mekanizmalı, demokratik bir hukuk devleti olarak kendisi için kurulmuş sahnede yerini alan İsrail devletinin bir değil iki yüzü var. İkinci yüz, bitmek bilmeyen gasplara, yerinden etmelere, yani etnik temizliğe ve nihayet kökene bağlı ayrımcılığa dayalı, birinci sınıf bir apartheid rejimine ait. Bu devletin varoluşuna karakterini gerçekte sürekli paranoya hali ve varolmak için en doğal haklarını gasp ettiği insanlara yönelik ırkçılık kazandırıyor. İsrail’le ilgili meselelerin merkezinde bunların yeralmasına rağmen biz hep “Filistin sorunu”ndan sözediyoruz. Oysa sorun, “İsrail sorunu”.

İsrail, evet, birinci sınıf yurttaşları için -giderek uzaklaşmasına rağmen- demokrasi. Önde gelen özelliği militarizm, buna rağmen savaş karşıtlarının söz ve gösteri hakkı bulabildiği bir yer. Ancak bir kısmı resmen kendi yurttaşı da olan Filistinli ahaliye tavrı bakımından acımasız bir işgal ve ırk ayrımı rejimi de. İsrail devletinin Filistinlilere tavrı en kısa yoldan ve en özlü şekilde “kesintisiz aşağılama” diye tarif edilebilir; insandan saymama. Nitekim Netanyahu’nun -herhalde yeterince faşist bulmadığı için- birkaç gün önce kabineden kovduğu savunma bakanı, 7 Ekim eyleminden sonra ilk ağzını açtığında Filistinlileri “insanımsı hayvanlar” olarak sınıflandırmıştı. Yoav Gallant yalnız değil. İsrail’de geniş bir kesim Filistinliler için “hayvanlar” nitelemesini kolaylıkla ve yaygın şekilde kullanıyor. İsrail ordusunun zaman zaman yaptığı operasyonlarda askerlerin girip çıktıkları binalarda duvarlara yazdıkları yazılar, işgalcilerin topraklarını ellerinden aldıkları insanlara ilişkin menfur duygularını olanca çıplaklığıyla ortaya koyar. “Yerleşimci” diye masumlaştırılan ve giderek daha büyük pervâsızlıkla insanlık suçları işleyen faşist zorbaların dilinde Filistinli’nin hangi sıfatlarla beraber anıldığını sanırım tahmin edersiniz. Bunca zulüm görmüş, gadre uğramış Yahudi halkının içinden, zulmetmeyi böylesine içselleştirmiş toplulukların çıkması, zulüm ve aşağılamanın bizzat devlet politikası haline gelmesi, aslında geniş ve derin “insan nedir?” tartışmasına yolaçması gereken bir olgu.

Tabiî buna, giderek büyüyen, İsrail toplumunun ruhunun üzerini devâsâ ur gibi saran ve onu ezen kibiri eklemeliyiz. Bir yandan kendinden alttakine, ezdiğine keyfince zulmedebildikçe, onu yavaş yavaş yok edebildikçe, öte yandan, -ABD örneğinde olduğu üzre-, kendinden daha güçlü ve gerçekte, özellikle varoluşsal bir mevzuda, silah konusunda muhtaç olduğun birilerini peşinden koşturabildikçe irileşen ur. Hepsi güya ona haddini bildirmek için biraraya gelen Arap devletlerini bozguna uğratabilmiş olmanın gururu da şüphesiz bu kibirin baskın varlığında, kendi başına varolamayıp ona karışıyor, zehirleniyordur.

İsrail konusunda en âşina olabileceğimiz, çünkü hayatî bir eksiğiyle de olsa benzeriyle içiçe yaşadığımız şey bu kof kibir: “Seçilmişlik” sanrısı. Büyük fark, bizde kendini “seçilmiş” sayanların, iktidardan en uzak tutuldukları dönemlerde bile dışlanan azınlık konumunda hiç olmayışı. Aksine, hep dışlayıp aşağılayabilecekleri azınlıkların etrafını sarmış çoğunluktular. O kibir nasıl bizde eşitlik ihtimalinden duyulan tiksintiye can verdiyse, Yahudilerin tarihî tecrübesi de onlara sürekli tetikte olmayı öğretti. Tehlike altındaki azınlıkken gayet meşru, çünkü hayatta kalabilmek için gerekli olan tetiktelik duygusu, seçilmişlik imtiyazı gibi sapkınlıklarla birleştiğinde nasıl feci ve berbat sonuçlara yolaçabiliyor; İsrail bunun mükemmel örneği.

