Joan Baez biyografisi yayınlamak
Koskoca Amerika’da, Chicago şehrine adressiz mektubumun Joan Baez’ın eline ulaşacağını umacak, dünyaca ünlü şarkıcıdan cevap mı bekleyecektim? Lakin, olmaz sanılan oldu, Joan Baez’dan cevap geldi...
Osman Akınhay
“Son yaprak benim ağaçtaki,
Güz alıp götürdü arkadaşlarımı,
Koparamaz ama beni,
Son yaprak benim,
Son yaprak benim.”
(Joan Baez’ın 2018’de çıkardığı ‘Whistle Down the Wind’ albümünde yer alan ve bir Tom Waits şarkısı olan ‘The Last Leaf’den)
1979’un yaz aylarıydı, ben on dokuz yaşında bir gençtim ve henüz TKP bölünmemişti. Biz üç Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi Kızılay’da, Konur Sokak’ta, Emniyet’in eğitim binasının girişinin tam karşısında, iki oda bir salon, salon duvarında kurşun deliği olan bir dairede, mutfağı yandaki, yıllar sonra İmge Kitabevi 2 olacak kızlar yurduna bakan 47 numaranın ikinci katında kalıyorduk.
Geceyi de gündüzü de bilmediğimiz, her ân hareket halinde olduğumuz, kafayı sokağa uzatınca saldırının nereden geleceğini kestiremediğimiz, akşam olunca evde yiyeceksek makarnaya abandığımız, bakkaldan birkaç bira alırsak gevşediğimiz zamanlardı ve kafayı hafif bulunca salondaki külüstür teypte, evde mevcut olan iki doldurma kaseti döndüre döndüre dinliyorduk. Kasetlerden birisi, o zamanlarda eniştesini, yani çocukluğumuzun billûr sesli Neşe Karaböcek’in kocasını ayartıp evlendi diye anlatılan, “Sürünüyorum” şarkısıyla şöhreti yakalamış Gülden Karaböcek’in; diğeriyse “Donna Donna”yla, “Forever Young”la, “Gracias a la Vida”yla gönüllerimizde taht kurmuş, Bob Dylan’ın eski aşkı, ‘68’in ünlü sesi Joan Baez’ındı.
Müzikten pek fazla anlamam ama, sanırım Gülden Karaböcek o dönemdeki melankolik yanımıza hitap ediyor, Joan Baez’ın soprano sesiyle söylediği folk şarkılar bizi içine düştüğümüz uyuşukluktan sıyırıp ertesi günün mücadelesine hazırlıyordu. Aradan yıllar geçti, yıl 1984 oldu. Ben 12 Eylül’den bir buçuk ay önce yakalanmış, Mamak’ta üç yıl kaldıktan sonra müebbet hapse mahkûm edilmiş, cezası Yargıtay’ca onaylanınca kalan süresini tamamlamak üzere Çanakkale E Tipi Cezaevi’ne sevk edilen bir ağır hükümlüydüm.
Mamak’tayken, 1981 Kasım’ından sonra serbest bırakılan ders kitapları sayesinde epeyce bir İngilizce çalışmış, Dev-Yol tutuklularının getirttiği İngilizce savaş kitaplarını çat pat sökerek okuyabilen bir düzeye gelmiştim. Çanakkale E Tipi Cezaevi siyasilerin ağırlıkta bulunduğu bir sivil cezaevi olarak; baskısı ve işkenceleriyle nam salmış, Diyarbakır ortaya çıkana kadar zulmün en yoğun olduğu askeri cezaevi Mamak’a kıyasla tabii ki gevşek bir yerdi. Hele ki üç dört yıldır yoksun kaldığımız sol/siyasi kitapları bolca okuyabildiğimiz bir yerdi.
En kötü durumda, cildi sökülüp kapağı değiştirilmiş, ilk ve son forması muhafaza edilirken aradaki diğer formaları ‘yasak neşriyat’la yeniden ciltlenmiş bir halde, yazarı Agatha Christie veya Barbara Cartland olan ‘Devlet ve Devrim’, ‘Marksizm ve Ulusal Sorun’, ‘Anti-Dühring’ gibi teorik kitapları rahatlıkla okuyabiliyorduk.
Aynı aylarda, Mamak’ta olduğu gibi mektuplaşmada birinci dereceden aile ferdi şartı konmadığı için, yabancı dili geliştirme yollarından biri olarak yurt dışından kimselerle yazışma furyası da başlamıştı. O mektuplar haliyle, normal mektuplara kıyasla beş-on gün daha geç teslim ediliyordu idareden, ama fena bir yöntem değildi; eni konu faydalı bir İngilizce yazma pratiği yapmaya yarıyordu. Üstelik, dünyanın her tarafında cezaevleriyle dayanışmak isteyen her ülke ve eğilimden insanla temas kurmak mümkündü. Bu konuda dışarıda en cevval ve sadık olanlar, benim bilebildiğim, İngiltere’deki Quaker tarikatı mensuplarıydı. Çok da cömertti bu Quaker’cılar; çok sayıda mahkûma onlarca mektup göndermekle kalmıyorlar, eşofman, tişört, şort, spor ayakkabısı, defter, güzel zarf, kâğıt kalem ve benzeri malzemeler de yolluyorlardı.
İşte bu, yabancılarla yazışma furyasına kendim de katılmış, hatta abartmıştım. Bir gün gazetelerin birinin kültür-sanat sayfasında Joan Baez’ın ABD’de Chicago’da yaşadığını okudum. Aklıma bir fikir düştü. Niçin ben de İngilizce olarak Joan Baez’a bir mektup yazmayı düşünmeyeydim? En fazla ne kaybederdim? Sonraki günlerden birinde kendime, “Hadi bakalım,” dedim ve güzel olmasına özendiğim bir yazıyla, dolmakalemle bir sayfa ve İngilizce bir şeyler karaladım ve adres yerine “JOAN BAEZ, CHICAGO, USA” yazdım, sonra da pullayıp ertesi sabah sayımında koğuş gardiyanına verilecek mektupların arasına koydum.
Tabii, mektubu gönderdikten sonra unuttum gitti. Koskoca Amerika’da, Chicago şehrine adressiz bir mektup yollayacaktım ve bir de mektubumun Joan Baez’ın eline ulaşacağını umacak, dünyaca ünlü şarkıcıdan cevap mı bekleyecektim? Lakin, olmaz sanılan oldu, Joan Baez’dan bana cevap geldi.
Bir ay kadar sonra koğuş mazgalı çarpılıp da gelen posta yemekhanede dağıtılırken zarfı elime alıp, arkasında “Chicago” yazısı okunan bir yabancı pul, sol üst tarafta da el yazısıyla “J. Baez” ibaresini görünce şaşkınlıktan ne hissedeceğimi bilemedim. Joan Baez mektubuna ”Dear Osman” diye başlayarak dayanışma duygularını iletmiş, mektubun yanına fotoğrafını eklemiş ve kartın üstünü tükenmez kalemle imzalayıp bir kalp işareti yapmıştı. Çok sevinmiştim. ‘60’ların efsanesi bana dayanışma mektubu yazmıştı! Çok mesut olmuştum… (Ne şans ki bu kartı bugüne değin yanımda muhafaza edebildim, ama ne yazık ki zarf ve mektup bir koğuş operasyonunda yırtılanlar arasında kalıp kayboldu.)
O sevinçle, oturup bir mektup daha yazdım, üstelik bu defa tam iki sayfa – işte onu yazmayacaktım! Bir defa daha cevap gelir mi acaba diye düşünürken; evet, gerçekten de geldi, ama bilin bakalım, nasıl geldi? Yine bir buçuk ay kadar sonra, bu defa Joan Baez’ın annesiydi bana kart atan. “Joan turneye çıktı, isterseniz bundan sonra benimle mektuplaşabilirsiniz,” diyordu! (Bu mektup da kaybolanlar arasındaydı.) Cevap vermedim; hayalim suya düşmüştü!
Yıllar geçiyordu. Biz hapishanede neşeli akşamlarda, mesela bir arkadaşımızın hapishane üretimi etimekli doğum günü pastasını yerken, ‘Karlar Geçer’ şarkısını hep bir ağızdan ve gevrek gevrek gülerek, ‘Yıllar Geçer, Geçer Geçer Satayım’ diye söylüyorduk ve mahpus hayatı sabit bir rutinle ilerliyordu. Henüz tahliye olmamışken, Joan Baez 1989’da İstanbul’a ve Selçuk, Efes’teki büyük tiyatroya konser vermeye gelip de onu dinleme imkânı bulamamama çok üzülmüştüm. En fazla Cumhuriyet’te Zeynep Oral’ın şarkıcıyla yapmış olduğu röportajları okudum.
Neyse efendim, biz ‘Türk’ siyasi mahkûmlar 1991’de ANAP ve Özal döneminde çıkarılan şartlı tahliye kanunuyla 31 Temmuz’daki salıverildik. Daha sonra değişik yıllarda, Joan Baez’ın kaleminden çıkmış, hayatının farklı kesitlerine yer veren iki kitabı, ‘Gündoğumu’ ve ‘Yürekten Kopup Gelen Ses’ ile Burak Eldem imzalı ‘Mayıs Çiçeğinden Barış Türküsüne Joan Baez’ kitaplarını elde ettim ve okudum. Ve nihayet çok daha sonra, galiba 1998’de Joan Baez’ı canlı olarak dinleyebildim.
