İyi bir adam: Abdullah Gül
Abdullah Gül, belki komşu olarak, baba olarak, eş olarak, iş arkadaşı olarak iyi bir adamdır; ama biz onun komşusu, ailesi, iş arkadaşı değiliz; onun da katkılarıyla, yoksullaşmış, güvencesizleşmiş; günde beş vakit, siyasetçiler, polis şefleri, troller, üfürükçü hocalar tarafından hakaret edilen; yurttaştan reayaya, vatandaştan tebaaya dönüşmüş bir halkın efradıyız; kötü bir siyasetçi ve kötü bir devlet adamı olmasının ise iki cihanda da şahidiyiz.
Anladık iyisin,
ama neye yarıyor iyiliğin?
Seni kimse satın alamaz,
eve düşen yıldırım da
satın alınmaz.
Anladık dediğin dedik,
ama dediğin ne?
Doğrusun, söylersin düşündüğünü,
ama düşündüğün ne?
Yüreklisin,
kime karşı?
Akıllısın,
yararı kime?
Gözetmezsin kendi çıkarını,
peki, gözettiğin kiminki?
Dostluğuna diyecek yok ya,
dostların kimler?
Abdullah Gül bahsine, Bertolt Brecht üzerinden girmek herhalde biraz gülünç, Brecht görseydi, hatta pek de hoşlanmazdı… Ama, Brecht’in bu şiirinden, Abdullah Gül’e bir yolak var. Yani en azından ben öyle düşünüyorum…
Ne zaman Abdullah Gül bahsi açılsa, onun hakkında, “iyiydi”, “dürüsttü”, “çalmadı”, “Tayyip Erdoğan ya da öteki AKP’liler gibi değil” denilse, aklıma Brecht’in iyilik ve kötülük nosyonları gelir.
Brecht’e göre, toplum iyi ya da kötü olarak yargılanamaz, toplum, toplumsal yapının toplamı ve sonucudur; örneğin, Üç Kuruşluk Opera’sında bir önceki sahnede papaz olan, bir sonraki sahnede zorba bir soyguncu, bir sonraki sahnede karşımıza hakim olarak çıkar… Bu yüzden Brecht sokaktaki insanın ahlakını toplumdan sorar, “Bir banka açmanın yanında, bir banka soymak nedir ki… Bir insanın memur edilmesinin yanında bir insanın idama mahkum edilmesi nedir ki…” (1) der ve şunu önerir: “Önce ekmek, sonra ahlak…” (2)
Öte yandan, toplumun önünde yürüyen insanlar için (burjuva devlet adamları ya da devrimci militanlar fark etmez) iyi ya da kötü olmak toplumsal bir mesele değil iradi bir tercih sorunudur; “iyi adama bir-iki soru” (3) şiirini tam da bu yüzden dönemin “küçük burjuva oportünistleri” dediği, iyiliği-kötülüğü, toplumsal-geleneksel ahlaki normlar üzerinden tanımlamaya çalışan, sosyalist çevrelere ithafen yazar.
….
Abdullah Gül, örneğin Kayseri’de başımız sıkıştıkça borç istediğimiz esnaf büyüğümüz olsaydı; ya da muhafazakar bir devre mülkte, hayat tecrübesi ile bizi tenvir eden, iyiliğe doğru nasihatler veren ununu elemiş eleğini duvara asmış mütevazi komşumuz olsaydı; ya da Zizek’in Hitler için söylediği gibi, zenginliğine ve okumuşluğuna rağmen, kendinden büyükleri gördükçe, saygıyla eğilip ellerini öpen terbiyeli bir aile ferdi olsaydı, herhalde kendisine “iyi bir adam” denilmesini hak ederdi.
Ne var ki, mesele daha karmaşık. Abdullah Gül, Türkiye Cumhuriyeti’nin 11. Cumhurbaşkanı… 2. Meşrutiyet'ten gelen muhafazakar damarın, erken cumhuriyet günlerinde vites düşürdükten sonra (4), 1960’larda Komünizmle Mücadele Dernekleri, 1970’lerde Milli Türk Talebe Birlikleri maharetiyle Türkiye’nin taşrasında ve devletin kuytuluklarında, pek çok emperyalist odak tarafından itinayla, korunmuş büyütülmüş, zehirli sarmaşığının en nadide güllerinden birisi.
Türkiye’nin 2015’ten bu yana gelişen en karanlık olaylarının merkezinde duran Fehmi Koru (yıllarca Cemaatin teorisyeni diye bilinirdi ama emirle devlete döndü) ve Şükrü Karatepe’nin (Başkanlık sistemi ve yeni anayasanın mimarı) Exeter’den (5) doktora ve ev arkadaşı; 1978 yılında üsteğmen Hulusi Akar (eski Genel Kurmay başkanı ve şimdinin Milli Savunma Bakanı) kendilerini ziyarete geliyor, birkaç gün İngiltere’de takılıyorlar.
Yani, 2018 yılında gene Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı için ismi geçerken, Hulusi Akar ve İbrahim Kalın’ın, bu sefer helikopter ile Abdullah Gül’ü ziyarete gitmelerinde anlaşılmayacak bir şey yok. Hulusi Akar bir başka Kayserili ve Gül’ü öğrenciliğinde ziyaret edecek kadar yakınlar…
Bu isimleri birbirine bağlayan daha büyük ilmek, Necip Fazıl, ki Abdullah Gül Kayseri’deki öğrencilik yıllarında Necip Fazıl ekolünün Kayseri mümessilliği olan Söğüt Fikir Kulübü’nde çalışmış ve buranın mümessili Ali Biraderoğlu ile yakın temasta bulunmuştu.
Abdullah Gül, doktorasını yaptıktan sonra, 12 Eylül rejimi tarafından kısa süre tutuklandı ve sonrasında, Türkiye’de ve dünyada Suudi Arabistan merkezli pek çok finans kuruluşunun danışmanlığını, yöneticiliğini yaptı; 1980’lerin ortasından itibaren İTÜ’nün Sakarya kampüsünde hocalık yaptı ve sonrasında RP içerisinde siyaset yürüttü, Kayseri’den defaten milletvekili oldu.
RP kapatılıp Fazilet Partisi’ne dönüşünce, sonradan AKP olacak olan ‘yenilikçi’ ekibin temsilcisi olarak, kongrede başkan adayı oldu ve Recai Kutan’a karşı kaybettikten sonra, Tayyip Erdoğan, Cemil Çiçek, Bülent Arınç, Abdülkadir Aksu, Kemal Unakıtan, İsmail Kahraman, Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu… gibi isimlerle birlikte AKP’nin kurucusu oldu.
Siyasi hayatı onu dışişleri bakanlığı (AB müzakereciliği), başbakanlık ve cumhurbaşkanlığına kadar taşıdı.
2002’den sonra, özellikle 1 Mart (2004) tezkeresinin ABD’nin istediği biçimde geçmesi için epey mesai tüketti bu yüzden kendisine siyasi muarızları bir süre ABDullah Gül yaftasını yakıştırdılar… Ki sonrasında Irak işgalinde, Arap Baharı’nda ve Suriye iç savaşında, Abdullah Gül’ün yöneticisi olduğu AKP, ABD ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin memuru olarak üzerlerine düşeni fazlasıyla yaptılar.
2002’den itibaren bulunduğu bütün görevlerde, Kemal Derviş tarafından hazırlanan neo-liberal programa (özelleştirmeler; Türkiye’nin özellikle tarım ve hayvancılıkta üretiminin askıya alınıp, pazar haline getirilmesi; sosyal devletin tasfiyesi; sendikaların tasfiyesi; kamu personelinin sözleşmelilik/taşeronlukla ikame edilmesi; kamunun özel sektörün hamalı haline getirilmesi vb…) gösterilen sadakatin Ali Babacan ve Kemal Unakıtan ile birlikte üçüncü önemli ismidir.
Abdullah Gül, 11. Cumhurbaşkanlığı görevini icra ettiği müddetçe, değişik ülkelerden pek çok onur nişanı, madalyası almıştır. Ama bunlardan hiçbirisi görev süresi boyunca, kazandığı Çankaya Noteri unvanı kadar hakedilmiş değildir. Abdullah Gül, zira, görev süresi boyunca, belki de Türkiye tarihinin ötesinde dünya tarihine geçecek oranda TBMM’nin kabul ettiği 886 yasanın 882’sini (6) (yani önüne gelen yasaların yüzde 99.54’ünü) onaylamıştır. Ki günümüzün tek adam rejiminde bile Tayyip Erdoğan’ın kendi çıkardığı kanunlara ve KHK’lara bizzat kendisi daha çok muhalefet ediyor, onları tashih ediyor, hatta askıya alıyor.
Abdullah Gül, yukarıdaki şeceresinde de anlatmaya çalıştığım üzere, AKP’nin ötesinde, Türkiye üzerinde hesapları olan değişik emperyalist mahfillerin muhafazakar dünyadaki temsilcilerden birisi olmasına rağmen, iyi bir insan olarak bilinir. Belki de ehven-i şer. Bu bahiste, okumuşluğu, yalnızca kendisinin âli-cenaplığı değil, karısının usul-erkan bilişi, ailesini arka planda tutuşu, adının herhangi bir hırsızlık hikayesine karışmamış olması (Cumhurbaşkanı olunca düşürülen, RP’nin kayıp milyon davasını saymazsak) onun ismini her seçim döneminde, Türkiye’yi, Tayyip Erdoğan’dan kurtaracak olan isim olarak yeniden gündeme getirir.
Peki bu iyi adamın, elde kalmış yemeğin, garson tarafından itelenmesine benzer bir şekilde sürekli öne sürülmesinin ardındaki hesaplar neler?
AKP kaybederse Abdullah Gül’e kaybetmek isteyecek böylelikle seçim sonuçlarını kabul etmeme ihtimali ortadan kalkacaktır… Abdullah Gül ile birlikte AKP’nin MHP ile kurduğu ittifak unutulacak Kürtler gönül rahatlığı ile Gül’e oy verebilecektir… Tayyip Erdoğan’dan bıkmış olan ama devr-i sabıktan korkan endişeli muhafazakarlar, rahatlıkla Abdullah Gül’e oy vereceklerdir… Millet İttifakı’nın adayı maazallah Kılıçdaroğlu olursa, Türkiye halkı Kürt-Alevi birisine asla oy vermeyecektir… Türkiye halkı muhafazakardır… Abdullah Gül iyi bir restoratördür… Ne CHP , ne ordu, ne seküler seçmenlere karşı cepheden saldırmamış, Tayyip Erdoğan gibi, politik olanı kişiselleştirmemiş, siyaseti kamplaştırmamıştır…
Bunların bir kısmı görünüşte doğru, gerçekte ise tümü yanlıştır. Her şeyden önce, Abdullah Gül siyasi bir tertibatın parçasıdır, daha anlaşılır olsun diye şöyle bir örnek verelim; Puzzo’nun Baba romanında Abdullah Gül bir karakter olsaydı, ailenin üvey evladı ve danışmanları (Consulier) Tony Hagen [Tom] olurdu, ama o dünyada, siyasiler, bankacılar, kiralık katiller, valiler, gazeteciler, din adamları da varlar (diğer karakterlerin dağılımını okurun yaratıcılığına bırakıyorum).
Her şey bir yana, Abdullah Gül’ün ilk zorlukta vazgeçmeye hazır, istemem yan cebime koy tarzı… Ya da, siyasi bir özne olduğu dönemlerde 30 Ağustoslara katılmamış olması ya da en azından kamuoyunda katılmadı olarak bilinmesinin keyfini sürmesi (7); şimdi, 30 Ağustos’lara aslında ben katılmıştım diyerek yanlaması, “yok mu Abdullah Gül’ü sahneye (8) çağıran?” demeye getirmesindeki havayı koklamasına, rüzgara oynayışına bakarak bir kez daha anlarız ki; Abdullah Gül tatlı su kaptanı bile değildir, Demirel’e öykünerek söylersek ma’mafih Abdullah Gül kaptan değil, bu geminin bizzat kendisi belki de en azından yelkenidir.
Bu, 30 Ağustos mırıldanmasından bakarsak, Abdullah Gül Türkiye muhafazakarlığının iradesini başkalarının eline teslim ediyormuş, sanki gayri-iradiymiş gibi görünen iradesidir, Tayyip Erdoğan ise mutlak irade gibi görünen ama aslında başkalarının iradesini kiralayabildiği kadar muktedir olan birisidir. “Ben aslında 30 Ağustoslarda…” diye başlayan ortalama 15 yıl gecikmiş tekzip, Türkiye sosyal demokrasisinin ya da merkezi siyasetinin ehven-i şeri değil, kış uykusuna yatacak kadar av yapmış Türkiye muhafazakarlığının ehven-i şer’ine bir şans daha vermez misiniz çağrısıdır.