İsrail devletinin dünyadaki uluslararası organizasyon içerisinde sahip bulunduğu ayrıcalıklı konum, 2. Dünya Savaşı sonrası dünya düzeninin -hesabı verilmesi gereken en dehşetli insanî felaketlerden Holokost’un etkisiyle sorgulanamayan- en tuhaf unsurlarından. Kimi, nereyi isterse bombalayabilen bir devlet!? Olabilir mi böyle bir şey? Olabilir değil, var. Ve bunu hep yapıyor. Kendi sınırları veya denetimi altında bulunan toprak parçalarında uyguladığı, insan onuruna aykırı politikalar yüzünden doğru dürüst eleştirilmiyor, aksine, her attığı adımda, bir sonrakini atmasının da meşru bulunacağını, başka devletlerin tâbi kılındığı hiçbir kısıtlamanın kendisine engel olmayacağını biliyor. Kibirin pekişmesi, “ne istersem yaparım” duygusunun karakter özelliği haline gelmesi…

Sanırım böyle bir ruh haliydi, Amsterdam’da Ajax maçına giden Macabi Telaviv taraftarlarına hakim olan. İsrail’in Gazze ve Lübnan’da yürüttüğü soykırım ve etnik temizlik harekâtlarından ötürü tepki görebileceklerini, sokaklarda dikkatli olmalarını gerektiren durumda, bu taraftarlar, maçtan önce metrolarda gövde gösterileri yapıyor, taraftar gruplarının davranışlarına âşinâ kişilerin söylemesiyle “aranıyor”, Filistin bayraklı birilerine sataşıyor, hattâ bayrak yırtıyor, “İsrail ordusu kazansın, Arapları s.kelim!” sloganları atıyor, stadda, maç başlamadan önce İspanya’daki sel kurbanları için yapılan saygı duruşunda sessiz durmayıp slogan atıyor… ve çıkışta toplu saldırıya uğruyorlar.

Bu saldırıya ilişkin haberi Batı basını, “Amsterdam’da anti-semitist saldırı-pogrom” türü başlıklarla duyurdu. Tıpkı Gazze soykırımını “İsrail’in savunma hakkı” olarak sunmaları gibi. Avrupa ülkelerinde “Filistin yanlısı” diye etiketlenen, ama gerçekte “soykırım karşıtı” olarak adlandırılması gereken hemen bütün gösterilere “terörizme destek” damgası vuran politikacılar ve basın böyle böyle nereye varacaklarını düşünüyorlar, bilemiyorum, ama bu yazıyı yazmama yolaçan, şimdi gireceğim -esas- sorunun ağırlaşmasına, derinleşmesine hizmet ettikleri ortada.

İsrail toplumunda da genel olarak dünyadaki Yahudi toplumunda da, İsrail devletinin ırkçı-ayrımcı politikalarına karşı çıkan, Filistinlilerin uğradığı gündelik aşağılamayla uğraşan, çeşitli tehlikeleri, dışlanmayı göze alarak hak-adalet mücadelesi yapan onurlu, değerli, güzide insanlar, topluluklar, örgütlü gruplar var. Ve sayıları hiç de az değil. Ancak kabul edelim ki, bir toplumun yaşamına yön veren genel hükümler, önyargılar ve ideolojik kalıplar böyle insanlarınki değil, güç sahiplerinin açtığı ve denetlediği yollardan yürüyenlerinki. Ve futbol taraftar grupları birçok ülkede toplumların devletle bütünleşik organizmalarıdır, hakim ideolojik kalıpları yeniden üretir, yayarlar.

