YAZARLAR

Jean-Louis Trintignant'nın ardından...

Hayatının son demlerine kadar bizi etkilemiş olan Trintignant’ın aramızdan ayrılışıyla Fransa, hatta Avrupa sinemasına damga vurmuş bir oyuncu jenerasyonunun geride kalan son birkaç üyesinden birini daha kaybetmiş olduk. Tıpkı Piccoli veya Belmondo gibi bize unutulmaz filmler bırakmış bu isim, kuşkusuz inanılmaz bir ‘kendini tutma/serbest bırakma’ sentezinden oyunculuk gücüyle ve bütün duygularımızı titreten sesiyle her zaman hafızlarımızda kalacak!

Çekingenlik… Bu, herhalde bir oyuncunun en büyük engellerinden biridir! Artık ünlü olmuş bazı aktrisler ve aktörler bu sorunu zamanında yaşamış olsa da, bu çekingenliği neredeyse ‘hastalık’ derecesinde yaşayan ve bir anlamda kariyerini bu ‘zaafın’ doğrultusunda inşa eden oyuncu sayısı mutlaka çok daha az sayıdadır. Unutulmaz oyuncu Michel Piccoli aramızdan ayrılalı henüz iki sene olmuşken, bir başka büyük oyuncu da onun yanına gitti. Jean-Louis Trintignant, 91 yaşında aramızdan ayrıldı.

Trintignant’nın kariyerinden ve aktör hayatından bahsetmeden önce, bizce onu birçok oyuncudan ayrı bir yere koyan özelliklerinden bahsetmemiz gerekir: Trintignant, büyük yeteneğine rağmen her zaman fazla göze batmayan, sanki bir ‘maske’ taşıyan ve bazen ‘fark edilmeme’ sınırına dayanan minimal bir oyunculuk tercih etti. Aktör, seyirciyi etkilemek için başvurulan abartılı oyunculuğun tamamen karşısındaydı. Bir konuşmasında oyunculuğunu, "Beyaz bir sayfa olmak. Hiçbir şeyden, sessizlikten başlamak…" sözleriyle tanımlamıştı. Oyuncu, bu ‘çekimser’ oyunculuğunu önce tiyatroda, daha sonra sinema filmlerindeki performanslarıyla kendine has bir ‘imzaya’ dönüştürdü ama her zaman oyunculuğuna karşı mesafeli, acımasız, hatta ‘iyi bir oyuncu olduğumu düşünmüyorum!’ diyecek kadar eleştirel bir bakış açısına sahipti.

Bu sözü, ilk anda ‘sahte bir mütevazılık’ gibi görünebilir ama işin aslı hiç de öyle değildi!

‘VE TANRI KADINI YARATTI’… VE ERKEĞİ!

Jean-Louis Trintignant’nın oyunculuk kariyeri aslında bir anlamda ‘kendine rağmen’ başladı. Çünkü kariyerinin çok başlarında, oyuncu olmaktan ziyade yönetmen, yani başka bir deyişle ‘yönetilen’ değil ‘yöneten’ olmak istiyordu. Muhtemelen bu istek, kendinde taşıdığı ‘çekingenliği’ kırmak, kendisini ‘kontrol edilemez’ ve tamamen özgür hissetmek yönünde bir ihtiyaçtan kaynaklanıyordu.

Kendisi için bir anlamda ‘terapi’ seansları gibi olan bazı ufak tiyatro rollerinden sonra Jean Danté, İonesco veya Hugo Clauss gibi yazarların eserlerinden uyarlanan tiyatro oyunlarında önemli roller buldu ve oyunculuk kariyeri ciddi anlamda başlamış oldu. Ancak 1956 yılında çekilen "Ve Tanrı Kadını Yarattı!", oyuncunun kariyerinde ciddi bir dönüm noktası oldu. Zamanında skandal yaratan bu film, güzelliğinin doruğunda olan Brigitte Bardot’yu dünyaya tanıtıyor, onu adeta bir ‘ikon’ haline dönüştürüyordu. Onunla başrolü paylaşan Trintignant ise Bardot kadar olmasa da oldukça ‘tanınır’ ve bir anlamda Fransız sinemasının ‘jeune premier’ adaylarından biri haline geldi.

