Jeoloji üzerine dersler
Sorumluların cezalandırılmaları için artık herkesin duyarlı ve bilinçli hareket etmesi gerektiğini de hatırlatmak istiyorum. 1999’da bir iki günah keçisi haricinde kimse cezalandırılmadı. Daha da kötüsü günümüzde inşaat ve rant oligarşisi kendisine böylesine güçlü metafizik mukaddesatçı bir müttefik bulmuşken işimiz daha zor gibi görünüyor. 1999’dan sonra geçen 20 küsur yıl içinde hiçbir adım atılmadığı gibi anlaşıldığı kadarıyla ‘sivil toplum’ ve kurumlar da geriletildi.
1999 Gölcük Depreminin üçüncü gününden itibaren deprem alanındaydım. Şahit olduklarıma veya işittiklerime burada değinmek istemiyorum; ama 19 yaşında bir genç olarak girdiğim alanda, on gün içinde 29 yaşına atladığımı söyleyebilirim. Yapı mukavemeti uzmanı değiliz; ama temelde üç hata herkesin gözüne çarpmaktaydı; yanlış yer seçimi, kat sayısında aşırılık ve malzeme kullanımındaki usulsüzlük. Buna bir de deprem sonrası acemilikler eklenince ortaya büyük bir facia çıkmıştı. Şimdi çeyrek asır sonra yaşanan felakette, mevcut eksikliklere bir de toplumsal parçalanmanın ve kurumların içinin hepten çürümüş olduğu gerçeğinin eklendiği görülüyor. “Tasavvuf uzmanı” bir başkanın liderlik ettiği kurtarma teşkilatı, Kurban Bayramı'ndakine benzer nidaların kurtarma anlarına eşlik etmesi ve üniversitelerin kapatılması gibi yenilikleri de bu listeye ekleyebiliriz.
99 felaketinde yer bilim konusundaki eksikliklerimizi sahada tecrübe ettikten sonra o dönemki hükümet erbabı okul kapatmayı akıl edemediği için eğitimimize kaldığımız yerden devam ettik. “Arkeolojik Jeoloji” tam da bu dönemde geçmekle mükellef olduğumuz, hayatım boyunca en zorlandığım dersti. Dersi veren hocamız gerçek bir saha adamı olan Jeomorfolog, jeoarkeoloji paleocoğrafya uzmanı Prof. Ertuğ Öner’di.
“Gerçek bir saha adamıydı” derken mübalağa etmiyorum. O vakitler benim en büyük hayalim Ege Üniversitesi’nin Tabiat Tarihi Müzesi’nde boş olan araştırmacı-arkeolog kadrolarından birine atanmaktı. Burası ne yazık ki Türkiye’de pek bilinmeyen muhteşem bir Paleontoloji müzesidir. Binlerce parçalık envanteri vardır. Anadolu’da 60 milyon yıl öncesinden günümüze uzanan bir zaman dilimindeki mineraller, fosiller ve tahnit edilmiş canlı örnekleri bulunur. Okuyucuların bir kısmı belki bu konuya yabancı olabilir. Bir zamanlar Anadolu’nun görünümü Serengeti parkından farksızdı. Anadolu’da aslan, kaplan, leopar, zürafa, fil ne ararsanız yaşıyordu. Mesela Ege Üniversitesi Tabiat Tarihi Müzesi’nin envanterinde artık soyu tükenmiş olan Elaphas maxima asurus (Anadolu ve Suriye’de yaşamış yerli bir fil türü) fosili de yer alıyor. Bu fosil Maraş’taki kazılarda bulunmuştu.