O gece Harbiye Açık Hava tıklım tıklım dolu konserlerinden birini yaşadı. Konser bitmiş, şarkıcı iki defa bis yapmış, ama hâlâ ‘We Shall Overcome’ı söylememişti. Zaten yakınlarda bir gazetede bu konuda, “Dönemin havasına uymadığı, artık dünyanın eski umutlu günlerinde olmadığı” gerekçesiyle bu parçayı söylemeyi istemediğini okumuştum. Derken, tam üçüncü defa sahneden çekilirken, sıralardan tek bir kişinin eksilmediği tüm dinleyiciler hep bir ağızdan söylemeye koyulunca ‘We Shall Overcome’ı ancak o zaman ve sadece bize katılarak, mırıldanarak söyleyecekti.
Aradan yine yıllar, bu sefer çok fazla yıl geçti. 2017’de ailemle birlikte İngiltere’ye taşındık. 2021’de Brighton’dan Londra’ya geçtiğimizde mahalle arası bit pazarlarını, hayır kurumları olarak çalışan charity shop’ları gezip, muhtelif kitapların yanı sıra long play de toplamaya başladım. Topladıklarımın bir kısmını internette satmak üzere ayırırken, bazılarını da evde dinleyelim diye alıkoydum. Şans ki Joan Baez’ın long playlerini de buluyordum (şimdi bazen, mesela 1967 İngiltere baskı ‘Joan’ albümünü, Asyak’ın pikabına koyup Eylem, ben, üçümüz dinliyoruz). Ara ara acaba Joan Baez’ın kendisinin yazdığı ya da onun hakkında çıkan yeni bir kitap var mı diye internete bakındığım da oluyordu.
Sonunda yine bir charity shop’ta, ‘Joan Baez: The Last Leaf’ (Joan Baez: Son Yaprak) kitabına rastladım. Kitabın yazarı Elizabeth Thomson’dı. Hiç duymamıştım adını. İnternette çabucak bir aramayla adresini bulup, yazarın kendisine bir e-posta gönderdim. Türkiye’de yayıncı olduğumu, kitabını yayınlamakla ilgilendiğimi belirttim. Adresin doğru ya da faal olarak kullanılan bir adres olup olmadığını bilmediğimden e-postamı kısa tutmuştum. Ne şans ki yazardan on beş dakika sonra cevap geldi. Kitabı müzisyenle çok sayıda söyleşi de yaparak kaleme almış olan yazar, Joan Baez’ın kendisine Türkiye’de -Efes dahil olmak üzere- harika vakit geçirdiğini anlattığına dikkat çekiyor ve beni telif hakkını idare eden ajansına yöneltiyordu.
Biraz gereksiz, uzun bir cevap yazdım sonra. Kendimin de Selçuk’ta büyüdüğümü, Joan Baez’ın Efes’te konser verdiği Büyük Antik Tiyatro’nun çocukken sık gittiğimiz yerlerden biri olduğunu, sonra hapishanedeki mektuplaşma maceramı falan anlattım. Yazar Elizabeth Thomson, “Ne kadar güzel ve Joan Baez için ne kadar tipik bir davranış,” diyerek dayanışmasını övdü; kendisinin de New York City’de yine Joan Baez’la başlayan The Village Trip festivalinden yeni döndüğünü, biyografisini yayınlama isteğimizi kendisine aktardığını bildirdi ve bizi ailecek, Londra’nın kuzeyinde yaşadığı, bize uzak olmayan bir semtte, Muswell Hill’de tanışmaya davet etti.
Bugün, 1 Eylül Barış Günü’nde, sözleşmemizin karşı imzalı kopyasını aldık ve kitabı Agora Kitaplığı’nın kataloğunda biyografi serisinde sıraya koyduk. Bizimki gibi kurumsal olmayan, ‘editör yayınevleri’nde seçimlerin birçoğu şahsidir. Kâr zarar gözetmeden, o kitabı kataloğa dahil etmenin tarife sığmaz keyfiyle, bazen de şan olsun diye basılır. ‘Joan Baez: Son Yaprak’ işte bu şahsi seçimlerin ön sıralarında yer alıyor.
Kitabı çevirirken umarım ki çok şen olacağım, şarkı sözleriyle ve diğer ayrıntılarla ilgili araştırmalarımı zevkle yapacağım, sık sık eski zamanları ve koğuş arkadaşlarımı, TKP bölündükten sonra Ankara Konur Sokak’taki evimizde ve civarında yaşayıp başıma gelenleri hatırlayacağım ve kitabın yazarına belki de bir ara, olur ya bir tesadüf, 1970’lerin başında kendi annesiyle babası da Londra’da Hampstead’de yaşamış Joan Baez’la yüz yüze tanışmanın imkânı var mı diye soracağım.
Hayat bu; neden olmasın?