Ardından askerlik dönemiyle birkaç senelik sekteye uğrayan kariyerini, bir Hamlet oyunuyla tekrar başlatmak istedi ama oyun, eleştirmenler tarafından tabiri caizse ‘gömüldü’ ve çok başarısız bulundu. Trintignant’nın ‘duraklamaya' başlayan kariyeri, yönetmen Vadim’le çalıştığı "Liasons Dangereuses" ile adeta ‘kendine geldi’: Ardından Alain Cavalier’nin "Le combat dans l'île"de bir ‘aşırı sağ’ militanını oynadı, ünlü yönetmen Dino Rossi’nin "Fanfaron"u ise ona Vittorio Gassman’a karşı oynama şansını sundu. Bu yıllarda oyuncu, büyük bir verimlilikle çalıştı ve birçok önemli filmde oynadı ama ona (bir kez daha) büyük bir ‘ün’ getiren ve onu uluslararası ‘sulara açan’ film Claude Lelouch’un "Un homme et une femme" (1966) adlı filmi oldu. Film, o sene Cannes Film Festivali'nde ‘Altın Palmiye’ Ödülü'nü kazandı ve çok beğenildi. Her ne kadar bir kesim, filmi çok derin bulmasa ve daha çok ‘piyasa filmi’ gibi değerlendirse de yine de "Un homme et une femme", Trintignant’nın kariyerindeki önemli yapımlardan biri oldu.

Un homme et une femme, 1966.

PICCOLI ‘TAKIMINDAN OLMAK…

Trintignant aslında tıpkı başta değindiğimiz Michel Piccoli gibi, ‘yaş aldıkça’ derinleşen bir oyuncuydu. Hassas, duygusal, ‘parlak genç adam’ imajını silmesi yıllarını aldı. Zamanla bunun yerine ‘sertliği’ barındıran karmaşık bir beden diliyle, ironik olduğu kadar saldırgan da olabilecek bir konuşma tarzıyla ve mesafeli ve donuk bakışlarıyla ‘endişelendiren’ biri geldi. Oyuncu, sadece kendini geliştirmiyor aynı zamanda iç dünyasıyla beslediği kendi tarzını da ‘şekillendiriyordu!’

Trintignant, 1960’lı ve 1970’li yıllarda ciddi bir verimlikle filmlerde oynamaya devam etti. Bu tempo ona hem Robbie-Grillet, Rohmer ve Deville gibi ‘auteur’lerle çalışma hem de Lelouch, Boisset, Granier-Deferre veya Gerard Pirés gibi isimlerin (belli bir düzeyde tabii) ‘geniş kitle’ filmlerinde rol alma şansını tanıdı.

Bu esnada karşısına kariyerinin en politik filmlerinden biri olan, Costa-Gavras’ın faşizme ve diktatörlüğe karşı direnen, görkemli filmi "Z" (1969) geldi. Oyuncu, bu filmdeki performansıyla Cannes Film Festivali'nde ‘En İyi Erkek Oyuncu’ Ödülü'nü kazandı. Bu filmin bir diğer önemli yanı da, Trintignant’nın canlandırdığı karakteri, yani başta kendisi için düşünülen gazeteci değil de inatçı hâkim rolünü seçmesiydi: Trintignant, nefret edeceği karakterleri oynamaktan zevk alıyordu! Bu durum Katolik bir çapkını oynadığı "Ma nuit chez Maude"la (Eric Rohmer) ve özellikle de kendi deyişiyle 'Hayatımın belki de en iyi rolü!’ olarak değerlendirdiği Bertolucci’nin başyapıtı "Conformist" (1970) filmindeki adeta ‘bukalemun’ adam portresiyle devam etti.

Z, 1969.

Trintignant, birçok aktörün tersine sürekli sınırlandırdığı oyun gücünden dolayı Bertolucci’nin iki sene sonra gelen "Last Tango in Paris" filmindeki rolü geri çevirdi. Sonuç olarak Marlon Brando’ya giden bu rol için, "Rol çok hoşuma gitmişti ama bu derece ahlaksız birini oynamak benim için çok zordu!" açıklamasını yaptı. Aynı şekilde Losey’in "Servant", Fellini’nin "Casanova", Coppola’nın "Apocalypse Now", Spielberg’in "Üçüncü Türden Yakınlaşmalar" gibi önemli film tekliflerini de zamanında geri çevirdi.

BAŞKA UĞRAŞLAR VE GERİ PLANA ÇEKİLME…

1950’li yılların ortasında ‘yönetmenlik’ dersleri almış olan Trintignant, bu alanda da şansını denedi. Ancak çektiği iki film de ("Une journée bien remplie" ve "Le maitre nageur") ne yazık ki yeterince ilgi görmedi.

Bu arada Trintignant’nın sinema dışında tutkulu olduğu iki alan daha vardı. Bunların ilki, bir ara profesyonel pilot olarak yaptığı araba yarışı, diğeri ise hayatının son döneminde özellikle ilgilendiği, basit bir hobi veya ticari bir amaç taşımayan bağcılık oldu. Oyuncu, bu bağların ve dolayısıyla buradan çıkan şarabın, eskiden beri tutkunu olduğu şiirle ve asla tam olarak kopamadığı tiyatro ile ruhsal bir bağı olduğunu düşünüyordu. Dolayısıyla bu uğraş göründüğünden çok daha derindi.

