İsrail’in Gazze saldırısı ve Almanya’nın ‘devlet aklı’

Nazi soykırımının bir sonucu olarak Almanya, İsrail’in güvenliğini devlet çıkarı olarak görüyor; bu siyaset, ‘Staatsräson’ kavramıyla açıklanıyor.

Google Haberlere Abone ol

Semra Pelek*

İsrail’in Gazze saldırısı üçüncü aya doğru ilerliyor. Hamas yönetimindeki Sağlık Bakanlığı, Gazze’de 7 Ekim'den bu yana toplam ölü sayısının en az 21 bin 320 olduğunu bildirdi; ölenlerin en az 8 bininin çocuk olduğu tahmin ediliyor. UNICEF, daha bir ay önce öldürülen çocukların sayısını “dehşet verici” olarak nitelendirdi. İsrail’in hava ve kara saldırısının devam ettiği Gazze halkı açlık ve susuzlukla da mücadele ediyor. Dünya Gıda Programı'na göre Gazze'deki hanelerin üçte biri, bir başka deyişle kabaca 500 bin kişi “felaket koşullarla” karşı karşıya; 2,2 milyon kişi akut gıda sıkıntısı çekiyor.

Peki, Almanya bu dehşet verici, felaket koşullarda çocuk ve kadınlar dâhil sivil ölümlerden sorumlu tutulan, hatta soykırımla suçlanan İsrail karşısında ne yapıyor? Bu sorudan önce aslında şunu sormak lazım: Niye örneğin, bu konuda Norveç’in değil de özellikle Almanya’nın tutumu sorgulanıyor?

Bu soru aslında Nazi soykırımı sonrası, 1948 İsrail’in kuruluşunda ve bu 75 yıllık süreçte Almanya’nın İsrail’e verdiği şartsız desteği imliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Kasım ayında, Almanya ziyareti sırasında Şansölye Olaf Scholz’la yaptıkları basın açıklamasında, “Bir borçluluk psikolojisi içerisinde İsrail-Filistin savaşını değerlendirmemek gerekir. Bakın ben rahat konuşuyorum. Çünkü bizim İsrail'e borcumuz yok. Biz Holokost cenderesinden geçmedik” demesi hiç de Erdoğan’ın alışılageldik, Batı’ya had bildiren konuşmalarından biri değildi. Almanya’da öfkeyle karşılansa da konuşmasının arkasında, Almanya’nın kendini sorumlu hissettiği - hissetmesi de gerek - tarihi bir gerçeklik var.

Önce, Almanya ne yapıyor sorusuna, yanıt olması için kısa bir bilgi: Hamas'ın saldırıda bulunduğu 7 Ekim'den bu yana Almanya, İsrail'in “kendini savunma hakkını” destekliyor. Saldırının ardından Almanya Başbakanı Olaf Scholz, “İsrail'in güvenliği devlet nedenidir (Staatsräson)” dedi. Scholz, bunu söylerken 15 yıl önce İsrail parlamentosunda (Knesset) yaptığı bir konuşmada bu kavramı kullanan selefi Angela Merkel'in izinden gidiyor, tartışmayacakları konunun altını kalın bir çizgiyle çiziyordu. İsrail’in kuruluşunun 60’ıncı yıldönümünde Merkel de, Almanya için İsrail'in güvenliğinin “Staatsräson” ve “asla müzakere edilemez” olduğunu söylemişti. Bununla İsrail’e yönelik yeni bir siyasi tutumu açıklamıyor, aksine ülkesinin mevcut kararlarını teyit ediyor ve programın üst düzeye çıkarıldığı bir çerçeve çiziyordu.

DEVLET HUKUKU ASKIYA ALABİLİYOR

İşte, bu programatik çerçeve Alman hükûmetinin, Gazze’de her gün artan sivil ölümlere rağmen ısrarla İsrail’e destek vermesine neden oluyor. Peki, ‘Staatsräson’ kavramı ne anlama geliyor ve Almanya-İsrail ilişkilerini nasıl şekillendiriyor?

Kavramın Fransızcası, yani ‘raison d’etat’, daha bilindik. Devletin, bekâsının söz konusu olduğu durumlarda her türlü kuraldan muaf tutulmasını savunan siyasal anlayışa deniyor. Özetle devlet, varlığı tehlikeye düştüğünde hukuku askıya alabiliyor. Kavramın Osmanlıca karşılığı ‘hikmet-i hükûmet’, modern Türkçede ‘devletin gereği’, ‘devlet nedeni’ veya ‘devlet aklı’ olarak çevriliyor.

Almanya-İsrail ilişkileri açısından bakıldığındaysa bu kavram - Federal Siyasi Eğitim Merkezi’nin yayımladığı bir makaleye göre - ikili boyut, bölgesel boyut ve uluslararası boyut olmak üzere üç açıdan okunabilir. Bu üç boyuttan ilki İsrail'in askeri üstünlüğüne katkıda bulunma konusunda Almanya’nın kendini yükümlü görmesine; ikincisi İsrail'in güvenliğini destekleyen bölgesel bir ortamın şekillendirilmesinde Alman hükûmetinin kendini sorumlu hissetmesine ve bunun için çalışmasına; sonuncusu Almanya'nın uluslararası örgütlerde İsrail'in güvenliğini hedefleyen bir politika benimsemesine neden oluyor.

NAZİ SOYKIRIMI SONRASINDA SİLAHLANMA ANLAŞMASI

Almanya ve İsrail arasında silahlanma işbirliği, Yahudi soykırımının ertesine, 1950'lere kadar uzanıyor. Büyük ölçüde gizli yürütülen bu işbirliği sonucunda İsrail'e yapılan Alman silah teslimatlarının büyük bir kısmının, hatta bazen tamamının, Federal Cumhuriyet tarafından ödendiği de ortaya çıktı. Alman kamuoyuysa iki ülke arasındaki silahlanma işbirliğinden ancak Şansölye Helmut Kohl, 1991 yılında, Almanya'nın İsrail'e altı denizaltı göndermesine karar verdiğinde haberdar oldu. Bu kararın arkasında İkinci Körfez Savaşı ve o dönemde Irak’ın, İsrail’e karşı kimyasal silah kullanacağı korkusu yatıyordu.

Peşinden İran’ın nükleer programı geldi ve bunun sonucunda Almanya, İsrail'in nükleer caydırıcılığını desteklemeye başladı. Almanya’nın tedarik ettiği, İsrail'in yıkıcı bir saldırıdan sonra bile düşmanını vurma yeteneğini garanti eden nükleer kapasiteli denizaltılar İsrail’e gönderilmeye başlandı. Örneğin Merkel’in, ‘İran’ın İsrail’e yönelik artan tehdidini’ gerekçe göstererek, 2011’de satışına onay verdiği nükleer başlıklı roket fırlatma özelliğine sahip denizaltılar, “İsrail’in nükleer sigortası” olarak nitelenmişti. İsrail, eğer nükleer tesisleri İran tarafından vurulursa bu denizaltılarla İran’ı “yok etme” kapasitesini elde etti.

Silahlanma işbirliği sonucunda Almanya, bundan on yıl önce, yaklaşık yüzde 17'lik pazar payıyla, ABD'den sonra İsrail'in en büyük ikinci savunma ekipmanı tedarikçisi haline geldi.

İRAN’A KARŞI İSRAİL’İN YANINDA

Meselenin bölgesel boyutunun bir yönünü yine İsrail’e verilen askerî destek ve silahlanma anlaşmaları oluşturuyor. Almanya kendi siyasetini, İran'ın yürüttüğü nükleer program bağlamında gerekçelendiriyor. Başta ABD olmak üzere pek çok devlet, 2002 yılından bu yana, İran’ın bu programa nükleer silah üretmek için başladığını iddia ediyor. Bu endişeler, İran tarafından gelecek olası bir nükleer silah tehdidinin öncelikle Kudüs'e yönelik olacağı varsayımından besleniyor.