Hiçbirini tanımamama rağmen, Macabi Telaviv taraftarlarının davranışlarına yön veren -ideolojik- güdüleri tahmin edebildiğimi sanıyorum. Tavırlarında bir yandan, birbirinin stadlarına gidince lavaboları, fayansları falan kırıp döken “ezelî rakip” taraftarlarının “hasma” şuursuzca zarar verme, böylece kendini bulma isteğine benzer bir arızalı erkek ergen hali seziliyor. Öbür yandan, “Biz İsrail’iz, bize kimse bir şey yapamaz!” babalanması var. Farkında olmadıkları veya umursamadıkları, karşılarında, oradan oraya sürükleyip başlarına bomba yağdırdıkları ve her gün onunu yirmisini birden çoluk çocuk molozlara gömdükleri akrabalarıyla, tanıdıklarıyla kendini özdeşleştiren bir kalabalığın bulunduğu gerçeği. Muhtemelen akılları almıyor, nasıl olup da kendilerine saldırıldığını.

Saldırının maçtan önce planlandığı iddiası, tabiî ilk elde İsrailli taraftarların yediği herzelerin gözden kaçırılması amacıyla ortaya atıldı. Ancak bunda gerçek payı olabilir. Amsterdamlı Arap taraftar grupları da, tıpkı siyasetten bağımsız, başka deplasman durumlarında görülebildiği üzre, gelenlere gününü gösterme amacıyla birşeyler planlamış olabilirler. Ancak herhalde, İsrailli taraftarların kışkırtıcı davranışlardan uzak duracağını, iyi korunacağını filan varsayıp buna göre hesaplar yapıyorlardı. İsrailli taraftarların metro merdivenlerinden ine çıka kendilerine meydan okuyacağını varsaymamışlar ve “Arapları s.kelim!” sloganları ve saygı duruşunda meydan okumanın sürdürülmesi gibi hallerden ötürü öfkeden deliye dönmüşlerdir. Belirtmem gerekli mi bilmem, bir taraftar grubunun deliye dönmesi için çok da fazla sebep gerekmez. Bu delilikten, taraftar grubu dışındaki Yahudilerin de zarar gördüğü anlaşılıyor. (Zira sokakta çevirdikleri Ukraynalı insana “İsrailli misin?” diye kimlik soran potansiyel saldırganlara ilişkin video gördüm.)

İsrailli taraftarların sel felaketinde ölen İspanyollar için yapılan saygı duruşuna saygı göstermeyişinin sebebi de doğrudan siyasî: İspanya, öbür Batı devletlerinin körü körüne İsrail soykırımını destekleme politikasına katılmıyor, İsrail’in durdurulması yönünde girişimlerde bulunuyor. Dün de, İsrail’e silah taşıyan iki ABD gemisine Madrid’in liman izni vermediği yollu haberler çıkmıştı.

Macabi Telaviv taraftarları belli ki İspanya’ya gıcıklar; soykırım harekâtını desteklemiyor diye! Peki, maç için gittikleri ülkenin sokaklarında esip savurmayı kendilerine nasıl bu kadar kolaylıkla hak görüyorlar? Bunun için sanırım iki şart var: Her durumda haklılıklarına olan sarsılmaz inanç ve kimsenin herhangi bir konuda onlara engel olamayacağına dair bilgi.

Sıra toparlamaya geldi. Fakat bütün bunlardan sonra söylenmesi gereken o kadar acı ki, insan yanına bile yaklaşmak istemiyor: İsrail’in onyıllardır kasıla kasıla, kimseyi umursamadan pekiştirdiği konum, tavır, özellikle bir yıldır giriştiği soykırım ve etnik temizlik harekâtını sürdürürken dışavurduğu kibir, kendinden başkasını umursamazlık… bütün dünyadaki Yahudiler için büyük tehlike yaratıyor. Anti-semitizmin -İsrailli faşistlerin sözcülerinin, gözü kapalı İsrail destekçilerinin en ufak itirazı bile soktuğu kalıp değil- sahicisi de, Yahudilere yönelik ayrımcılık da insanlığın yüz karalarından, geleneğiyle meleneğiyle yakılması, yok edilmesi gereken sapkınlıklardan. Ne yazık ki, üredikleri ortamlar, boy attıkları zeminler hâlâ pek bereketli.

Yahudi toplumunun nihayet güven içinde, huzurlu yaşaması umularak kurulan İsrail devleti, onu yönetenlerin -ve destekçilerinin- faşist zihniyeti yüzünden, yalnız kendi sınırları içindeki insanlara hayatı giderek daha tehlikeli kılmakla kalmıyor, dünya üstündeki bütün Yahudileri hedef haline, potansiyel kurban konumuna getiriyor.