Aktör 80’li yıllarda, biraz ‘bıktığını’ açıklayarak sinemaya ara verdi. Daha çok Uzes’teki kır evine çekilerek ara sıra bazı projelerde yan rolleri kabul etti. Ancak bu dönemde de Regis Warnier ("La femme de ma vie"), Bertrand Blier ("Merci la vie", 1991) ve Krzysztof Kieslowski ("Üç renk: Kırmızı", 1994) gibi çok önemli isimlerle çalıştı. Özellikle ünlü yönetmen Audiard’ın ilk iki filminde ("Regarde les hommes tomber", 1994 ve "Un héros tres discret", 1996) sergilediği performanslar göz kamaştırıcıydı.

Bu dönemden sonra Trintignant bu sefer ciddi anlamda ve temelli olarak sinemayı bıraktı. Sadece yönetmen Patrice Chéreau’nun ısrarı üzerine sinemaya ‘geri dönüş’ yaptı, bir de eskiden beri takdir ettiği Michael Haneke’nin "Amour" (2012) filminde bir son rol oynamayı kabul etti. Hatta bu birlikteliği dört sene sonra tekrar oynadığı "Happy End" filmiyle taçlandırdı. Özellikle "Amour" filmi çok beğenildi. Film, hem ‘Altın Palmiye’, hem de ‘En İyi Yabancı Film’ Oscar’ı ve ‘En İyi Film’ Cesar Ödülü'nü; oyuncu ise tam beş adaylıktan sonra ‘En İyi Erkek Oyuncu' Cesar Ödülü'nü kazandı.

Amour, 2012.

Trintignant bu son filmlerini (gerçi asıl son filmi Leloch’un "Les plus belles annees de ma vie"siyle oldu ama…) kabul etme nedenini, eşiyle konuşurken şöyle açıklıyordu: "Artık oldukça yaşlanmıştım, büyük acılar yaşamıştım ve hayatımı sakin bir şekilde sonlandırmak istiyordum. Hatta kendimi ölüme bile hazırlamıştım. Ancak Haneke bana teklif ettiğinde eşim onu ne kadar takdir ettiğimi bilerek, 'Önce Haneke’nin filminde oyna. Sonra istersen ölürsün!' sözleriyle beni teşvik etti."

ÖZEL BİR SES VE TRAJİK OLAYLAR…

Aktörün en büyük özelliklerinden biri de sesiydi. Özellikle yaş aldıkça karakterinin ayrılmaz bir parçası haline gelen sesi, devasa oyun gücüyle birleşince inanılmaz bir etki yaratıyordu. Onunla son filminde çalışmış olan yönetmen Lelouch bu sesi, "Şimdi Jean-Louis Trintignant’nın sesini duyduğumda dünyanın en güzel sesi olduğunu düşünüyorum. Bu ses adeta bir Stradivarius… Filmimi onun sesi üzerine kurdum. Sesinin filmimin asıl müziği olmasını istiyorum!" sözleriyle değerlendiriyordu.

Nitekim oyuncu birçok filmde sesini ‘voice over’ olarak da kullandı. Hatta ünlü "Shining" filminin Fransızca dublajında Jack Nicholson’ı seslendiren de kendisiydi.

Bu arada Trintignant, 2003 yılında bütün hayatını etkileyecek ve belki de hayatının son yıllarında onu iyice karamsarlığa itecek bir trajedi yaşadı. Kendisi gibi oyuncu olan 41 yaşındaki kızı Marie Trintignant, sevgilisi (Ünlü ‘Noir desir’ grubunu solisti) tarafından şiddet görmüş ve bir darbe sonrasında kafasını bir yere vurarak, kısa bir süre komada kalıp ardından hayata gözlerini yummuştu. Trintignant bu acı olayı tabii ki asla unutamadı. İlk kızını da çok önce, on aylıkken bir komplikasyon sonucunda kaybetmişti ve çok özel bir ilişki kurmuş olduğu, birçok kez aynı sahneyi paylaştığı ikinci kızını da kaybetmesi adeta onun da içinde bir parçasını öldürdü! Ardında artık sadece oğlu Vincent’ı bırakacaktı.

Hayatının son demlerine kadar bizi etkilemiş olan Trintignant’ın aramızdan ayrılışıyla Fransa, hatta Avrupa sinemasına damga vurmuş bir oyuncu jenerasyonunun geride kalan son birkaç üyesinden birini daha kaybetmiş olduk. Tıpkı Piccoli veya Belmondo gibi bize unutulmaz filmler bırakmış bu isim, kuşkusuz inanılmaz bir ‘kendini tutma/serbest bırakma’ sentezinden oyunculuk gücüyle ve bütün duygularımızı titreten sesiyle her zaman hafızlarımızda kalacak!


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .