İyi böyle!
Baş edemediği gerçekliğe akıldışı bir anlamlandırma içinde bakma eğilimi, ekonomik standartları ve kültürel statüsü tehdit altındaki tahsilli orta sınıfın ihtiyaç duyduğu bir şeydir. Bu ihtiyaç “Zeytin Ağacı”nda, sistemden sızlanan ancak ondan umudunu kesemeyecek kadar da başka yerde umudu kalmamış bir sınıfın hüznü ve neşesi olarak açığa çıkıyor.
Netflix Türkiye’nin yeni dizisi “Zeytin Ağacı” epeyce ilgi çekti. Hakkında çok şey yazılıp söyleniyor.
Öncelikle... bunun fazla sürmeyeceğini söyleyelim, bu ilgi uzun ömürlü olmayacak.
Diziye özel bir durum değil, genel olarak popüler kültür ürünlerinin kaderi böyledir.
Hatırlayalım... Önceki sene yine bir Netflix dizisi "Bir Başkadır" herkesin dilinin bağını çözmüştü, şimdi hakkında iki çift laf eden yok.
Daha birkaç ay önce Tarkan’ın “Geççek”i yeri göğü inletmişti, o da bitti. Vs...
"Zeytin Ağacı"nın kaderi de aynı olacak, buna şüphe yok. Çünkü o da kitlesel tüketim dünyasına ait bir ürün; o da ölümünün tez elden olması dileğiyle yaratılmış bir proje.
Ama geçip giderken bu ülkenin toplumsal gerçekliğine ilişkin kültürel bir sembol olma işlevini de yerine getiriyor ki zaten popüler kültür ürünlerinin ekserisi böyledir, ait oldukları dönemin gerçekliğine ilişkin sembolik bir değer taşırlar.
"Zeytin Ağacı"nın sembolik değeri, dizide işlenen ve en fazla ilgi çeken yönünü oluşturan "köken aile açılımı" (ya da “aile dizimi açılımı”) meselesinde yatıyor.
Duymayan, bilmeyen kalmamıştır, o yüzden tanım vermeye, uzun uzun açıklamaya gerek yok ama “köken aile açılımı” denen şeyin kısaca bireyin somut sorunlarına spiritüel, metafizik bir çözüm vadeden alternatif bir terapi yöntemi olduğunu söyleyelim. Kentli, eğitimli, meslek sahibi üç kadının kendi sorunlarına böyle bir yöntemle çözüm bulma sürecini işliyor “Zeytin Ağacı”. Bu yönüyle de aslında, mevcut düzende ekonomik standartları ve kültürel statüsü tehdit altındaki yeni orta sınıfın baş edemediği gerçekliğe akıldışı bir anlamlandırma içinde bakma eğilimini temsil ediyor. Sembolik değer dediğimiz şey bu.
Baş edilemeyen gerçekliğe akıldışı bir anlamlandırma içinde bakmak, gerçeklikten kaçmak demektir. Bu kaçış, “Zeytin Ağacı”ndaki gibi mistik, metafizik nitelikte olabildiği gibi, örneğin yakın zamanın bir başka çok izlenen, çok konuşulan dizisi “Yakamoz S-245”deki gibi distopya ve kıyamet hikâyeleri şeklinde de olabiliyor.
Bugün dizi ve film piyasasında, özellikle Netflix gibi dijital yayın platformlarında çok yaygın bir eğilim bu. “Atiye” de böyleydi... “Pera Palas’ta Gece Yarısı” da böyleydi... Emin olun şu an hazırlık aşamasında daha epeyce böyle proje vardır.
Belki uluslararası platformlar yerelden, Türkiye pazarından özellikle bu yönde bir içerik talep ediyorlardır, bilmiyoruz... Bilenler, sektörün içinde olanlar buna cevap verebilirler. Ama bizim gördüğümüz bu.
Asıl önemlisi, bunların hepsi de çok izleniyor. Ülkenin toplumsal gerçekliğine ilişkin kültürel bir sembol olma vasfını da buradan alıyorlar.
Bugün tüm toplumsal verileri gösteriyor ki, tahsilli orta sınıf çökmekte; ekonomik olarak fakirleşmekte, kültürel olarak yaşam biçimi tehdit altında bulunmakta. Bu sınıfın üyeleri, akılcılığı artık kendilerine göre de kalmamış toplumsal sistemle uyum içinde kalabilmek adına gerçekliğe akıldışı bir anlamlandırma içinde bakmaya meyillidirler. Bu yüzden kültürel beğeni olarak mistik, metafizik şeylere ya da distopya ve kıyamet hikâyelerine yatkınlık duyarlar.
Bu nitelikteki yapımların bu şekilde olumlanışı, gerçeklikten bu şekilde kaçış, tahsilli orta sınıfın (belki kendi yaşadığı hayatı kendine benimsetmek için, belki itibarlı fakat ithama açık life style’ını kendi aklı ve vicdanında olağanlaştırmak için, belki de başka bir sebeple) ihtiyaç duyduğu bir şeydir.
Bu ihtiyaç (distopya ve kıyamet anlatılarında dünyaya duyulan korku olarak açığa çıkarken), “Zeytin Ağacı”nda, “köken aile açılımı”yla ağlayıp “Rakı, balık, Ayvalık!”la gülen karakterlerden de anlaşılacağı üzere, sistemden sızlanan ancak ondan umudunu kesemeyecek kadar da başka yerde umudu kalmamış bir sınıfın hüznü ve neşesi olarak açığa çıkıyor.
Senarist Nuran Evren Şit diyor ki: “Günlük hayatın içine entegre edebileceğim, umut veren, iç açan bir proje yapmak istedim.”
Saygıdeğer bir istek olduğuna şüphe yok. Ama ne yazık ki popüler kültür dünyasında pek az ürün insanı (aldatıcı değil) sahici ümide sevk eden kültüre dâhildir. Sahici ümit, kötü dünyanın olumsuzlaması üzerinde yükselir, bu da yazarken, yönetirken yaşanan gerçekliğe eksiksiz sadakati gerektirir. Bir serbest zaman meşgalesinin ise “gerçeğe sadakat” ilkesi yerine “tüketime elverişlilik” ölçütüyle hareket etmek dışında şansı yok. Bunu başarabilmek için popüler kültür değil, sanat dünyasının içinde kalmak gerekiyor. Başka bir seçenek yok; Madam Bovary’nin, Raskolnikov’un, Arabacı Cabbar’ın, Şarlo’nun trajedilerinin günümüz dünyasında ve mevcut sistemde çözülmüş olduklarını söylemek saçma olacaktır.
Herhangi bir kültür ürününden olduğu gibi dizi filmlerden de kötü dünyayı kurtarmalarını beklemeyeceğiz elbette. Ama kötü dünyanın olumsuzlamasını (estetik ve etik olarak olumsuzlamasını) beklemeliyiz. Böyle bir olumsuzlama, mevcut düzenle aldanımcı tüm bağların kesilmesini sağlar; mevcut düzenin karşılayamayacağı sahici bir mutluluk arzusu doğurarak başka bir gelecek arayışına sevk eder.
Bütünüyle karşılanmasının zamanı henüz gelmemiş olan böyle bir arzu yaratmak ve onu güçlü kılmak, her zaman için sanatın işi olmuştur. Popüler kültür ise, ekseriyette, o istek ve arzuyu tatmin eder, dönüştürücü enerjisini boşaltır, güçten düşürür.
“Zeytin Ağacı”nın, yaratıcılarının tüm iyimserliğine rağmen, yaptığı şey de budur; sistemden sızlanan, ancak ondan umudunu kesemeyecek kadar da başka yerde umudu kalmamış bir sınıfa "İyi böyle!" demektedir.