İzmir’in dağlarında hürriyet ne zaman açar?
Kitleler “Şeriat’a Hayır” diye slogan atmak yerine İzmir Marşı’na sığınıyorlar. “Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa” diye haykırırken devletin klerikalist dönüşümüne engel olabileceklerini umarak.
Erol Evgin’in konserindeyiz. İzmir’de sıcak bir Temmuz akşamı. Fuar Açık Hava tiyatrosu dolu. Seksenine merdiven dayamış sanatçı yarım asırlık şarkılarını izleyicileriyle birlikte seslendiriyor. Konserin sonuna doğru herkes kıvama gelmişken İzmir Marşı’nı söylemeye başlıyor. Fakat bir şey bekliyor sanki. Arkasına dönüyor ve o sırada gecikmiş hızlı adımlarla biri sahneye girip Evgin’e elindeki emaneti teslim ediyor. Bu bir bayrak. Tüm seyirciler ayakta heyecanla marşa iştirak ederken sanatçı elindeki bayrağı zarif bir coşkuyla sallıyor. Sorun yok aslında burada. Sorun Erol Evgin konseptinde. Yalnızlığın, aşkın umutsuz melankoli ve iç sıkıntısının, bireysel coşkuların şarkıcısı Erol Evgin. Öyle tanındı sevildi. Görülen o ki halâ seviliyor. Peki, Evgin neden böyle bir marşı eklemek zorunda hissediyor repertuarına? Bu marş neyi simgeliyor sahi?
Ali Kocatepe, altmışıncı sanat yılını kutlamak üzere İzmir Ahmet Adnan Saygun’da konser veriyor. Bu kez bir Şubat akşamı. Büyük salonda adım atacak yer yok. Kocatepe’ye eşi ve kızı eşlik ediyor. Sahne performansı harika. Orta yaş üstü seyirciler altmış yıllık hikâyeler dinleyerek çocuk çağlarına dönüyorlar. Kocatepe’nin Ege sıcağı şarkılarını dinliyoruz. Derken konserin sonuna geliniyor. Aysun Kocatepe seyircilere soruyor: “Son olarak ne söyleyelim. Siz seçin!" Seyirciler ağız birliği etmişçesine “İzmir Marşı” diye bağırıyor. Oysa Kocatepe’nin tarzı ne politik ne de şarkılarına yansımış açık bir siyasi tarafgirlik mevcut. Mutlaka bir görüş var ama o gece böyle bir pozisyon almanın yeri değil. Sanatçının gecesi çünkü. Ve işte tam bu nedenle eşi Aysun Hanım bir daha soruyor: “Son kez ne söyleyelim? Ne istersiniz?” Cevap bu kez daha yüksek bir kararlılıkla veriliyor. “İzmir Marşı!” Ve gece, sanki bir siyasi parti organizasyonu gibi tüm o romantizmin Akdeniz ruhunu ezerek bir marş ile kapanıyor.
Düğünler, sünnet konvoyları, yetmedi cemiyet toplantıları, arkadaş buluşmaları, sazlı sözlü eğlenceler İzmir Marşı’na bağlanıyor İzmir’de. Her düğün her toplantı değil tabii. İdeolojik bir aks söz konusu. Seküler aks! Lakin bu aks üzerinde yer alan herkes de değil. Mesela kendilerini yurtsever olarak tanımlayan Kürtler değil. Sosyalistler değil. İhtimal liberaller değil. Alevilerin bir bölümü değil. Peki kimler? Atatürkçü olarak kendini ifade eden hemen herkes! İzmir bu konuda geniş bir tabana sahip. Anlaşılıyor. Sosyal medyada biri yazmış: Seküler tekbir: Onuncu Yıl Marşı. Kazandığı kutsiyet düşünülürse tespit doğru. Bu minvalde İzmir Marşı’nı da bir tür seküler sela ya da daha çok seküler ilahî olarak kodlamak mümkün. Eğlencenin ya da etkinliğin parçası olmaktan çok, hazirunun kimliğini ifade etme, fikir- gönül birliğini ortaya koyma hali bu.
