YAZARLAR

İşte formül: 4x > 210y

Bir tür yeni küresel ideolojik hat sözkonusu. Bu hat, 20. yüzyılın belalarından insanî çıkış yolu olarak ne bulunmuş benimsenmişse kaldırılıp çöpe atılmasıyla, yeryüzü adaleti, eşitlik, insan haysiyeti gibi kavramların terk edilmesiyle, insanlığın net çizgiyle ikiye ayrılmasıyla inşa ediliyor.

Acımasızlık ve zulüm çeşitlemeleri bahsinde geçmiş rekorlarına rekorlar katan İsrail Ordusu’nun dünyanın vicdanlı insanlarını perişan eden yeni marifeti, 21. yüzyıl tarihinde bir dönüm noktası sayılır mı? Neden? İsrail Ordusu şimdiye kadar nice katliamlar yaptı, sırf şu son sekiz ayda, yarısına yakını çocuk otuz altı bin insan öldürdü, iki milyon insanı ya yerinden etti ya aç-susuz bıraktı ya ikisi birden, her hâlükârda hepsini hastanesiz, eczanesiz, fırınsız, bakkalsız, manavsız, kasapsız bıraktı. Tamam, Nuseyrat Mülteci Kampı’na düzenlenen rehine kurtarma operasyonunda tek hamlede 210 ölü, 400 küsur yaralı az değil; yine de İsrail Ordusu sözkonusu olunca bu niye böyle tarihte dönüm noktası falan sayılacak kadar büyük hadise olsun? Bu operasyon etrafında oluşan insanlık manzarası ne yazık ki böyle bir ihtimale işaret ediyor.

Ne oldu, hatırlayalım. Nuseyrat Mülteci Kampı, Gazze şeridinin neredeyse tam ortasında yeralan bir yerleşim birimi. Kuzeye, Gazze şehrine (artık “yıkıntılarına” demek lazım galiba) yakın (9-10 km), güneye, Han Yunus’a daha uzak (16-17 km), deniz kıyısına da yürüyerek 10-15 dk mesafede. Kampta otuz-kırk bin kişi yaşıyor. “Kamp” deyince genellikle sıra sıra çadırlar, konteynerler falan aklımıza geliyor; oysa Filistin topraklarında “mülteci kampı” diye adlandırılan yerleşim yerleri, bizim büyükşehirlerde artık geçmişte kalmış sayabileceğimiz, ikinci evredeki gecekondu semtlerini andırıyor: yani büyük bölümleri, zaman içinde, derme çatma da olsa inşa edilmiş evlerden, hattâ apartmanlardan oluşuyor, sokakları, caddeleri, çarşıları, dükkânları var. Ama buralarda kendine yeterli, doğru dürüst bir şehir hayatının sürdüğünü söylemek mümkün değil. Zira işsizlik yoğun; elektrik kesintileri ve temel ihtiyaçların karşılanması için hep yardımlara bağımlılık ve geleceğe dair belirsizlik insanların hayatla ilişkisini bozuyor. Mülteci kamplarında Birleşmiş Milletler ve özellikle BM’ye bağlı Filistinli mültecilere destek kuruluşu (Birleşmiş Milletler Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı) UNRWA’nın kurduğu, işlettiği kurumlar bulunuyor. Nuseyrat’da da -yakındaki başka mülteci kampıyla ortak- yemek dağıtım merkezi ve on beş okul var.

Gazze, evet, Filistin toprağı, ama İsrail işgali altındaki başka yerlerden gelme Filistinliler hâlâ mülteci statüsünde yaşıyorlar. Toprağı gasp edilmiş ve bir gün geri dönme umudu taşıyan, bu yüzden daha çok öfkeli ve gerilimli mülteci kampı sâkinleri arasında militanlığın gelişmesi şüphesiz daha kolay. Bu yüzden bu kamplar sık sık İsrail Ordusu’nun hışmına uğrayageldi.

Nitekim Hamas’ın 7 Ocak saldırısına karşı İsrail Ordusu’nun giriştiği etnik temizlik ve soykırım harekâtının başından itibaren Nuseyrat da epey bombalandı, epey zayiat verdi. İsrail harekâtının ilk günlerinden belki hatırlarsınız, minaresi yıkılmış cami vardı, sık paylaşılan; o buradaydı işte. 8 Haziran katliamından iki gün önce de, İsrail Ordusu Nuseyrat’ta Gazze’nin başka yerlerinden kaçan insanların sığındığı okulu vurmuş, dokuzu çocuk, üçü kadın, otuz üç kişiyi öldürmüştü. İsrail saldırıdan sonra öldürdüklerinden dokuzunun Hamas militanları olduğunu ileri sürmüş, yani öteki insanları boşu boşuna öldürdüğünü de yıldırma taktiği ve meydan okuma bâbında ilan etmişti. (UNRWA’nın Gazze’de açtığı 300 kadar okul, İsrail harekâtının başlamasıyla birlikte zorunlu olarak tatil edildi ve Gazze içi mültecilerin sığınma mekânları olarak kullanılmaya başlandı.)