Üstelik bu çağrıdaki mırıldanma tonu, utangaç bir siyasinin abartılı nezaketi değil, bu çağrının Abdullah Gül’den bize doğru değil de, bizden Abdullah Gül’e doğru yapılmış gibi görünmesini istemenin muradı, Abdullah Gül’ün Türkiye’nin kabaca yüzde 60’ının iradesine ipotek koyma isteği…
Buradan en başa, yani iyilik ve kötülük sorunsalına tekrar dönelim, ama Brecht ile girdiğimiz kapıdan, daha ihtiyar bir başka Alman, Kant üzerinden çıkalım. Kant, iyilik ve kötülüğü de kapsayacak şekilde, aydınlanma nedir sorusunu sorduğu meşhur makalesinde, aydınlanmayı mealen “bir başkasına devrettiği kişisel iradeyi, geriye alma cüreti gösteren özgür insanın erginleşmesi…” olarak tanımlar.
Abdullah Gül her şeyden önce, irade meselesini çözememiş, dahası karmaşıklaştırmış bir insandır. “Ben aslında 30 Ağustoslarda…” mırıldanmasının irade bakımından erginlik düzeyi, “ben yapmadım Miki yaptı” ile neredeyse aynıdır… Türkiye halkının büyük yoksullaşması, Ortadoğu’nun harab olması, Kürt meselesinin büyüyerek devam etmesi, ülkenin mafyaya teslim edilmesi ya da mafyanın devlet olması, tarikatların bütün devlet kurumlarını ele geçirmesi, Aleviler, LGBTİ+’ler başta olmak üzere merkezden uzak grupların üzerindeki tehditlerin her zamankinden daha sert ve gerçekleşebilir hale gelmesine bakarak, ben kendi adıma, keşke Abdullah Gül’ün, 30 Ağustos’larda hasta olması da kusur kalsaydı diye düşünüyorum…
Sonuç olarak, Abdullah Gül, belki komşu olarak, baba olarak, eş olarak, iş arkadaşı olarak iyi bir adamdır; ama biz onun komşusu, ailesi, iş arkadaşı değiliz; onun da katkılarıyla, yoksullaşmış, güvencesizleşmiş; günde beş vakit, siyasetçiler, polis şefleri, troller, üfürükçü hocalar tarafından hakaret edilen; yurttaştan reayaya, vatandaştan tebaaya dönüşmüş bir halkın efradıyız; kötü bir siyasetçi ve kötü bir devlet adamı olmasının ise iki cihanda da şahidiyiz.
(1) Brecht, Bertolt. Üç Kuruşluk Opera
(2) Brecht, Bertolt. “İnsan Neyle Yaşar” şiiri.
(3) Brecht, Bertolt. “İyi Adama Bir-İki Soru”.
(4) Aslında vites düşürmekten kastım Şeyh Galib’in “Her renge boyan da reng verme/ Mir’ât-ı safâya jeng verme” demesindeki gibi, aynayı temiz tutmak için her renge girmekten kaçınmama durumu.
(5) Bu Exeter belli ki Türkiye muhafazakarlarının İsviçresi. Kimler, kimler eğitim almış, doktora yapmış.
(6) Abdullah Gül, cumhurbaşkanlığı boyunca, yalnızca 4 (dört) yasayı meclise görüşülmek üzere geri iade etti. Bu 4 yasadan birisi Yeminli Mali Müşavirlik Kanunu, diğeri Elektronik Haberleşme Kanunu, üçüncüsü işsizlik kanunu sonuncusu da şike Kanunudur.
(7) Benzer bir hikaye Deniz Baykal için geçerlidir. Adnan Menderes’e karşı 555K koduyla yapılan eylemlere, Menderes de tüm uyarılara rağmen katılır. Bir öğrenci eylem esnasında yakasına yapışır ve ‘Hürriyet istiyoruz’ diye bağırır, Menderes de cevaben “evladım Başbakan’ın yakasını tutuyorsun, daha ne hürriyeti” diye yanıtlar. Bu öğrencinin Deniz Baykal olduğu şayiası yıllarca konuşuldu, Baykal da, yıllarca bu şayianın siyasi rantını sahiplendi, ta ki AKP rejiminde işler değişip Menderes ve arkadaşları, demokrasi havarisi olduktan sonra, Baykal o öğrencinin kendisi olmadığını açıklar…
(8) Abdullah Gül ile birlikte bir de İlhan Kesici’yi sahneye çağırmacılık var, bu da üzerinde yazıp, düşünmeyi hak eden bir konu…