Peki sebep? Erol Evgin sadece İzmirli sevenlerini mutlu etmek için mi bayraklı seremoni yapıyor? iki insanın evlilik akdiyle bir araya gelmesinin “yel gibi kaçan bozulmuş düşmanla” ilgisi ne? Neden düğün dansına marş eşlik ediyor? Bunu sadece Atatürk sevgisi ve Kemalist damar ile açıklamak yetersiz kalabilir. Formel Kemalizm’in takım elbisesini çıkararak sokağa indiği ve Sivil Atatürkçülük diye bir kavramın hayatımıza girdiği 25 yıllık AKP tarihine bakarsak göreceğiz ki İzmir Marşı’nı bu denli tetikleyen –lider sevgisi bir yana- bu yirmi beş yıla duyulan tepki ve öfke. Devletin Sünni İslamcı dönüşümü ve saray çevresinde sıkça dillendirilen Şeriat talebi karşısında seküler kesim çareyi lider kültüne ve bu kült periferinde yer alan simgelere sarılmakta buluyor. Çünkü laiklik ve kadın erkek eşitliği, yapısal sorunlarına rağmen halâ Kemalizm denince akla gelen kudretli dört nitelikten ikisi. Gündelik hayatında bu ikisinden vazgeçmek istemeyen kitleler “Şeriat’a Hayır” diye slogan atmak yerine –çünkü iktidar ile kafa kafaya gelmek anlamına gelecektir bu- İzmir Marşı’na sığınıyorlar. “Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa” diye hep bir ağızdan haykırırken devletin klerikalist dönüşümüne engel olabileceklerini umarak. Mustafa Kemal kültü bir tür psikolojik sigorta poliçesi. Ebedi Şef sevgisi ne kadar öne çıkarsa şeriat tehlikesi o kadar geriye düşecek. Öyle sanılıyor. Bariyer olarak görülüyor. Ayrıca kurucu lider posterinin devletin polisi karşısında koruma sağlayacağı düşünülüyor. Bu naif bir kanı aslında. Bu ülkede her şeyin mümkün olduğunu ezilenler ve azınlıklar bilir. Seküler Kemalist kitle yeni öğrenecek.
Bir daha soralım: Neden İzmir Marşı? Çünkü kurucu lider ve ideolojisi halâ devletin siyasi kodlarında mevcut. İzmir Marşı ile devlete kendilerince bu mesajı geçerken ötekilere de devletin niteliği hakkında hatırlatmada bulunuyorlar; ”Ayağınızı denk alın. Devlet aslında biziz ve bizim fikirlerimiz. Çünkü rahle-i tedrisinden geçerken bunu bizzat devletten öğrendik.”
Bu mantık doğru olsa da devlet dönüşüyor. Direniş bu dönüşüme.
Direniş; baskıya, zorbalığa, hukuksuzluğa, despota, efendiye karşı güçsüzün tavrı ve bu tavır meşruiyet içeriyor. Bu minvalde ister istemez duygusal yakınlık kuruyor insan içinde direniş geçen siyasal her eyleme. Lakin her direniş bir demokratik programla gelmiyor. Herkes için özgürlük de talep etmiyor. Dinsel taassuba, cinsel eşitsizliğe itiraz eden Kemalist direniş, konu ülkenin kuruluşundan miras Kürt Meselesi olduğunda her türlü despotizme yeşil ışık yakabiliyor. Yakmakla kalmayıp şeriatçı olmakla suçlanan iktidar ile müttefik olabiliyor. Kırmızı çizgisi laikliği bile görmezden gelerek. Yeter ki mesele hak ve özgürlük ekseninde çözülmesin. Sadece Kürt Meselesi mi? Osmanlı’nın son yüzyılı, Cumhuriyet Rejimi’nin ilan ve inşa yılları, Türk Tipi Laisizm, kriminalize edilen Alevilik ve en başta kurucu liderin siyasi tercih ve pratiği üzerine söz söylemek ne mümkün. Bunlara dair ne bilimsel analize ne eleştirel görüşe tahammül var. Cumhuriyet’in entelektüel çoraklığı bu baskıcı resmi ideolojik gömleğin sadece akla değil toplumun gerçeklerine de birkaç beden dar gelmesinin sonucu aynı zamanda. Gömleğin şeklini alan toplum da mutlu görülmüyor. Çünkü siyasi nakarat hiçbir şey çözmüyor. Ne tuhaf ki bunu görmek için de entelektüel derinlik gerekiyor. Bir de ezilenlerin tarafından bakabilme cüret ve ahlakı.