8 Haziran 2024 günü, İsrail Ordusu, bir tür Truva Atı taktiği kullanarak Nuseyrat’a daldı ve bu muazzam gelişkin istihbarat ve akıllı silahlar vs. devrinde hiç de zorunlu sayılmayacak çapta dehşet yaratarak dört rehineyi kurtardı. Nuseyrat’ın iki ayrı yerinden alınan rehineler, Hamas (ve belki eylem birliği yaptıkları başka örgüt) militanlarının 6 Ekim 2023 günü bastıkları müzik festivalinden kaçırdıkları kişilerdi.

Truva Atı nereden çıktı? İsrail Ordusu, kalleşçe bir taktikle, bundan böyle ortada dolaşacak bilumum yardım kamyonlarını Filistinlilerin gözünde baştan şaibeli ve tehlikeli hale getirmeyi de şüphesiz amaçlayarak, sivil yardım kamyonu süsü verilmiş bir (belki iki) araca askerlerini doldurdu, böylece direnişle karşılaşmadan, tehlikesizce gireceği yere girdi, rehineleri kurtardıktan sonra, etrafa ve -muhtemelen helikopterlerden- önüne çıkan her şeye ateş açarak, bomba atarak yolunu açtı ve kendi güvenli bölgesine geçti. Bu arada, ABD ordusunun Filistinlilere yardım için kurduğunu iddia ettiği metal konstrüksiyon iskelenin yanıbaşından helikopter kaldırarak rehineleri Gazze üzerinden aşırıp İsrail’e taşıdı.

Operasyonda öldürülen, üçte ikisi çocuk ve kadın sivillerin sayısı henüz kesin değil. İlk bir saat içinde iki ayrı sağlık merkezinde 210 ceset sayılmıştı. Katliam günü başka yerlerde öldürülenlerle birlikte bu sayı 274’e kadar çıktı. Ne kadarı Nuseyrat’taki katliamda, henüz ayırt edemiyoruz. 210 sayalım.

İsrail Ordusu’nun, dört rehineyi kurtarmak için pekâlâ tereyağından kıl çeker gibi bir operasyon yapabilecek donanım ve kabiliyete sahipken niçin böylesine büyük  dehşete yolaçtığı elbette meşrû soru. Fakat katliamın ertesinde, belirtmeliyim ki ben de dahil birçok insan, nutku tutulmuş halde kalakalırken, dünyanın birçok yerinden İsrail destekçileri, belki daha fenası, “tarafsız” gözüken birçok kimse, dört kişinin kurtarılması için iki yüz kişinin katledilmesinin son derece meşru olduğunu iddia etmeye koyuldular. Daha kötüsü de vardı: bu olayda başından beri feci sınav veren Batı basını, rehinelerin kurtarılmasını haberleştirirken, katledilen onca insandan ya sözetmiyor ya da bunu satır arasında, haberin dibinde küçücük falan geçiştiriyordu. Kullanılan ifadeler yüz kızartıcı, sinir bozucuydu.

Düşünün, CENTCOM’un (ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı) “bizim iskeleyi kullanmadılar, biz operasyona katılmadık” açıklaması, âdetâ başarıya ulaşmış bir linççi güruhun yaratabileceğine eş o atmosferde rastlayabildiğimiz yegâne insanlık belirtisiydi. Bu açıklama sahtekârlıktır, değildir, bundan bahsetmiyorum (zaten muhtemelen sahtekârlık). Fakat en azından ortada üstlenilmemesi, sıyrılınması gereken vahim bir suç olduğu fark edilmiş ve bundan uzak durmaya çalışılıyordu.

Ve bu açıklamanın paylaşıldığı mesajın altına yazılanlar, işte bizi şu yeni formül ve dönüm noktası bahsine getiriyor.

Vicdanını ve aklını yitirmiş veya zaten baştan almayıp onun yerine silah edinmeyi tercih etmiş faşist ve sadist sürüleri değil yalnız karşımızdakiler. Kuvvete kudrete sahip devlet adamlarından başlayıp sıradan insana uzanan bir tür yeni küresel ideolojik hat sözkonusu. Bu hat, 20. yüzyılın belalarından insanî çıkış yolu olarak ne bulunmuş benimsenmişse kaldırılıp çöpe atılmasıyla, yeryüzü adaleti, eşitlik, insan haysiyeti gibi kavramların terk edilmesiyle, insanlığın net çizgiyle ikiye ayrılmasıyla inşa ediliyor. Tene bıçak batırılarak çizilen bir çizgi bu.

