'Kaba ve yaralayıcı bulunmuştur'

Önergeler kaba ve yaralayıcı bulunmuş, iade edilmiş. Hikâyenin sonunda incindiğini söyleyebilmek, kaba ve yaralayıcı muameleye maruz kaldığını dillendirebilmek ayrıcalığı da malûm özneye ait oluyor.

Google Haberlere Abone ol

Bir sözü, bir jesti, bir yazıyı ya da bir kanun teklifini kaba ve yaralayıcı yapan nedir? Ya da ne olursa bir davranış incitici olur? Gündelik hayatta hepimizin başkalarına kırıcı davranışları ve kıyıcı tavırları olmuştur. Veya değersiz hissettiren muameleye maruz kaldığımızı düşündüğümüz anlar da vardır. Herhalde onur kırıcı, haysiyeti hiçe sayıcı sözün ve tavrın zamanı ve mekânı aşan bir kütüğü vardır diyebiliriz.

Peki kurumlar, devletler vs. incinebilir mi? Milletler meselâ sözler, sorular ya da jestler ile yaralanabilir mi? Mümkün görünüyor. Canlıyı ya da cansızı, dağı taşı, bitkiyi, denizi toprağı, hayvanı ve insanı incitmiyor muyuz? Bazen anlaşarak, bazen doğrusu bu, çıkarımızı koruyacak olan şudur diyerek icad ettiğimiz, mitler ve rasyonel izâhlarla donattığımız devletler, uluslar ve kurumlar, sonuçta kulağa tuhaf da gelse, inciniyorlar.

Bu peşrev, hazırlıktı: Türk ve Sünni öznelik konumlarını işgal edenlerin incinme ayrıcalığından, kimi soruları kaba ve yaralayıcı bulma keyfiliğinden bahsedeceğim. Bunu bana eski TBMM Başkanı Mustafa Şentop’un kimi kararları düşündürttü. Ancak M. Şentop’un akıl yürütmesi daha genel bir düşünüş ve duyuş biçiminin içinde anlamlı. Bu bağlamda sıralayacağım örneklerde incindiğini söyleyenin aslında ne talep ettiğini izâha çalışacağım. Türk ve Sünni üstünlükçülüğünün olmazsa olmazı incinme ayrıcalığı dediğim şeyi ete kemiğe büründürmeyi umuyorum.

Gazeteduvar’dan Serkan Alan’ın 20 Ekim 2022 tarihli haberiyle başlayalım. Haberde HDP milletvekili Garo Paylan’ın hazırladığı bir kanun teklifinden söz ediliyor ve teklifin içeriği 6-7 Eylül 1955’te vuku bulanlarla ilgili. Peki ne olmuştu o iki günde? Ülkenin çeşitli şehirlerinde Rum, Ermeni ve Yahudi yurttaşlara ait işyerleri, evler, ibadethaneler ile mezarlıklara saldırılar gerçekleştirilip cinayet, yaralama, tecavüz, gasp ve yağma gibi nitelikli suçlar el birliğiyle işlenmişti. Dönemin cumhurbaşkanının, başbakanının, hükûmet mensuplarının, asker ve sivil bürokrasinin, kısacası devletin dahli ve sorumluluğu o günden bakıldığında da sarihti, bugünden bakıldığında da açık. Kendisiyle vatandaşlık bağı temelinde sözleşme yapmış Hıristiyanların ve Musevilerin can ve mal güvenliğini sağlayacağını vaat eden ancak nihayetinde sadece Türk ve Sünni üstünlükçü olabilen dışlayıcı meşrû şiddet tekeli, Türk ve Sünni olmayanı cezalandırmaya hazır kalabalıkları mobilize edip yol vermek suretiyle ve mezkûr kitlenin içindeki nefreti kontrol edemeyeceğini öngöremeyerek ya da umursamayarak katliama, tecavüze, talana ve yıkıma alan açmıştı. Adnan Menderes’in İstiklâl Caddesi’nin hâlini gördükten, Fatin Rüştü Zorlu’nun saldırıların boyutunu kavradıktan sonra kapıldıkları dehşet, izin verdikleri canavarlığın sonuçlarıyla yüzleşirken yaşadıkları şoku hatırlayalım. O iki günde insanlara tecavüz edildi, mezarından çıkarılan ölülere işkence edildi, papazlar sünnet edildi, insanlar Türk ve Müslüman yığınlar önünde aşağılandılar, o yığınlar bu aşağılamaları seyretti ve/veya katıldı.

“Atamızın evine Yunanlar bomba attı” haberi ile fitil ateşlendi ve insanlar (yine sormak lazım: kimdi bu insanlar?) Rum, Ermeni ve Yahudi hemşehrilerine, komşularına kötülük ettiler. Fenerbahçeli  Lefter Küçükandonyadis’in söylediklerini hatırlayalım: 15 gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O gün ise kayalar ve boya tenekeleri ile karşılaştım. En kötüsü harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar.” Lefter, evine saldıran, kızlarını öldürmeye kalkanların kim olduğunu hiç söylemedi, komşuları, mahalleden, adadan tanıdığı Türk ve Müslüman dost bildikleriydi muhtemelen. Bu sahne Maraş’ta, Sivas’ta ve daha bir sürü pogrom, linç ya da linç girişiminde tekrar tekrar karşımıza çıkacaktır. Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta, Selendi’de, geçen yıl Altındağ’da yaşananlar, onlarca linç ve galeyanlı saldırı haberinde kendini hatırlatan gerçeklik hakkında soru sormuştu G. Paylan ve faillerin bilindiği, kayıt altına alınmış olaylar yığınının unutulmaması, bu suçlarla yüzleşilmesi ve bir daha tekrarlanmaması için “6-7 Eylül 1955 Pogromu Hafıza Günü” adıyla bir kanun teklifi hazırlamıştı. Ama o inkar duvarına Paylan da çarptı.

Türk ve Sünni üstünlükçülüğünün seçici hafıza siyaseti ve özellikle hatırlanmasını talep ettiği, araçsallaştırdığı tarihsel olaylar mevcut: Hocalı, Serebrenitsa, Çerkes Sürgünü ilk akla gelen makbûl hafıza örnekleri. Ancak, bu bellek siyaseti beklenebileceği üzere kendi üstünlükçü hafıza alanına girmeyen olaya ya bigânedir ya da statüsünü tartışmaya açar: 1915’in, Dersim’in, Maraş’ın, Sivas’ın nasıl konuşulamadığına, konuşulduğunda nasıl çerçevelendiğine, bariyerlere ve mutabakatı bozana reva görülene bakmamız kâfi.

Parantezi kapatalım ve G. Paylan’ın kanun teklifine TBMM Başkanı Mustafa Şentop’un gayet “yaratıcı” biçimde, Türk ve Sünni üstünlükçülüğünün bellek siyaseti içinde yeni red gerekçesine odaklanalım. M. Şentop TBMM İçtüzüğü’nün 67. maddesine referans vermiş: “Bu çerçevede TBMM Başkanlığı'na sunulan evraklarda toplumun bir kesimi veya tamamı yahut belirli kişi veya kişiler yönünden yaralayıcı olabilecek ifadelerin bulunması durumunda önergenin, söz konusu ifadelerin düzeltilmesi için TBMM Başkanı tarafından sahibine iadesi gerekmektedir” demiş Serkan Alan'ın habernine göre. M. Şentop’un red yazısında kaba ve yaralayıcı bulduğu ifadelerin yöneldiği kesimin veya kişilerin kim olduğuna dair bir açıklama yoksa da Türklerin ve Müslümanların kastedildiğini düşündüğü açık. 67. madde böyle yorumlanabilir mi sorusu elbette sorulabilir, ancak yasa aynı zamanda durmadan icâd edilen, muktedirin, gücün sahibinin ihtiyaçları çerçevesinde anında ve yeniden yazılan bir metindir. İçinden geçtiğimizi düşündüğümüz. egemenin ilan ettiği  olağanüstü hâlle, denge ve denetleme mekanizmalarının iyi veya kötü işlemesiyle o kadar da orantılı değildir yasanın “aşırı/keyfi” yorumlanışı. Yasanın aşırı/keyfi yorumlanmasına izin vermeyecek şey ise itirazı olanın itirazının gücü, sesinin gürlüğü ve ödemeye hazır olduğu bedeldir kanımca.

