İstanbul’un meyhaneleri
Bugünkü meyhanelerin altın çağı galiba 50’ler… Sonra 70 ve 80’lerde sayıları hızla azalmış, yerlerini ‘modern bar ve restoranlar’ almış. Yine de o dönemlerden günümüze kadar ulaşan mekanlar var.
Hem tam kapanma var hem bütün lokantalar kapalı, hem ramazan hem de içki yasağı gelmişken meyhanelerden söz etmenin tam zamanıdır diye düşündüm. Reklama girmez, canı çekse bile kimse kötü yola sevk olunmaz.
Biz ansiklopedi karıştırarak kendini bulmuş bir kuşaktan olduğumuz için, bu konuda da İstanbul ansiklopedilerine başvurdum. Üstadımız Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi M harfine kadar gelmediyse de kendisi bu konuya değinmeden geçmemiş. Ama esas tafsilatlı bilgiyi yaşadığım kentin mazisine yolculukta baş kılavuz bellediğim Tarih Vakfı’nın Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi’nde buldum. Hem de rakının piri rahmetli Vefa Zat imzalı bir ‘meyhane’ maddesinin içinde…
İstanbul’da meyhanelerin tarihi tabii ki Bizans’a kadar uzanıyor. Fatih döneminden itibaren Osmanlı İstanbulu’nda da meyhaneler olduğu biliniyor. 16. Yüzyılda Latifi, meyhanelerin merkezinin Tahtakale ve tabii ki Galata olduğunu yazıyor. Galata her daim meyhanelerin merkezi olmuş. Bunda şaşırtıcı bir şey yok, ne de olsa burada liman var; yani denizciler… Nitekim Reşad Ekrem Koçu da İstanbul Ansiklopedisi’nde Galata Meyhaneleri maddesine epey geniş yer ayırmış. 19. asır şairleri Enderunlu Çuhadar Rasih Ağa ve Gözlüklü Nuri’nin bu mekanları anlatan şiirlerine yer vermiş ve bize şu eski sözü hatırlatmış: ‘Meye tövbe etmiş kimse Galata’ya adımını atarsa, tövbesini unutur’…
Meyhanelerden uzun uzun bahseden Evliya Çelebi de 17. yüzyılda Galata’da 200 meyhane olduğunu söylüyor. Verdiği malumata göre o zaman ‘Hamr Emaneti’ne bağlı binden fazla meyhane varmış ve çalışanların sayısı altı bini bulmaktaymış. Galata Domuzkapısı’nda bulunan Hamr Emaneti (sonraki adı Domuz Sokak, Necatibey Caddesi civarında…) devlete en büyük gelir sağlayan emanetlerden birisiymiş. Yani bekriye yüklenmek o zamandan beri bir devlet geleneği, dünyanın en pahalı birasını, şarabını içiyoruz diye günümüz yöneticilerine kızmamak lazım.
Belli ki her dönemin kendine göre popüler meyhaneleri var, Evliya Çelebi’den öğreniyoruz ki 1600’lerin ünlü meyhanelerinden bazılarının adları şöyle: Kefeli, Manyalı, Sünbüllü, Kaşkaval ve Taşmerdiven. Ekseriyetle meyhanecinin adıyla anılıyorlar. Günümüzde de bu gelenek nispeten sürüyor: Refik, Cavit, Yakup, Hüseyin’in Yeri gibi… Buna ‘barba’ geleneği demek mümkün. Barba meselesi de malum, eskiden meyhane işletmek Müslümanlara yasak olduğu için bu iş Ermeni ve Rumlar tarafından icra ediliyormuş. Meyhanenin başındaki kişiye ‘meyhaneci ustası’ denirmiş, biraz kalender meşrep, biraz otoriter bu ustaların ortak adı zamanla nasılsa İtalyanca kökenli bir sözcüğe dönüşmüş, onlara ‘barba’ denir olmuş…