Bu gelişmenin temelinde, “aşağıdan” azgelişmiş göçmenlerin gelip “yukarıdaki” müreffeh toplumların huzurunu bozacağı korkusu gibi ideolojik-psikolojik etkenlerin yanısıra, ekonomik de diyebileceğimiz, “altyapısal” nedenler var: Sanayileşmenin başlangıcından bu yana ilk defa, egemen sınıfların ayrıcalıklı yaşamlarını ve egemenliklerini sürdürebilmek için ihtiyaç duydukları bağımlı çalışan sayısı, hâlihazırda işgücünü satacak işveren arayan nüfustan çok daha az. Yani ortada bir “gereksiz nüfus” var. Aynı zamanda, insan denen canlının üzerinde yaşadığı gezegenin, dünyanın, bitmek bilmeyen, aksine genişleyen bütün ihtiyaçlarıyla birlikte böylesine kalabalık nüfusu kaldıracak hali kalmadı. İklim dahil bilumum çevre sorunları, insanlık sekiz buçuk milyar değil de meselâ iki milyar kişiden oluşsa hiç de bugünkü kadar ölümcül boyutlara ulaşmayabilirler. Yakın zamana kadar vazgeçilmez görünen -ve artık tartışma konusu edilebilen- birtakım ahlâkî -yani aslında ideolojik- engeller kalksa, nüfusun “gereksiz”leştikçe azaltılmasının yolları daha kolay bulunabilir. Günümüzde “ulaşılan” -aslında düşülen- ahlâkî seviye ve dünyanın her yerindeki ortalama büyükşehir insanının zihniyetinde ve günlük yaşamında diğerkâmlığın kapladığı ufalan yer gözönüne alınırsa, insanların çoğunun, “azaltılacak”lar başkaları olduğu takdirde, böyle bir tenhalaştırmaya ses çıkarmayacağı tahmin edilebilir. Vicdan sahibi insanlar elbette hep olacaktır, lâkin yüzlerini ellerindeki telefonlardan kaldırmaksızın üstlerine yürüyecek, kendinden geçmiş kitlelere seslerini duyurabilecekler midir?

Meramımı izah edebildiğimi umuyorum. Büyük bir altüst oluş, kimbilir, belki de altüst olmadan geçiş dönemi yaşıyoruz. En büyük dönüşüm, kendimizle ilgili algımızda, idrakımızda. Gençlik, sağlık, fitlik, güzellik vs. ideolojilerinin, sürekli hızla değişen teknolojiye ayak uydurabilme-uyduramama veya bu teknolojiden zaten tamamen yoksun olma hallerinin, bunların yolaçtığı ayrımların ten rengi ayrımlarıyla, coğrafyayla, etnik kökenlerle, dinler mezheplerle biraraya gelerek esas insanlar-gereksiz insanlar kümeleri meydana getirmesine şahit oluyoruz. Ya da mâruz kalıyoruz.

İsrail Savunma Bakanı Yoav Galant’ın henüz 9 Ekim günü “insanımsı hayvanlar” ile savaşacaklarını açıklaması, basit bir ırkçı dangalaklığı değildi. İsrail’in 8 Ekim’den bu yana yürüttüğü etnik temizlik-soykırım harekâtının, sırf kendi çıkarları için bile uluslararası hukukun koruyucusu kesilmesi beklenecek mercilerce her yönüyle meşru bulunması, basit bir tarafgirlik ve çıkar hesabı değil. Dört rehineye karşılık çoluk çocuk iki yüz on ölünün insanlığın böylesine kalabalık bir kesimince “doğal” bulunması basit bir vicdansızlık göstergesi değil.

Başkalarının insandan sayılmadığı ideolojilerin hem insan topluluklarına hem devletlere yön verebildiği, bedelinin on milyonlarca can kaybıyla ödendiği yüzyıllardan geçildi, bugünlere gelindi. Gelinen noktada, hiç de kapalı kapıların, biz sıradan vatandaşlar için aşılmaz duvarların ardında, gizli saklı değil, açıkça, yüzsüzce, “bu tavır yarın beni ne duruma düşürür…” kaygısını zerrece taşımaksızın, o feci formül, yaldızlı tebeşirlerle tahtalara yazılıyor, renkli kompozisyonlar içerisinde projeksiyonlarla yüksek binaların üzerine yansıtılıyor: 4 insan >{büyüktür} 210 insanımsı hayvan.

Nuseyrat Katliamı ertesinde, dünyanın üzerine çöken yeni faşizmin nasıl bir nevi “ana akım” ideolojisine dönüşmekte olduğunun bugüne kadarki en bariz kanıtlarından biriyle karşılaştık. İleride tarih yazılırken -yazılabilecekse- insanın ahlâkî-ideolojik dönüşümünün öyküsü şüphesiz 1980’lerdeki neoliberal taarruzdan başlatılacak, ancak “sıçratıcı” olarak Donald Trump’ın adı Margaret Thatcher’dan daha çok anılacak, utanç zincirlerinden tamamen kurtulma ve “açılma” anı olaraksa, “öteki”ni insandan saymayanların ölü çocuk bedenleri üzerine lazerle yansıttığı formülün ışıldaması kayda geçecek: 4x > 210y.