Kemalist direniş öylesine agresif bir nasyonalizm ve katı bir dogmatizm ile mücehhez ki mesela CHP’li bir yerel yönetici, misafir ettiği yabancı sanatçıyı yetkisi dahilinde olmadığı halde sınır dışı etmeye kalkıyor. Üstüne bu tavrını iki gün sonra savunmaya devam ederek. Çeşme Belediye Başkanı Lal Denizli’nin sahne alacak bir Yunan sanatçıya davranışından söz ediyoruz. Sanatçı, sahnede Atatürk posteri ve bayrağa yönelik itirazını dile getirdiği için Denizli tarafından İzmir’den kovulmuştu. "Ya Sev Ya Terk Et" sloganının faşist tarihini 68 Kuşağı acıyla hatırlar. Telif hakkının Amerikan sağına ait olduğunu not düşelim. Ülke yönetiminde tek adam rejimini eleştirenlerin tiranlığa karşı güçlü eğilim içinde olması çelişki gibi görülebilir. Demokratik geleneğin bu denli zayıf olduğu ülkede genel eğilim, despotizme değil ötekinin despotluğuna karşı olmak.
Peki Lal Denizli’yi bu kadar pervasız ve hadsiz kılan ne? Ve kendini inatla haklı görmesine sebep olan? Denizli, elit bir aileye mensup olabilir, çok iyi bir eğitim almış ve NGO’larda çalışmış da… Tüm bu high society vaziyeti onu bir dünya yurttaşı yapmaya yetmiyor işte. İdeolojik şartlanma o kadar şiddetli ki özgeçmişindeki o yüksek nitelikler boşluğa düşüyor kritik bir anda. Hâl böyleyken hayatı boyunca Milli Eğitim bünyesinde resmi tarih okuması yapmış, sokakta mecliste, medyada bu tarih ve ideolojiye maruz kalmış bir zihnin eleştirel, çok boyutlu ve özgür bir bakışa sahip olabileceği düşünülebilir mi? Ve nihayetinde tek dinli, tek dilli, tek milletli, tek mezhepli, anti plüralist bir okumayla yurtta ve cihanda sulh mümkün mü?
Cumhuriyet bugünlerde 101. kuruluş yıldönümünü kutluyor. Kemalist ideolojinin inşa edildiği ilk on yılı saymazsak doksan yıldır milli tarih, milli coğrafya, milli antropoloji, milli arkeoloji vesaire her şeyin millileştirildiği ve bunun da radikal bir milliyetçilik üzerinden yükseltildiği bir rejimde yurttaşların Kürt ve Alevilere dair en basit hak talebine kırmızı kart göstermesi neden mantık dışı olsun ki? Arzulanan yurttaş tipi bu idi. Ve Cumhuriyet nihayet başardı.
Buna rağmen insan yine de Devlet Bahçeli’nin Öcalan’ın meclise gelmesine dair sözlerine verilen tepkilere ihtimal en çok kendisinin şaşırmış olacağını düşünüyor. Eseriyle ihtimal övünüyor ama herhalde yine de şaşırıyor. Ötekilerin hak ve özgürlüklere karşı öylesine bir duvar örüldü ki ülkede Bahçeli’nin kendi eseriyle mücadele etmesi gerekecek bir süre anlaşılan. Çünkü ülkenin anadili Türkçe olan yurttaşlarının bu politik hamleyi anlaması imkânsız. Hem aldıkları eğitim, hem Ortadoğu tarihinin masallar üzerine kurulması hem Kürtlüğe paşa gönüller ne zaman dilerse o kadar yer ve izin verme devlet politikasının yurttaşları soktuğu kalıp nedeniyle. Kürtler “de facto” var ancak! “De jure” yok hükmündeler. Ayrıca “de facto” varlıkları da devletin çizdiği değişken sınırlar dahilinde. O sınırlar açılabilir kapanabilir olmadı bir daha açılabilir. Yer ve zamana ancak devlet aklı karar verir. Siyasal ilkeler ve etik değerler ve hak ve özgürlükler değil.