Müzenin bir de Evrim Salonu bulunur. Evrim denildiğinde akla biyoloji geliyor; ancak evrimin asıl dayanağının öncelikle jeoloji olduğunu hatırlatalım. Dünyanın sanıldığından daha eski olduğundan ilk şüphelenenler jeologlardı. Çevremizdeki her şeyin sürekli değişim halinde olduğunu, “yaradılışın” bir anda gerçekleşmeyip bir süreç olarak kesintisiz biçimde devam ettiğini savunanlar da öyle. Yeryüzü değiştikçe canlıların da ona uyumlu hale gelebilmek için değişmek zorunda kaldıklarına dair biyolojik evrim düşüncesi jeolojik evrimci düşünceden neredeyse bir asır daha sonra doğdu. Bu vesileyle Anadolu’nun jeolojik ve biyolojik evrimini sadece kitaplardan değil materyal örnekleriyle kendi gözüyle öğrenmek isteyen okuyucularımıza bu gizli kalmış mücevherin varlığını hatırlatmayı borç biliyorum.
Neyse bu müzeye atanma planları kurduğum ve paleontolojiye ilgi duyduğum esnada müzenin envanteri için ‘börtü-böcek’ topluyorduk. Bulduklarımızı da müzeye veriyorduk. Bir gün yine bir bağ-bahçe gezisi esnasında hayatımda hiç görmediğim kadar güzel bir kelebek (güve) ölüsü buldum. Kalın bal renkli tüylü, etli, iki avucu kaplayan bir hayvandı ve sırtında da şu ünlü Kuzuların Sessizliği filmindeki gibi bir kurukafa şekli vardı. Kelebeği hemen Biyoloji Bölümünde görevli olan Abidin Budak hocaya götürdüm. Abidin Hoca, “Bunun adı Acherontia atropos’tur, genellikle Avrupa’da görülür ve sırtındaki kurukafaya benzeyen şekil nedeniyle Ölüm Kelebeği olarak da bilinir” dedi. Zaten Linnaeus da bu türe isim verirken mitolojide ölüm tanrıçası olan Atropos’tan esinlenmiş. Abidin Hoca bir de şunu söylemişti: “Bu tür güveler iki yıl kadar yaşar”. O güne kadar kelebek ve güveler hakkındaki bilgim sadece mizah dergilerinde yazılanlardan ibaret olduğu için ben de herkes gibi kelebeklerin iki hafta yaşadığını sanıyordum.
Yine böyle ‘börtü-böcek’ örnekleri topladığımız günlerden birinde, en az 15 cm boyunda devasa bir yeşil avcı çekirge (Saga natoliae serville) bulduk. Anadolu Etçil Çekirgesi olarak da bilinen bu tür 25 cm kadar da olabiliyormuş. İnsanlar tüm çekirgelerin tarım alanlarına zarar verdiğini sandığından bu türü de yok olma derecesine varacak kadar öldürüyorlar. Halbuki bu tür diğer çekirgeleri yiyerek tarlaları koruyor. Neyse, bu sefer bulduğum çekirge ölü değil canlıydı. Ben de çekirgeyi bir kutuya koyup oldukça ağır bir muhtevada geçen jeoloji dersini birkaç dakika ‘kaynatmak’ için serbest bıraktım. Çekirge havalanınca sınıfta küçük bir kıyamet koptu. Ben bu paniğin birkaç dakika süreceğini planlıyordum. Ama o esnada tahtaya aşağıda örnek olarak vereceğim şekilleri çizmekte olan Ertuğ Öner Hoca’nın gürültü üzerine geri dönüp 15 cmlik çekirgeyi sakince havada yakalayıp pencereden dışarı salması on saniye sürdü. ‘Operasyon’ başarısız olmuştu. Ertuğ Hocanın ilk sözü şu oldu: “Töre bu senin işindir”. Gerçek bir saha araştırmacısı derken ilk aklıma gelen de budur. Bu satırları okuyorlarsa Abidin ve Ertuğ hocalara bolca selam ediyorum.