Kaba ve yaralayıcı bulunmuştur gerekçesi başka örneklerde de karşımıza çıkıyor. Örneğin ArtıGerçek’te çıkan 6 Nisan 2022 tarihli haberde HDP milletvekili Dersim Dağ’ın verdiği soru önergesinin TBMM İç Tüzüğü’nün 67. maddesine istinaden kaba ve yaralayıcı bulunarak iade edildiği anlatılıyor. Soru önergesinde geçen “Özellikle Kürt kentlerinde ulusal kıyafetlere izin verilmemiş, kıyafetler gerekçe gösterilerek keyfi uygulamalar yaşanmıştır" cümlesi M. Şentop’un Kürt kentleri ifadesini kaba ve yaralayıcı bularak düzeltilmesini talep etmesine vesile olmuş.

Mustafa Şentop'un başka bir önergeyi “kaba ve yaralayıcı” bulduğu bir örneğe daha bakalım: Yeşil Sol Parti milletvekili Serhat Eren 21 Eylül 2022 günü meclis başkanlığına zorla kaybetmelere karşı uluslararası sözleşmeye de referans veren, etkin soruşturma ve cezalandırma talep eden bir soru önergesi yollamış. Şu cümle M. Şentop’u tetiklemiş: “1990’dan beri Kürdistan’da güvenlik güçleri tarafından binlerce kişinin de öldürüldüğü ve kaybedildiği…” M. Şentop, Kürdistan ifadesini “kaba ve yaralayıcı” bulup önergeyi de iade etmiş.

Yeni bir örnek daha: HDP’li Ömer Öcalan, 2020 yılında verdiği ve gündeme alınan ancak mecliste reddedilen araştırma önergesini 25 Mayıs 2022 tarihinde yeniden TBMM Başkanlığı’na sunar. Araştırma önergesi Kürtçe’nin resmi dil olarak kabûlü, kamuda kullanımı, anayasal güvenceye alınması ve anadilde eğitimin önündeki engellerin kaldırılması ile ilgiliymiş. Başkan M. Şentop, önergeyi bu defa anayasanın 3. maddesine aykırı ve akabinde 67. maddeye referansla tahmin edilebileceği üzere “kaba ve yaralayıcı” olduğu gerekçesiyle iade etmiş.

Ne geçiyordu M. Şentop’un aklından, bilemeyiz. Ama genel bir çerçeve, ki M. Şentop’u da aşan genellikte bir çerçeve diyelim, işliyor gibi: Biz Müslüman Türk milleti bu toprakları kanımız ve canımız pahasına vatan kıldık. Kılıç hakkı var ancak sadece kılıç hakkıyla vatan kılmadık bu toprakları, gönüllere de girdik. Burada yaşayan diğer milletlere kötülük etmedik, hoşgörü gösterdik, beraberce yaşadık. Sonra o milletler Batı’nın oyununa geldi, bizi sırtımızdan hançerledi, kendimizi savunduk ve o sırada tatsız, unutmamız gereken şeyler yaşandı. Biz istemedik kötü şeyler yaşanmasını! Nasıl olur da bize fena şeyler yaptığımızı söyleyebilir meclisimizde birileri? Biz bu kadar hoşgörülü, anlayışlı ve affedici iken nasıl olur da suçumuz olduğu söylenir? Şöyle katledildik, böyle öldürüldük, dilimizi yasakladınız, burasının gerçek adı şudur, bizi asimile ettiniz denir? Bize bu iftiralar nasıl atılabilir? Bu yalanlarınız kaba ve yaralayıcı, incitici.

Geçmişte kötü şeyler olmuştur, ancak kötülük bizden gelmemiştir. Başlarına kötü şeyler gelenler kabahatli ve hatalıydı. Geçmişin hatırlanması ise kötülüğe uğradığını, öldürüldüğünü, sürüldüğünü, asimile edildiğini iddia edenin hafızasına terk edilemez. Ortak geçmişi bu gözlerle anlatmak, bizlere yapılmış haksızlıktır.

Zihniyet aşağı yukarı böyle olmalı…

Geçmişte kötü şeyler yaşanmış olabilir. Geçmişin faili belirsiz kötülükleri bazen aba altından sopa gösteren "yaptık, yine yaparız" meydan okuması, bazen "ortak acı" veya "unutalım gitsin" parantezlerine alınıyor. M. Şentop’un müdahalesiyle hikâyenin sonunda incindiğini söyleyebilmek, kaba ve yaralayıcı muameleye maruz kaldığını dillendirebilmek artık malûm özneye ait bir ayrıcalık hâline geliyor: Kaba ve yaralayıcı bulunmuştur, incinmiştir. İyisi mi hep beraber susalım.