Jean-Louis Fournier'den yalnızlığın tesellisi

Jean-Louis Fournier’nin kitabı ‘Tek Yalnız Ben Değilim’ Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. ‘Tek Yalnız Ben Değilim’, ismiyle müsemma bir şekilde bütün yalnızlara, yalnızlığı dert edinmişlere, onu laboratuvara sokup bileşenlerine ayıranlara... Fournier’nin ‘Dul’da yaktığı ağıt, bir yalnızlık bildirisi olarak yeniden kulaklarımızda.

Google Haberlere Abone ol

Yapı Kredi Yayınları, Jean-Louis Fournier’den bir anlatıyı daha Türkçeye kazandırdı: ‘Tek Yalnız Ben Değilim’. Fransa’da yayımlanmasından iki sene sonra Ayşe Ece’nin titiz çevirisiyle Türkiye’deki okurlarla buluşan kitap, Fournier’nin ‘yalnızlık’ ve ‘yaş almak’ üzerine sayıklamalarından oluşuyor. Yazarın uzun bir ‘otobiyografi’ olarak adlandırabileceğimiz külliyatının yeni halkası olarak, yakın geçmişine şahitlik etmemize imkân tanıyor. Mağazada annesini kaybetmiş bir çocuğun saflığı ve endişesiyle...

Fournier, ülkemizde takip edilen, benimsenen yazarlardan. Özellikle ‘Dul’ ve ‘Otopsim’ metinleriyle ayrı bir yer edindiğini, bir kemik kitlesinin oluştuğunu rahatlıkla söyleyebilirim. 1938 Arras doğumlu Fransız yazar, uzun yıllar televizyon programcılığı yaptıktan sonra, 1922’de ilk kitabının yayımlanmasıyla birlikte yazarlığa ağırlık verdi. Bugün ‘kısa anlatı’ olarak tanımladığımız ‘novella’ türünde metinler kaleme aldı, 2008 yılında kuvvetli metinlerinden biri olan ‘Nereye Gidiyoruz Baba?’ ile Prix Femina’yı kazandı. Fournier külliyatının öne çıkan yanı, kitaplarının her birinin büyük bir otobiyografinin parçaları niteliğinde olması. Ailesinden ve kendinden bahseden, bunu doğal ve özgün bir mizahi anlatımla gerçekleştiren Fournier’nin yaşam öyküsünü, kitaplarından takip etmek mümkün. Öte yandan ‘novella’nın bir tür olarak yazarına sağladığı avantajları da iyi kullanıyor Fournier. Kitap bölümlendirilmesinde tercih ettiği sistem (kısa fakat asla sığ olmayan parçalar) ve metinlerinin anahtar kelimesi olan ‘samimiyet’, yazarın dünyanın her yerinden okurlarının olmasının en mühim sebeplerinden.

ANLATICININ SESİNDE YAZARIN SESİNİ DUYMAK

Fournier’nin metinlerinde anlatıcının sesinde yazarın sesini duyuyoruz. Öyle ki bu, ‘basit’ yahut ‘kolay’, ‘herkesçe yapılabilir’ görünüyor kimi zaman. Oysa anlatımda doğallık/sadelik/yalınlık, nasıl adlandırırsak adlandıralım, (ki bu tabirlerin çoğu edebiyat dünyasında kabul görmemekte) hiç de hafife alınacak bir iş değil. Hele Fournier’nin mizahı ince ince işleyişini, duygusal açıdan ‘yoğun’ olan metinlerine yerleştiriş biçimini düşündüğümüzde. Fournier takipçileri, mutlaka ‘Fournier mizahı’ diye bir tabir duymuştur. Bir tür kara mizah onunki, ironiden beslenen. Televizyon yıllarından, komedyen kimliğinden miras, yalnızca onun kalemine ait. Bu noktaya ulaşmak, hafife alınabilecek bir iş değil elbette.

“Kitaplarımda ailemden haberler verdim. Asla kimseyi öldürmemiş olan babamdan. Hatırı uğruna şairin köylüye dönüştüğü, çocuklarımın annesinden. Artık babayla nereye gittiklerini bilen iki oğlumdan. Beni teselli bulmaz bir dul olarak bırakıp giden karımdan ve Tanrı’nın hizmetkârı olan kızımdan. Annemden hiç bahsetmedim. Mercek altına almadığım tek kişi o. Peki neden şimdi? Çünkü yaşlandım. Gangsterler son vurgunlarının ardından daima annelerine sığınırlar.” (‘Kuzeyli Annem’den)

Tek Yalnız Ben Değilim, Jean Louis Fournier, 152 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2021.

Yazarken kendini yazmak, kendini anlatmak, başka yaşamları aktarmaktan daha olası ve güvenli görünüyor. En azından ‘risk’ açısından. ‘Kendimi anlatarak başladım’, ‘Önce kendimi yazdım’ gibi ifadeleri pek çok yazardan duyuyoruz. Fournier’nin yaptığı da bu. Fakat o, kendine dokunan yaşamları anlatırken aslında kendini anlatıyor. ‘Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam’, bir çocuğun gözünden ‘baba imajı’nı; ‘Son Siyah Saçım ve İhtiyar Delikanlılara Bazı Öğütler’, (altmış yaşında olmanın getirilerinden bahsederken) gelinen noktadan yaşamı sorgulayan metinler. ‘Nereye Gidiyoruz Baba?’, babalık deneyimini; ‘Dul’, o çok sevilen ve farklı şekilde kabul gören metin, yitirilen eşin ardından tabiri caizse ‘kalakalma’ durumunu irdeliyor. ‘Kuzeyli Annem’, her ne kadar annesini anlatıyor olsa da mutlaka Fournier’yi, ondaki anne imajını, ona kalanları da anlatıyor. ‘Otopsim’ ise ‘görünüşte’ hep ailesinden bahseden Fournier için farklı bir metin. Bu defa doğrudan kendisini masaya yatırıyor yazar, yaşamını iz bırakan anılar üzerinden didik didik ediyor.

TEK BAŞINA BİR PARADOKS: YALNIZLIK VE BİR ŞİFA ALANI: YAZI

Ve hepsinin ardından Fournier’nin en yeni metni: ‘Tek Yalnız Ben Değilim’. Henüz isminden hissettirdiği üzere bu bir teselli metni. Bir ihtiyarın dünyada ‘tek yalnız’ olmadığını düşünerek geceleri günlere bağlama çabasının edebiyata yankısı. Daha evvel ihtiyarlığı her yanıyla ve bütün samimiyetiyle ele aldığı ‘Son Siyah Saçım’ı ve çok sevdiği kıymetli eşinin ölümüyle içine düşüverdiği yalnızlık kuyusundan seslendiği ‘Dul’u hatırlatıyor bize. (Bu kitaplar arasında bir tür ‘melankoli ortaklığı’ var.) Kurgulanış biçimiyle, dil tasarrufuyla, şiirsel ve ironik üslubuyla ise tam bir ‘Fournier kitabı’.

“En korkuncu, yalnız başıma ölecek olmam. Beni rahatlatmak, elimi tutmak, gözlerimi kapamak için yanımda olmayacaksın. Bir yandan da, bütün bunlardan kurtulduğuna seviniyorum. Sen en azından, hiçbir zaman dul olmayacaksın.” (Kitabın hemen başında ‘Dul’a yapılan gönderme, s. 10)

Otobiyografik nitelikleri ön planda olan kitaplardan bahsederken ‘kurgu’ yahut ‘kurmaca-gerçeklik’ ilişkisi ayrı bir mesele haline geliyor. Yazarın gerçeğe ne derece sadık kaldığı, yarattığı metnin ne kadar ‘kurulmuş’ olduğu, dolayısıyla kitaba yakıştırılan ‘etiket’, elbette tartışılabilir; fakat bunlar bu yazının meselesi değil. ‘Tek Yalnız Ben Değilim’i, Fournier’nin yine kısa kısa bölümlendirdiği, yer yer aforizma tadında cümlelere yer verdiği, yaşamını okurunun önüne sunduğu, hızlı sindirilebilen bir anlatı olarak değerlendirelim ve devam edelim.

Kitabın dikkat çeken niteliklerinden biri, yazarın devamlı yakındığı komşularıyla ilgili bilgilerin tek tek sayfalarda üç-beş cümle şeklinde verilmesi. Teknik bir özellik olarak yorumlayabileceğimiz parçalar kitap bittiğinde bir bütün oluşturuyor ve böylece komşuların durumunu/anlatıcının onlara dair hikâyesini gün gün takip etmiş oluyoruz. Temel anlatıda ise Fournier’nin yalnızlığı anlama, anlamlandırma, yansıtma derdine eşlik ediyoruz. Yer yer çocuk oluyor Fournier, kendi tabiriyle “Bilili” -çocukken kendi ismini bu şekilde telaffuz ediyormuş- olduğu günlere dönüyor. İhtiyarlığın çocuklukla ortak yanlarını keşfe çıkıyor. Geçmişe döndüğü yüzünde korkuyu, kaygıyı ve umudu bir arada görmek mümkün.

Konuşan, dert anlatan bir anlatıcı Fournier. Okumaktan çok dinliyoruz onu. Yalnızlığı derin ve katıksız. Onu arayıp ‘rahatsız ediyorum’ diyenlere, asıl aramadıklarında rahatsız olduğunu söylüyor. Sivrisinekleri, burnuna kondukları ve ona eşlik ettikleri için seviyor. Her şeyin ‘ikiden başlaması’na öfkeli. Yalnızlar için hiçbir hizmet olmamasından, bir indirim fırsatının, bir kampanyanın bile ‘çift kişilik’ oluşundan yakınıyor. Başkalarıyla birlikte olmak istemek ile başkalarına ihtiyaç duymak arasındaki korkunç farkı irdeliyor. İronik üslubu da tam bu noktada devreye giriyor; yalnız olmak için çabalamak/yalnız olmayı içten arzulamak ve yalnız kalmaktan ölümüne korkmak arasındaki çizgide:

“Sylvie bu dünyadan ayrıldığında bana da onunla gitmemi teklif etselerdi aynı trene binmeyi kabul eder miydim acaba?” (Sevgili eşinden bahsediyor, s. 87)

Kitabın en dokunaklı cümlelerinden: “Hatırlama işini yalnız yapmaya mahkûmum.” (s. 19) Burada bahsi geçen hatırlama işiyle yazma işi arasında kuvvetli bir bağ var. Fournier yalnızlık üzerine yazmaya karar verişinden bahsederken “Hayatım kötü gittiğinde neden mutsuz olduğumu yazıyorum, böylece ruh halimle dalga geçmeyi başarıyorum,” diyor. Yazarak iyileşmekle, şifayı yazıda aramakla ilgili benzer/ortak fikirleri var yazarların. Yazarak yüzleşmek, hesaplaşmak, yazarak intikam almak da dahil bunlara. Hakikaten, yazmayı bir ‘iç dökümü’ olarak yorumladığımızda, yazara özgürce hareket etme imkânı sağladığı alanın sonsuzluğu aşikâr. Kitapta yer alan Georges Perros alıntısı, hem bu fikri desteklediği hem de yalnızlık ve yazmak arasındaki bağa odaklandığı için mühim:

“Bizi dinleyecek kimse olmadığı için yazı yazıyoruz. Edebiyat olmasaydı, yalnız kaldığında bir insanın neler düşündüğünü hiçbir zaman öğrenemeyecektik.”

Bir yandan insanlardan onu yalnız bıraktıkları için nefret ediyor anlatıcı, diğer yandan onların dünyadaki varlık nedeninin kendisine eşlik etmek olduğunu düşünüyor. Yalnız kalmak, terk edilmek ve unutulmak... Bu üçü arasında hangisinden en çok korkuyor, bilinmez. Fakat gerçekle yüzleşmeyi biliyor; daha önceleri nasıl unutulduysa yine unutulabileceğinin, yalnızca kendisinin de değil, dünya üzerindeki herkesin unutulabileceğinin farkında. Yazma eylemi, unutulmamanın bir yolu belki de. Ona ölümsüzlüğü bahşedecek olan yegâne yöntem, aynı zamanda sanatçının esin kaynağı.

Tüm bunların ötesinde ailesinden ve kendinden bahseden Fournier’nin, bunu ‘öylece’ yapmadığını da belirtmeliyim. Fournier, kişiler üzerinde değil, durumlar üzerinde duran bir yazar. Kişilerin onda bıraktıklarını yazıya döküyor, onları kendince betimliyor. ‘Tek Yalnız Ben Değilim’ için de geçerli bu. Evet, yalnızlık Fournier’nin yalnızlığı. Fakat ısrarla altı çizilen, anlatıya dönüşen şey, yalnızlığın kendisi. Bu nedenle her okura hitap ediyor ‘Tek Yalnız Ben Değilim’, ismiyle müsemma bir şekilde bütün yalnızlara, yalnızlığı dert edinmişlere, onu laboratuvara sokup bileşenlerine ayıranlara... Fournier’nin ‘Dul’da yaktığı ağıt, bir yalnızlık bildirisi olarak yeniden kulaklarımızda.