Meyhaneler de çeşit çeşit. Bugünkü gibi yeri belli, sahibi belli olanlara gedikli meyhane deniyor. Loncaya bağlı bu mekanlar babadan oğula geçiyor, olmadı bir kalfa devralıyor. İçkileri sunan sakiler ekseriyetle Sakızlı güzel oğlanlardan seçiliyor (fena halde Reşad Ekremvari bir malumat…). Onların dışında yiyecek içecek servisi yapan ustalar, onlara eşlik eden miçolar, tezgahın arkasında duran tezgahçılar, çubuklara ateş yetiştiren ateşçiler gibi pek çok kişi çalışıyor meyhanelerde. Tabii raks da var; ama rakkaslar, yani köçekler tarafından icra ediliyor bu eğlenceler. Meyhane açıldığında kapıya bir hasır asılırmış, bir zamanlar Tarlabaşı’nda ‘Hasırlı’ diye bir mekan vardı, acaba bununla alakalı mı diye düşünüyor insan. Hava kararıp ‘orta kandil’ yanınca muhabbet başlar, kapanma saati gelince çalınan çıngırakla gece bitermiş. Tabii o dönem sinilerde yenilip içiliyor, asma katlardaki özel mekanlarda ise ağır abiler, müdavimler, ekabirler, kabadayılar oturuyor. Masa meyhanelere, bugün modern olan her şey gibi, Tanzimat’tan sonra geliyor. O zamana kadar alçak hasır iskemlelere oturmak adet. Sinin başına iskemleyi çekip oturanlar ise kesesi dolgun olanlar. Yoksa dükkanı kapatan esnaf, onların kalfası çırağı, tulumbacısı genellikle kapının hemen yanındaki tezgaha yanaşıp leblebi ve lahana turşusu eşliğinde tek tek içkisini içip gidermiş.
Bir de ‘koltuk meyhaneleri’yle, ‘ayaklı meyhaneler’ var. Birincisi gizlice içki satılan ve içilen bakkal, manav gibi dükkanlar. Bunlar da hâlâ var… Türkiye’nin her yerinde çoğu tekel bayinin dibinde iskemlelere çömelmiş kırmızı yüzlü abilerin varlığını hepimiz biliriz. Hatta büyük kentlerin yoksul semtlerinde arkaya gizli bir oda açıp işi biraz daha ilerletenler vardır. Ama ayaklı meyhane denilen şey günümüzde yok. Bu, beline doladığı bağırsağın içini rakı dolduran ve cebinden çıkarttığı kadehe buradan doldurduğu içkiyi bardak hesabı ayak üstü satan bir eski zaman meyhanecisidir. Hoş, 2000’lerin başında İstanbul’un çılgın zamanlarında Asmalımescit ve civarında yol kenarında Tekila ‘şat’ satan seyyarlar görmüşlüğüm vardı ama bu da bütün o çılgınlık gibi hızlıca geçti gitti.
Bugünkü meyhanelerin altın çağı galiba 50’ler… Sonra 70 ve 80’lerde sayıları hızla azalmış, yerlerini ‘modern bar ve restoranlar’ almış. Yine de o dönemlerden günümüze kadar ulaşan mekanlar var, 2015’te hayata veda eden Yorgo’nun yeri ‘Krepen’deki İmroz’, en eski edebiyatçıların mekanı Cumhuriyet, mekanı da ismi kadar eski Safa, Balat geleneği Sahil, Agora, Kurtuluş’ta Despina, Moda’da Koço… Bu mekanlarda yarım asırdır rakı aynı şekilde içiliyor ve o rakıya bir iki eksik ya da fazlasıyla aynı mezeler eşlik ediyor. Ana konu ise hep aynı: Ne olacak bu memleketin hali?
Evet, kentimizin beş asırlık meyhane geleneği ana hatlarıyla hâlâ yaşıyor. Fakat bu geleneğin en eğlenceli detaylarından biri olan ‘beni unutma dolması’nın artık sadece hoş bir anlatı olmasına üzülüyorum. Hani eskiden ramazan boyunca ziyaretlerine ara veren müdavimlere bayramın ilk günü barbalar ‘uskumru dolması’ yollar, kendini hatırlatırmış ya… ne bana böyle bir dolma yollayan oldu, ne de beni yetiştiren edebiyatçı büyüklerime gittiğini duydum. Bunun da suçlusu, ramazanda olsun kendini özletmeyi bilemeyen müdavimlerden başkası değil tabii ki… Laiklik uğruna bir geleneği daha yok ettik… İyi mi?