Bu endişeler nedeniyle Almanya 2003'ten bu yana İran’ı, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun kontrol rejimine tabi tutmaya çalışıyordu. Bir taraftan İran’a kapsamlı işbirliği teklif edilirken, diğer taraftan uluslararası yaptırım rejimiyle İran’ı nükleer meselede pes etmeye ikna ettirmek amaçlandı.

BÖLGESEL BARIŞ ÇABASI TEK YÖNLÜ ÇIKARLARA HİZMET EDİYOR

Bölgesel boyutun diğer yönünü, “Merkel Doktrini” olarak tanımlanan, Almanya'nın İsrail'e yönelik dış politika taahhüdü oluşturuyor; bu politika post-Merkel dönemi olan günümüzde de hâlâ geçerli. Ancak, Ortadoğu’da, ‘İsrail ile Arap komşuları arasındaki gerilimi yumuşatacak bir siyasi ortam yaratma’ çabasını ifade eden bu politika, bir varsayımdan öteye gitmiyor.

Almanya bu kapsamda iki ülke arasında bir barış anlaşması yapılması için çabalıyor. Merkel öncesinde Dönemin Başbakanı Joschka Fischer, 2002’de, barış sürecini yeniden canlandırmayı amaçlayan yedi maddelik plan sunmuştu. Daha sonra dönemin Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier, 2014’te, Gazze savaşını sona erdirecek bir ateşkes için doğrudan arabuluculuk yaptı. Tüm bu çabalar, İsrail’e verilen siyasal sözlerin bir sonucuydu.

Almanya’ya göre ekonomik kalkınma, kamu güvenliği, iyi yönetişim ve eğitim alanlarına odaklan bir barış anlaşmayla İsrail ile Arap komşuları arasında bölge içi ticaret, çevre koruma, ulaşım altyapısı gibi konularda işbirliğinin önünü açılabilirdi. Fakat ‘Filistin halkına doğrudan fayda sağlayarak’, onları barış sürecini desteklemeye teşvik etmeyi amaçlayan bu ‘barış anlaşması’ çabaları, yine sadece İsrail'in güvenlik çıkarlarına hizmet ediyor.

ALMANYA’NIN OYU HER ZAMAN İSRAİL LEHİNE

Almanya'nın İsrail’e desteğinin üçüncü boyutu, son olarak BM Genel Kurulu’nda gösterdikleri tavırda da açığa çıktı. Almanya, BM Genel Kurulu’nda, İsrail’in saldırısını durduracak, Gazze'de ‘acilen insani ateşkes’ talebinde bulunulan karar tasarısı oylamasında çekimser kaldı.

Ancak bu bir ilk değil, Almanya’nın uluslararası örgütlerde savunduğu politikasını ve buna karşılık gelen oy verme davranışını, İsrail’in çıkarları ve güvenliği yönlendiriyor. Dolayısıyla  Almanya, BM genel kurullarında her zaman İsrail’i koruyan bir tavır sergiliyor ve Filistin'in uluslararası hukuk çerçevesinde tanınmasını desteklemeyi sürekli reddediyor. Örneğin, Kasım 2012'de, BM Genel Kurulu’nda, Filistin'in üye olmayan gözlemci devlet olarak tanınmasına ilişkin oylamada Almanya çekimser kalan 41 devletten biriydi.

Özetle ‘devlet aklı’ İsrail meselesinde Almanya’nın tutumunu belirliyor. Almanya, Naziler tarafından gerçekleştirilen soykırımın bir sonucu olarak, İsrail’in güvenliğini sağlamanın ve devlet olarak varlığını desteklemenin ‘kaçınılmaz’ görevi olduğunu düşünüyor.

Fakat Almanya tarafından İsrail'e verilen siyasi ve askeri destek, esasen Ortadoğu’da sömürgeci sistemin devamını sağlıyor. Nihayetinde Almanya’nın Ortadoğu’daki bu belirleyici politik tavrı, İsrail-Filistin arasındaki çatışma ve gerilimleri sürekli kılmaktan başka bir işe yaramıyor.

*Gazeteci-yazar