YAZARLAR

Julian Barnes'ın edebiyatında yas: İnsanın derinlik kaybı

Julian Barnes, yasını açık yüreklilikle dile getirirken kültürel erkekliğin yüklediği tüm o güçlülük misyonunu da aşındırır. Erkekliğin inşasında yeri olmayan duyguları açığa çıkarır.

Daha önce bir araya gelmemiş şeyler ve özneler bir araya gelirse ne olur? İki nesnenin bir araya gelişi başka bir şeyi ortaya çıkarabilir ve bu, dünya için bir gelişmeye neden olabilir. İki farklı insan bir araya gelebilir, bu bazen aşk olur bazense hiçbir şey. Şeylerin bir araya gelişi ve aradaki ilişkilenim, dünyanın tarihsel seyrinde önemli olmuştur. Bilim tarihi açısından düşündüğümüzde, farklı şeyleri bir araya getirerek ortaya konan icatlar, dünyada yaşamın gidişatını etkileyen bir yerde durur. Örneğin, bir lastik ve tahta parçası bir araya getirilmiş, ortaya sapan çıkmıştır. Sapanın icadı, sonrasında megaton bombasına kadar uzanan süreci getirmiştir. Kimileri buna “ilerleme” der, kimileri militarizmin en üst seviyeye ulaşmasında bilim ve tekniğin geldiği noktayı sorgulatan bir gelişme olarak görür.

İki insan karşılaşır, bu bazen tutkuyla örülü, ömür boyu sürebilecek bir ilişkiye dönüşebilir. Bazense bu karşılaşma sadece bir tarafın aşkına dönüşür ve onun açısından durum vahim bir hâl alabilir, bazen de hiçbir şey olmaz.

Hayat, şeylerin ve öznelerin ilişkilenimlerinden doğar. Bu ilişkilenimler farklı olanın bir araya gelişinden ortaya çıkabilecek bir başka ilişkiye dönüşürse, önemli bir şey olur ve yaşamın ortak motifleri bulunur.

Hayat Düzeyleri, Julian Barnes, çeviri: Serdar Rifat Kırkoğlu, Ayrıntı Yayınları, 2013.

Julian Barnes, 'Hayat Düzeyleri' adlı kitabında, başka şeylerin bir araya gelmesinin ortaya çıkardığı bu ilişkilenim üzerinde durur. Düşünüldüğünde pek de birbiriyle ilişkili görünmeyen şeylerin, ortak bir motifte buluşabileceğini anımsatır. “Daha önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirirsiniz. Ve dünya değişir. İnsanlar bunu o zamanlar fark etmeyebilirler ama bu önemli değildir. Dünya yine değişmiştir” diyerek başlar metnine. Bir Albay olan Fred Burnaby’nin balonculuk merakına, Aeronotik (hava taşımacılığı) tarihini ekler. İnsanın göklerle buluşma ve yükselme hikâyesinden yola çıkarak, değişen bakış açılarını, yitirilen metaforları sorgulamamızı sağlar. Göklerle buluşan insan bir şeye ulaşır, tarih içerisinde genellikle Tanrı ile anılan göğün uzamına.

İnsan türünün göklerde yer kaplaması kuşkusuz Tanrı olma iddiasındaki bir tür için önemlidir. Balon, zararsız bir icat gibi görünür ona. Meraklı üst sınıfların eğlencesidir başta ama havacılığın bilim ve tekniğin gelişmesiyle ortaya çıkardığı şey, bugün insansız hava araçlarının çağına varışın da başlangıcı olmuştur. Barnes’ın anlatmaya çalıştığı şekliyle söylersek, bir yerde iki şey bir araya gelmiş ve o an anlaşılmasa bile dünya değişmiştir.

“Başlangıçta kuşlar uçuyordu ve Tanrı kuşları yaratmıştı. Melekler uçuyordu ve Tanrı melekleri yaratmıştı…” İnsan balonu yaratmıştı, insan uçuyordu ama bu masum görünen “ilerleme” insanın sadece uçmasına değil, yok ediciliğini beslemesine de neden olacaktı. Bu dönemde, Victor Hugo gibi isimler, “basitçe, havadan daha ağır araçlarla gerçekleştirilen uçuşların demokrasiye götüreceğine inanıyordu”. Ne ilginçtir ki dünyanın sömürgeci devletleri bu “demokrasiye götürme” söylemini kullanarak, uçaklarla masum insanların tepelerine bombalar yağdıracaklardı. İnsanın uçması dünyayı dönüştürmüştü gerçekten de ama Barnes’ın anlatısında bunun bir olumluluk olarak karşılanmadığı seziliyor. Bunun nedeni de kuşkusuz aeronotik teknolojisinin bugün geldiği nokta.

Julian Barnes metin boyunca, “Daha önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirirsiniz hayat değişir” fikrinden yola çıkarak bir anlatı oluşturuyor. Gerçekleştiği zamanda o kadar da büyük etkisi olmayan bu bir araya getirişlerin tarihsel yolunun geldiği noktayı, bilim ve tekniğin “ilerlemesiyle” nelerin kaybedildiğini de anlatmaya çalışıyor. Çünkü döneminde küçük bir ayrıntıymış gibi görünen gelişmeler, insanın dünyaya ve yaşama bakışını derinden etkileyip, dönüştürüyor. Ayrıca, bu fikrini iki farklı insanı bir araya getirerek de devam ettiriyor yazar. Tiyatro oyuncusu Sarah Bernhardt ile Albay Fred Burnaby’nin ilişkisinde bunu görüyoruz, özgür ruhlu Sarah ile asker Burnaby’nin aşkı bir araya gelse de sonuç alınamayanların örneği olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü insanlar nesneler gibi değildir nihayetinde ve onların bir araya gelişi genellikle ortak bir bakışın varlığıyla mümkün olur. Bu iki farklı insan, yaşam tarzları ve Sarah’ın özgürlüğünü kimseye gasp ettirmeye niyeti olmaması nedeniyle, ortak bir motif oluşturmaz. Ama şu düşünülebilir: Her bir araya gelişin bıraktığı bir etki vardır, birlikte yaşanan deneyimlerle, insanlar birbirlerini etkilerler ve bunun insanın yaşamında büyük bir değişime sebep olduğu zamanlar yok değildir.

Julian Barnes’ın 'Hayat Düzeyleri', tüm bunların yanı sıra çağdaş dünya yazınının en iyi yas metinlerinden birini içinde taşır ki benim açımdan kitabın en önemli kısmı burasıdır. Yazarın eşinin ardından yaşadığı yas deneyimini anlattığı kitabın “Derinlik Kaybı” adlı bölümü, insanın kaybın ardından yaşadığı kederi, çektiği ıstırabı daha önceki bölümlerle iç içe geçirerek anlatır. Birini kaybetmişsinizdir, o artık yoktur, birlikte deneyimlediğiniz hayatın bir parçası onunla birlikte yok olup gitmiştir, yaşanan anları kafanızda canlandırır, yeniden yeniden yaşarsınız ama gidenin yokluğunu aşamazsınız. Hiç kimsenin verdiği öğüt, bu kederi hafifletmez. Tam tersine, tüm o teselli cümleleri hiç anlaşılmadığınızın ifadesi hâline gelebilir. Eğer gerçekten sevdiğiniz birinin kaybıysa karşı karşıya kaldığınız, kedere kapılırsınız çünkü onunla bulduğunuz o yaşamın ortak motifini kaybetmişsinizdir.

Barnes ve eşi, kitap boyunca tekrar edilen o cümlede olduğu gibi daha önce bir araya gelmemiş iki kişinin karşılaşma ve dönüşme hikâyesidir. Albay Burnaby ve Sarah Bernhardt’ın ilişkisinde olmayan şey olmuş; bu iki insanın bir araya gelişi, yaşamlarını dönüştürmeyi başaran, ortaklığa evrilen bir aşka dönüşmüş, yazarın ifadesiyle: “Hayatımın kalbi, kalbimin hayatı” gibi bir duruma yükselmiştir. Yaşarken gerçekleşen ortak motifin ölüm durumunda yok olduğunu görürsünüz yazarın anlatısı boyunca çünkü o ortaklığı kurduğunuz kişiyi kaybettiyseniz motif eksilmiştir. Bu tıpkı bir dantelin o son parça eklenmeden, motifinin tamlığa erişmemesine benzer. Tek bir motif eksikse, bütün bir parça elde edemezsiniz.

Barnes, yasını açık yüreklilikle dile getirirken kültürel erkekliğin yüklediği tüm o güçlülük misyonunu da aşındırır. Ağlamak, kedere kapılmak, ıstırap çekmek gibi erkekliğin inşasında pek de yeri olmayan tüm duyguları içtenlikle açığa çıkarır. Kaybının arkasından yaşadığı yasla tüm gücünün tükenişini ortaya koyar, alışık olduğumuz güce dayalı erkeklik anlatısında gedik açar. Bu, metnin önemli bir yanıdır bana kalırsa ama bunun yanında yazar ölüm sonrası yaşanan süreci, kederin aşamalarını, başkalarının gözünde kaybı yaşayanın durumunu, her insanda kederin başka biçimde açığa çıktığını da gösterir. “Ölüm gibi keder de biriciktir” der çünkü herkeste kaybın ortaya çıkardığı keder hissi farklıdır. Bu nedenle kayıp karşısında çekilen acı deneyimi, kaybedilenle kurulan ilişkinin durumuna göre değişik bir hâl alır. Her ne kadar yazar, “kedere kapılanlar arasında gizli bir ortaklık vardır” dese de metindeki örneklerde de görüyoruz ki kaybı yaşayanların tepkileri farklılaşıyor. Ayrıca kedere kapılanların yaşadıkları şeyi anlatmalarının sıkıntılı olduğunu görüyoruz Barnes’in deneyiminde çünkü böyle bir durumu yaşayan için “evrenin işini yapıyor” olmasının veya sonraki hayatında nasıl davranması gerektiğine dair verilen tavsiyelerin pek karşılığı yok, tam tersine bu tarz cümleler gücenmek ve anlaşılmadığını düşünmekten başka bir işe yaramıyor.

Kaybettiği kişi nedeniyle kedere kapılanın durumunun her zaman kayıpla ilgili olmadığı da söylenebilir çünkü ölen kişinin yokluğu daha çok kalan kişiyle ilgilidir, giden gitmiştir ama kalan için her şey başka biçimde yeniden başlamak zorundadır. Ancak hem giden hem de kalan ortak bir şeyleri kaybetmiştir, yazarın söylediği gibi; “kederimin bir bölümünün kendime yönelik olduğu bir gerçek -neler kaybettiğime bir bak, hayatımın nasıl da azaldığına bir bak- ama onun açısından keder, daha fazlası, çok daha fazlası ve başlangıçtan beri böyle oldu: hayatını yitirdiğine göre onun neler kaybettiğine bir bak. Vücudu, ruhu, hayat konusunda gemlenemez merakı…” Kısacası birini kaybetmek, çok şeyi kaybetmek demektir bu nedenle sonrasında yas nedeniyle kapıldığın keder; güçlülük gösterilerini, acı betimlemelerini aşan bir anlam taşır.

Barnes’ın yas metni, sadece kişisel bir yas deneyiminden de bahsetmiyor. İnsanın yasa dair imge ve metaforlarının kaybının günümüzde yas süreçleri üzerindeki olumsuz etkisini de düşündürüyor. “Tanrı’yı öldürdüğümüzde ya da sürgüne gönderdiğimizde, kendimizi de öldürdük. Buna o zamanlar yeterince dikkat ettik mi? Tanrı olmayınca, ölümden sonra hayat yok, biz yokuz. Onu öldürmekte elbette haklıydık, bu kadim hayali dostumuzu. Zaten ölümden sonra hayatlarımız da olmayacaktı. Ama üzerine oturduğumuz dalı kestik.” Nietzsche, “Tanrı öldü” bahsini açtığında üzerine bu kadar düşünmemişti belki de, yine bir şeyler bir araya gelmiş dünya dönüşmüştü. Yazarın bu bahsettiği aslında metnin tümüne yerleşen o ortak motife de bizi götürüyor. İnsan, balonu keşfettiğinde Tanrı’nın uzamına dalmıştı. Metnin bir diğer konuğu ressam ve fotoğraf sanatçısı Nadar, aeronotik ve fotoğrafçılığı bir araya getirerek, balondan fotoğraf çekmenin yolunu bulmuş, uzaklığı, yüksekliği, “Tanrı’nın gözünden bakışı” vermişti. Yazarın deyimiyle, “Tanrı’nın yüksekliğini kaybedip, Nadar’ınkini kazandık ama aynı zamanda derinlik kaybettik.”

Barnes, yasını tutuyor, kapıldığı kederin şiddetini açık yüreklilikle anlatıyor, hiçbir şey teselli vermiyor, yeraltına inip eşini arayacağı o eski hikâyenin yokluğunu duyuyor ve kitapta yasla ilgili bölümün başlığı böylece anlam kazanıyor. Tüm bu anlatılanlar insanın: "Derinlik Kaybı".


Emek Erez Kimdir?

Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.