Ertuğ Hoca bize yıl boyunca “yerkabuğunun isotatik dengesinden”, "Paleozoik dönem tortul kayalarına”, “Silürien arazilerde resifal kalkerlerden” “minerallerin sertlik derecelerine”, “diverjan lehva sınırlarından” “metamorfik kayaçlara” kadar her bir jeolojik sırrı öğretti. Bunlar arasında elbette tektonik levha hareketleri ve bunların doğal sonucu olan depremler de vardı. O dönemde eğitimin düzeyini merak eden genç okurlar için dersi geçebilmek uğruna aldığım hazırlık notlarımı, yine elle çizilmiş (o zamanlar bilgisayar programı kullanmayı hiç bilmiyorduk; zaten koca üniversitede öğrencilerin kullanımına açık dört beş bilgisayar vardı) şekillerle birlikte burada yayınlamak istedim. El emeği olan bu şekillerde volkanizma (şekil 1-2), kıta oluşumu (şekil 2), sıradağ oluşumu (şekil 3), lehva kırılması/hareketi (şekil 4-5), dalma-batma zonu (şekil 6) gibi depreme yol açan veya deprem sonucu oluşan yer hareketleri ile Gebze-İzmit deprem bölgesinin kesiti (şekil 7) görülebilir. Ayrıca deprem ve fay tanımları da notlar arasında yer alıyor (Şekil 8). Bu tanımlarda 19 yaşındaki genç arkadaş şöyle yazmış: “Yeryüzünde duyulan ve kökeni doğal olan kısa süreli yer sarsıntılarına deprem denir. Katı (rijit) litosfer bloklarının kırılmaları sonucunda açığa çıkan plastik deformasyon enerjisinin titreşimleri depremi oluşturur. Çoğu deprem aktif fay hatlarının olduğu hatta görülür. Faylanmanın başladığı ilk kırılma ve kayma noktası deprem odağını meydana getirir. Depremin yeryüzünde tam dikey olarak kestiği alana Episantr (dış merkez) denir. Depremlerin öncüleri ve artçıları olan sallantılar aylarca sürebilir”.
Bunlar 19-20 yaşında bir arkeoloji öğrencisinin jeoloji dersi notları; şimdiden bakınca amatörlükler hemen göze çarpıyor. Ama bu halleriyle bile şu anda felaket kurumlarının başında olan şahsiyetlerden birinin yazdığı iddia edilen “Gönüller Sultanı Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi" başlıklı metne ya da kendini Robin Hood sanan eski iletişim başkanının enteresan sunumlarına göre konuyla daha ilgili oldukları da aşikar. Bu metni inceleyecek uzman okurlar 19 yaşındaki öğrencinin notlarındaki lehva hareketlerinin hangi veya hangilerinin yaşanılan felaketi tanımladığını elbette benden daha iyi bileceklerdir.
Ne diyelim Adnan Menderes’in deyimiyle Türkiya’mızın hali şimdilik budur. Düzce’nin yıkıldığı sene ana-baba Düzceli olan ve çok sevdiğim bir kuzenim de tesadüfen Şehir Planlamacılığı bölümünden mezun olmuştu. O zamanlar herkes devletin binlerce şehir planlamacısını istihdam edeceğini sanıyordu. Ama böyle olmadı. Kuzenim yıllarca bu memlekette iş aradıktan ve internet kafelerde çalıştıktan sonra Kanada’ya gitmeyi tercih etti. Şimdi de orada... Onun gelmesi gereken noktalara da muhtemelen KPSS’den 29 puan alarak atanabilen (bu olay gerçektir) bir teoloji öğrencisi gelmiştir. Bazı okurlarımız ‘ilahiyat ehline’ yönelttiğimiz eleştirileri haksız buluyorlar. Ama biz yorumlarımızı ve sonuçlarımızı Aydınlanma Çağı metinlerinden değil hayatın kendisinden çıkarıyoruz. Bu türden eleştiriler bizim yorumlarımıza değil hayatın gerçekliğine yöneltilse herkes için daha faydalı olur. Eskiden tarih hocaları, “Fatih’in topları İstanbul surlarını döverken içeride Bizanslılar meleklerin kanatları var mı diye tartışıyorlardı” diye anlatırlardı. Bu misal bir yanda bilim ve teknolojinin, rasyonel düşüncenin gücüne; öbür yanda gereksiz teolojik tartışmaların toplumları nasıl yıkıma sürüklediğine örnek olarak verilirdi. O vakitler Osmanlılar rasyonalite sayesinde yükselirken; Bizans’ın zihinsel tutuculukla çöktüğü ifade edilirdi. Fazlaca kaba olmakla birlikte öğrencilere bu mesajın verilmesindeki amacı anlayabiliyoruz. Bugün de Bizanslılar gibi bilimi değil ‘melekleri’ tartışmamız belki de asıl onların mirasçısı olmamızdandır kim bilir? Bilim tartışmadıkça kaybettiğimiz küçük melekleri konuşmak zorunda kalıyoruz da diyebilirim.
Sevdiklerini kaybeden bütün insanlarımıza baş sağlığı ve metanet diliyor ama benzer bir kaderi yaşamış kardeşleri olarak bu işin politik-apolitik sorumlularının cezalandırılmaları için de artık herkesin duyarlı ve bilinçli hareket etmesi gerektiğini de hatırlatmak istiyorum. 1999’da bir iki günah keçisi haricinde kimse cezalandırılmadı. Daha da kötüsü günümüzde inşaat ve rant oligarşisi kendisine böylesine güçlü metafizik mukaddesatçı bir müttefik bulmuşken işimiz daha zor gibi görünüyor. 1999’dan sonra geçen 20 küsur yıl içinde hiçbir adım atılmadığı gibi anlaşıldığı kadarıyla ‘sivil toplumun’ ve kurumların geriletilmesiyle durum daha da vahim olmuş. Depreme karşı önlemler ve sonrasında yapılacakların merkezileştirilmesindeki ısrar ve bu merkezi kurumların kilit noktalarına atanan şahısların da yetkilerini halka yardım etmek yerine hoşlaşmadıkları kurumlara engel olmak, İsrailli kurtarma ekiplerine hakaret etmek, şikayetçi vatandaşla tartışmak gibi imaj faaliyetleri için kullanmaları felaketin boyutunu arttırdı ve arttırmakta.
Bu yazıyı cin fikirli hükümet adamlarının okulları kapatması hakkındaki düşüncemle bitirmek istiyorum. Yukarıda Arkeolojik Jeoloji dersinden geçebilmek için gösterdiğimiz efordan genişçe söz ettik. Pandemi döneminde sanırım iki yıl kadar ben de üniversiteki dersleri “uzaktan eğitimle’ verdim. Öğrencilerim videoları izliyor muydu, yoksa ekranı açık bırakıp gezmeye mi gidiyorlardı, o esnada dizi mi izliyorlardı bilemiyorum. Sınav zamanı sisteme herkes evinden cevap yazıp gönderiyordu. Test yaparsanız da elinde kitap, arkada internet açıkken cevap yazıyorlardı. Soru: Roma’da herkese yurttaşlık hakkı tanıyan imparator hangisidir? Bak internete yaz. Gelen cevapların yüzde 90’ı vikipedia ile birebir uyumlu oluyordu. Gerçek bu... Bütün sınıf da doğal olarak 90-100 alıyordu. Normalde sınıfın yarısının kaldığı derslerde not ortalamaları 90’ı geçmekteydi. Hadi ben teorik tarih dersleri veriyordum. Peki, ya pratik gerektiren bölümlerde jeolojide, mühendislikte, arkeolojide, tıpta ne oluyordu? Mühendislik fakülteleri, jeoloji bölümleri pandemi zamanında dijital sınavlarla diploma dağıttılar. Türkiye’de eğitim zaten ideolojik müdahalelerle sakatlanmıştı ve bir de bu internetten sınav olayı eklenmiş oldu. Bu korkunç gerçeğin sonuçları daha sonraki yıllarda anlaşılacak. Hükümet adamlarının bir an önce bu yanlışı durdurmaları ya da en azından sınavları yüz yüze yapmaları gerekiyor.