İşte o devlet aklı karar verdi ve Öcalan bir kez daha “akil hasım” ilan edilerek mutlak düşman statüsü şimdilik askıya alındı. Ya da alınacak görünüyor. Ancak devlet aklının yurttaş aklıyla uyumlu hale gelmesi işte bu şimdilik zor görünüyor. Tornadan geçmiş yurttaş zihninin tekrar tesviye edilmesi rot balans ayarına girmesi şart çünkü. Çünkü sıradan yurttaş için temel hak ve özgürlükler diye bir kavram olsa olsa çocuklarının okuduğu Anayasaya giriş dersinde bir başlıktan ibaret. Elbette kendisi Türk ve Müslüman ama İslamın Sünni Hanefi koluna mensup ise sorun yok. Fakat Türk ve Sünni olmayan kim varsa bu dışarıdakilere ancak lütfedilebilir daha ötesi değil. Bugüne kadar öyle öğrendi sıradan yurttaş. Ne yapsın?
Resmi ideolojinin aksını Kemalizm oluşturuyor. İyi ama bir asırdır Atatürkçülük, yurttaşın zihnini biçimlendirdi ise bu Atatürk düşmanlığı da ne? Türkçü ve diyanet ekseninde laik İslamcı ve anti komünist bir fikir olarak Atatürkçülük siyasal İslamın da aklıdır. İzmir Marşı ile heyecanlanan kitle, sekülerizm ve kadın hakları meselesinde bu İslamcı Kemalistlerden farklı bir yerde durdukları için kendilerini bu şekilde tanımlamakta. Oysa mesele Kürtlere karşı ortak tavır olunca mesela Afrin’e atılacak bombaların üzerine imza atmak konusunda bu iki Kemalist kesim de yarışmakta. Ya da Diyanet’i lağvetmek gibi kaygıları yok İzmir Marşı severlerin. Aksine dinin kontrol altına alınmasına ve Alevilerin Sünnileştirilmesine onlar da karşı değil. Kısaca laiklik fikrinin temeline dökülen asite itirazları yok.
Tekrar olacak ama sahiden Devlet Bahçeli son olayda toplumun bu denli faşizan reaksiyonu karşısında şaşırmış ya da eseriyle övünmüş müdür? Amaç buydu demiş midir? Yoksa devletin çıkarlarını göremeyecek kadar ideolojik körlük içindeler diye yorum mu yapmıştır?
Homojen bir ulus yaratmak için aklı ve vicdanı deli gömleğine hapsedilmiş, geçmişi yeniden yazılmış, bu yazılana sorgusuz biat etmiş, hafızası tarumar edilmiş alt kimlikleri ezilmiş, kültürel kodlarını unutmuş, entelektüel çoraklık içinde, düşünsel yaratıcılığı cezalandırılmış bir toplum. Ezelden ebede aynı yerde aynı şekilde durduğuna iman etmiş, boş bir Anadolu’ya gelip yerleştiğine ve her daim haklı masum ve ezilmiş olduğuna ikna olmuş bu nedenle tarihte halkına atfedilen bütün suçları önce reddeden sıkıştığında canı gönülden sahip çıkan empati yapmaktan ötekinin acısını anlamaktan aciz basit bir trafik tartışması dahil her meseleyi şiddet ve savaşla çözmeye yatkın bir toplum.
Böyle bir toplumu yönetmek kolay görünebilir lakin makas değişikliği gündeme geldiğinde bu ultra-nasyonal ezber, ezberleyenin aklında kısa devreye yol açabilir. Yurttaşın ayarlarıyla oynamak tehlike yaratabilir. Demokratik kültüre açık özgür yurttaş yaratmak? Hayâlleri bir kenara bırakalı çok oldu.